24 Aralık 2011

as long as you love me so: let it snow let it snow let ittttt snoooow!


Muzicons.com

Sokaklar süslendi, her zamanki gibi Nişantaşı ve Akaretler ışıklandırmasıyla göz kamaştırıyor. Bugün itibarıyla İstanbul'a kış sezonunun ilk karı da yağdı, bizi yeni yıl ruhuna hazırlamak ister gibi... Bütün mağazaların vitrinlerinden indirim yazıları bize göz kırparken, her taraftan karşımıza yılbaşı konseptli ürünler çıkıyor: Noel Babalar, çam ağaçları, çanlar...

Yeni yıl benim için tam bir gerginlik sebebi: "Yılbaşında ne yapıyorsun?" sorusunu duymaktan hiç hoşlanmıyorum, çünkü yılbaşı programlarını hep son dakikaya bırakanlardanım. Yılbaşından önceki hafta kızlarla bir ön yılbaşı ev partisi adetim vardı, bu sene o kadar çabuk bitti ki, pre-party'e bile hazırlıksız yakalandım. Bir de hiç dışarı çıkmayan insanların yılbaşı gibi özel bir günde dışarı çıkma ihtiyacı hissetmesini anlıyorum, bu bir kenara. Ama bizim gibi zaten olağan hayatında her akşam dışarıda yemek yiyen, haftada bir iki gece dışarı çıkan insanlar için, 31 Aralık akşamı, her zamankinden kötü yemek ve servis için, her zamankinin iki katı ücret ödemek oldukça saçma bir hal alıyor. Hiçbir şey yapmazsan da kendini eksik hissediyorsun.


Yılbaşı beni bu kadar gererken, Chritmas ruhuna da hastasıyım!  Bir kere kış tatili yapıyor adamlar! Alışveriş yapmak, hediye paketlemek, uzun zamandır görüşmedikleri arkadaş ve aile ferdleri ile görüşmek, dinlenmek, yeni ajanda almak,bu yılki hindisini nasıl pişirsin diye düşünmek, yeni yıla dair hayaller kurmak için tatilleri var! (Evet bu konuda biraz kıskancım :) )

Bunun için özel bir tatilimiz olmasa da, ailece benim için bir nevi mekke olan Euro Flora'ya gittik. Konsept dekorasyon ve DIY projeleriniz için çok çeşit ve uygun fiyat arıyorsanız, özellikle de yılbaşından önce mutlaka yolunuzu düşürmeniz gereken adreslerden burası. [Euro Flora'dan daha önce de şurada bahsetmiştim.]



Bu alışveriş faslı sonucunda evde bir klasik, bir frapan ağacımız oldu! Ve tabii yılbaşı partisi için de bir sürü aksesuarımız:


18 Aralık 2011

Şeytan marka giyer!

Hayatımız dişimizi sıkmakla geçiyor. Dişini sık, durumu idare et ki, bir sonraki aşamaya geçebilesin.

İçinde korkunç bir enerji, sokaklarda koşup oynama şevki varken, dişini sıkıyor, okuldan eve gelince ders çalışıyorsun ki, sınavda başarılı olup düzgün bir liseyi kazanabilesin. O yaşlarda sanıyorsun ki ohh düzgün bir liseyi kazanırsan, zaten otomatikman üniversite sınavında başarılı olacaksın.

İyi bir lisede okumaya başlıyorsun, bakıyorsun ki o kadar basit değilmiş. Okul- özel ders- dershane- boş olan her vaktinde test çözme döngüsüne giriyorsun. Dişini sık, şimdi hayatında üniversite sınavına hazırlanmak dışında her şeyden vazgeç ki, iyi bir üniversitede okuyabilesin. Kandırılıyorsun. Sanki iyi üniversiteden mezun olur olmaz, bütün şirketler seninle çalışabilmek için sıraya girecek!

Hadi şanslı olanlardansın, iyi bir iş buldun, bu sefer de en alt kademeden başlayıp dişini sıkıyorsun ki, daha da yükselebilesin.

Eğer bahtsız bedevi değilsen, sonuç koca bir hiç olmuyor tabii o kadar emek ve çabadan sonra. Ama işteki sıfatı "junior" ile başlayan biri olarak, kısa iş geçmişimle bile çok rahatça görebildiğim bir şey varsa o da "dişini sıkmakla" "cozutmak" arasındaki ince çizgiyi tutturmak gerektiği. İş hayatında transkriptin ve sorumluluk bilincin kadar önemli başka şeyler de var: iletişim kabiliyetin, kendini pazarlayabilmen, yaşanmışlıkların ve çevren. Eğer dişini sıkmayıp tamamen keyfi yaşadıysan, yaşanmışlığını kullanabileceğin bir işin olmuyor. Diğer taraftan da dişini sürekli sıkıp, başka şeylere zaman ayırmadıysan, bu sefer de "ışığın" olmuyor.

Cuma günü okula diplomamı teslim almaya giderken, bu haftalardaki "yolluk kitabım"ın da son sayfalarını okudum: Şeytan Marka Giyer.

Kitap 1854 yılında Henry David Thoreau tarafından söylenmiş bir sözle başlıyor: "Yeni giysiler gerektiren tüm işlerden uzak durun."

Ve sonra kendinizi Andrea'nın macerasının (yoksa işkencesinin mi desek?!) içinde buluyorsunuz.

Türkiye'de  yaşayan genç kızların yarısından fazlasının sahip olmak için her şeylerini feda edebilecekleri bir işe kabul ediliyor Andera: Vogue ile kapışan, dünyanın en meşhur moda dergilerinden olan Runway'in başındaki moda ilahı sayılan Miranda'nın asistanı oluyor.

Andrea, moda ile alakası olmayan, hayatı boyunca da moda sektöründe hiçbir iş yapmak gibi bir hayali bulunmayan, yazı yazmak isteyen bir üniversite mezunuyken bir anda kendisinden markalı kıyafetler giymesi, davetlere gitmesi, moda kraliçesinin her türlü ayak işine koşturması bekleniyor. O ise başlarda aynanın karşısında kendisi ile, "Bakire işi (ööö) bu sütyeni ve bu pamuklu külotunu (iki kere öööö) giyen bu kız Runway'in bir parçası gibi mi görünmeye çalışıyor? Hah! Bu boklarla asla olamaz!" diye dalga geçerken, bir süre sonra kendisine bedava verilen parçalarla moda dergisinden fırlamış gibi giyinmeye başlıyor.

Yine de yaptığı işten hiç keyif almıyor. Buna rağmen Miranda'nın yanında bir sene çalışırsa, onun referansıyla asıl hayal ettiği işe girebileceğini düşündüğü için sürekli dişini sıkıyor. Bu bir sene bir bitsin, asıl istediğim işi yapacağım diyerek. Hayatı işi, dolayısıyla da hayatı Miranda'nın istekleri oluyor. "Şu an acil kalp nakli yaptırmam gerekse işten kovulmayı göze almadan onu bile yaptırmam." diyecek kadar çok çalışıyor. Ve Miranda'nın yapıldığında ardından "teşekkür ederim"i dahi gelmeyen isteklerinin ardı arkası kesilmiyor. Bu kadar çok çalıştığı için en yakın arkadaşından, ailesinden, sevgilisinden kopmaya başlıyor.

Bir seçim ile karşı karşıya kalıyor: Sürekli harika görünmek, pahalı elbiseler giymek ve davetlerde gezmek mi? Yoksa sevdiği insanlarla dış görünüşü yüzünden yargılanmadan keyifle vakit geçirmek mi? 
"Bu iğrenç Manhattan dünyasında yarı oturulabilir durumdaki evler, yarı normal erkeklerden bile daha az bulunuyordu ve daha çok rağbet görüyordu."

" 1.78 boya 52 kilo sıkı bir gece geçirmek için pek uygun değildi ama anlaşılan moda dergisinde iş bulmak için gayet uygundu."

"Kimsenin vücudunda olmasa bile, yağlar herkesin zihnindeydi."

"Eğer hızlı, ince, sofistike, inanılmayacak kadar çağa uygun ve insanın yüreğini burkacak kadar havalı bir yer arıyorsanız burası sizin için Mekke demekti."

" O kadar erken kalkıyordum ki, insanlara kaçta kalktığımı söylemeye utanıyordum. Elbette geçmişte de çok erken kalkıp, erken saatteki bir uçak ya da bir sınav için yedide hayata başladığım olmuştu. Ama şimdi kalktığım saatler genellikle eskiden hızlı bir gece geçirip yatmaya gittiğim saatler olurdu. Bu çok farklıydı. Sürekliydi, acımasızcaydı, insanlık dışı bir şeydi ve gece yarısından önce yatmayı da asla başaramıyordum."

"Her anını sevmeni istiyorum, bütün oyunları, filmleri, insanları, alışverişi ve kitapları. Bu yaşamının en güzel zamanı olacak, bundan eminim."

"Küstah tavrımı değiştirsem belki kovulmamak için küçük bir şansım olabilirdi ama dağılmış öz kontrolümün tek bir parçasını bile arayıp bulacak halim kalmamıştı." 

Kitabı okurken, daha önce hiç duymadığım markaları da keşfetmiş oldum. Dempsey & Carroll'un ham ipekten notluklarını ve Judith Leiber'ın gereksiz pahalı ve bence çirkin clutch'larını bilmemekle bir şey kaçırmıyormuşum ama 2003'ten sonra ortalıktan kaybolan Katayone Adeli'nin ceket kesimleri epeyce güzelmiş.

Okuması kolay, içeriği eğlenceli köpük bir kitap olmasına rağmen, illa ki her okuduğu kitaptan bir anlam bulup çıkarmaya bayılanlar için, dişini sıkmakla, başlarım böyle işe demek arasındaki ince çizgide gezinip, güzel mesajlar veriyor.


"Ya gidenler nasıl giyinecek emin değilim, bunu giysem çok abartı kaçarım diye endişeleniyorum. Ama şunu giyip de çok sönük kalmak istemiyorum" çelişkisine düşmüş her kadının kulağına küpe bir bilgi de içeriyor:

"Kuşkun varsa kendini bir üst duruma değil, bir alt duruma uydurman daha makul olur."

11 Aralık 2011

Kanat, Mantı, Balkabaklı Cheesecake, Mangolu Sufle mi? Yoksa 35 kg. olmak mı?

Ben hayatımın hiçbir evresinde çok hamarat bir kadın olmadım. Akşam yeniden bozulacak yatağı toplamak için zaman harcamaktansa beş dakika daha fazla uyumayı; haftada bir ütü yapmaktansa bir ay çamaşır yıkamasam yetecek kadar kıyafet ve iç çamaşırı sahibi olmayı; eve geldiğim zaman ortalığı toparlamaktansa kitap dergi okumayı tercih edenlerdenim. Annem, bizim aileden nasıl böyle bir kadın çıktığına inanamıyor; çünkü bizde kadınlar hem çok marifetlidir, hem de sıkıntılarından ve üzüntülerinden yemek pişirerek uzaklaşırlar.


Bense o kadar yemek pişirmiyorum ki, şimdi oturduğum eve taşınırken aldığım tüp, 14 aydır bitmedi! Hatta Aşk ile ilk kavgamızı da, eve gelip ona nohutlu pilav pişirip, kendimi aslan sütü eksik sofra kurdum havalarına sokmuşken, onun pilavı görüp "Yanında ne var?" diye sorma gafletinde bulunması üzerine yapmıştık. :))

Günde iki öğünü dışarıda yiyince, bir süre sonra insanın canı benzer şeyleri yemekten sıkılmaya başlıyor; ama bazı lezzetler ve bazı lezzet durakları var ki insan ne kadar giderse gitsin doyamıyor. İşte dönüp dolaşıp hiç sıkılmadan masasına oturduklarım ve büyük bir hevesle gidip hayal kırıklığı ile çıktıklarım:

1) BiBuçuk: Bizim için büyülü bir adres. "BiBuçuk'a mı gitsek?" diyince, "Ya ben çok aç değilim", "Bilmem ki, şimdi çok da canım çekmedi." gibi bahaneler kesinlikle söz konusu olmuyor.
Daha güzel kanat ben hiç bir yerde yemedim! Abarttığımı düşünen herkesi de götürdüm, haklılığımı kanıtladım. Kanat leziz,biralar buz gibi servis ediliyor, Bağdat Caddesi'ndeki şubesini bilmiyorum, Taksim'dekinde çalan müzikler de keyifli. 

Taksim'de ve aç olduğunuz bir gün, Mango'nun karşı sokağına dalın, "canlı müzik var buyrun" diye kolunuza yapışan adamlardan kendinizi kurtarın, yolun sonuna kadar yürüyün, BiBuçuk tabelası karşılar sizi zaten.

Fiyatlar çok ucuz değil, hatta bence barbekü sos isteyince ondan ek ücret almaları utanmazlık, ama siz boşverin bunları, söyleyin leziz kanadınızın yanına bir isli bira, bakın keyfinize.



2)Fıccın: Ben birlikte çok vakit geçirdiğim kişilerin yeme içme alışkanlıklarını bir süre sonra benimsemeye başlıyorum. Her gün mantı yeme potansiyeline sahip bir sevgili ile olunca, sonunda bir hafta mantı yemeyince mantı mantı diye sayıklar hale geldim. İstanbul'daki bütün mantıcıları büyük bir hızla deniyoruz. Hala en favorimiz Bodrum Mantı. Casita'da yediğimiz mantıdan çok mutlu olmasak ve masaya çatlamış kırılmış baharatlıklarda servis yapıyor olmalarını aklımız almasa da eve yakınlığı yüzünden oraya da gitmeye devam ediyoruz.

Geçenlerde bir gün değişiklik yaptık, uzun zamandır uğramadığımız bir yere gittik: Fıccın! Çerkez mutfağından yemekler sunan bir restoran burası. Büyümüş büyümüş, bütün sokağa sahip olmuş aradan geçen zamanda. Ama lezzetini hiç bozmamış. Henüz tatmadıysanız, bir gün yolunuzu düşürmenizi meze ve mantısını tatmanızı tavsiye ederim.

02 Aralık 2011

I kiss better than i cook!

Üniversite hayatım Cihangir, Taksim, Beyazıt, Etiler ve Ortaköy-Hisar sahil hattında geçti benim. Okulum Beyazıt'taydı, Cihangir'de yaşıyordum, yemek yemek, sinemaya gitmek, gece dışarı çıkmak, birer kadeh bir şey içmek için tek adresimiz Taksim'di. Bir de fiks menülü canlı müzik furyası vardı, onun için arada Etiler'e giderdik. Bir de bütün pazara yayılan kahvaltı keyifleri için istikametimiz sahil olurdu. İstanbul benim için bu semtlerden ibaretti.

Maslak ile 2008 yılında tanıştım. Work & Travel ile Amerika'da geçen aylardan sonra, kendi paramı kazanmanın keyfine varmışken, döndüğüm gibi İstanbul'da da iş başvuruları yapmaya başlamıştım. Biletix'ten iş görüşmesine çağrıldığımda, Maslak'a ilk defa adımımı attım. Birkaç yıl sonra Young Guns macerası benim yolumu tekrar Maslak'a düşürdü. Bütün bunlardan sonra, tamamen tesadüfler sonucunda, bugün hala çalıştığım ve bana hukuku ve avukatlığı sevdiren ofis ile yollarım kesişti. 1,5 yıldan uzun bir süredir de bu ofiste çalışıyorum. Haliyle benim için Maslak, iş ile özdeşleşmiş bir semtti ve perşembe günü son defa Maslak'a gittim, son defa Maslak'ta çalıştım. Taşınıyoruz!

Taşınmalar ve gitmeler bana her zaman iki zıt hissi aynı anda yaşatır. Paketlenmiş koliler hafif bir hüzün yaşatırken, yeni bir yere gidiyor olmak da içimi heyecanla doldurur. Yepyeni bir başlangıç! Kart yerine göz taraması ile açılan kapılar, göz taramasından hangi kata çıkacağını bilen akıllı asansörler ilk başta insana kendini çok havalı hissettirse de; bundan sonra camı gerçekten açılan içeri temiz hava giren bir ofiste ve Kanyon'a birkaç adım mesafede çalışacak olma fikrini de ben çok sevdim.

Bütün bunların yanında çok hoş olan bir şey de, uzun bir süredir taşınma hazırlıkları sebebiyle oldukça yorucu bir ortamda çalıştıktan sonra, bu cuma tatil olmaktı. Sabah alarmsız, vücudumun istediği saatte uyandım. Aşk ile, Beşiktaş'taki haftasonları önündeki uzun kuyruk ile bende her zaman merak uyandıran oldukça salaş Çakmak Kahvaltı salonuna gittik. Günlerden cuma olduğu için sıra filan yoktu, oturduk güzel peynirler ve özellikle de çok lezzetli bal kaymak ile güzel bir kahvaltı yaptık. Hiç acele etmeden, kitapçıları, mağazaları gezdik, o sırada okuldan çıkan kardeşimi de kaptık, Starbucks'ta saate bakmadan kahvelerimizi içtik ve sonra benim metrodaki billboard'larda görüp de merak ettiğim tog.concept'i gezmek üzere Trump Towers'a gittik. 12 mimar, 12 ünlü isim ile 12 tane Trump Towers evi döşemiş. Giriş 10 TL, toplanan paralar da sokak çocuklarına yardım için harcanacakmış.

Öncelikle söylemeliyim ki, herkesin düştüğü yanılgıya düşmeyin bu insanlar gerçekten burada yaşıyor ve size yaşadıkları evin kapılarını açıyor değiller. Sadece bu ünlü isimlerin alışkanlıklarına, hayat tarzlarına göre düzenlenmiş evler bunlar. Gerçeklikten de oldukça uzaklar, çünkü bir çoğunda gardrop olmadığı gibi, olan gardroplar da bu insanların sadece aksesuarlarının dahi sığamayacağı büyüklükteler mesela. Ben o yatakodalarından birine, şimdi yaşadığım evdeki dolabımı götürüp koysam geriye yatak koyacak yer kalmaz. Eczacıbaşı'ların evinde yatakodası bile yoktu. Bunun "biz yatakodamızı herkese açmayız" şeklinde özel hayata saygı mesajı mı, yoksa "Ne yatağı? Biz uyumadığımız için bu kadar başarılıyız!" mesajı mı olduğunu biz çözemedik.

Benim favorilerim Mahmut Anlar tarafından dekore edilen Ayşe Arman ile Sandra Arslanoğulları tarafından dekore edilen İzzet Çapa evleri oldu.


 Ayşe Arman'ın evindeki bütün yatakodasını kaplayan yatak ve sadece duvar dibindeki yüksek keyif köşesine bittim. Bir gün elverişli bir evim olursa yapmak üzere aklımın bir kenarına yazdım. Mutfaktaki "i kiss better than i cook" da çok manidardı.

İzzet Çapa'nın evi aynen restoranları gibi, eğlenceli bir curucuna içindeydi:

Pinterest'im

Instagram'ım