29 Kasım 2012

Benim kastettiğim ve ihtiyaç duyduğum gerçek, soğuk kanlı ve ölçülü değil. Yakıcı, tutkulu, kimi zaman güzel, kimi zaman çirkin, seni mutlu da edebilir, canını da yakabilir, ama seni hep özgürleştirir.

Yalan nerede başlar, nerede biter?

Yalansız bir ilişki mümkün müdür?

Gerçekten yalan kötü bir şey midir? Yoksa iyi olduğu, kullanılması gereken yerler var mıdır?

Peki ya ne zaman yalan söylemiş oluruz?

Olup biten bir şeyi tamamen değiştirip anlattığımızda mı? Can alıcı noktalarını biraz kırparak yuvarlayarak anlattığımızda mı? Yoksa hiç anlatmamak da yalan sayılır mı?




Kitabın adı "Yaz Yalanları."

Kısa kısa hikayelerden oluşuyor. Sevgililer, tatil aşkları, yıllardır evli çiftler, uçak yolculuğunda yan yana oturan iki insan gibi temelinde hep iki kişinin arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Hikayelerin uçları açık, hepsinde söylenen bambaşka türde yalanlar var. 

Bir tanesi aralarında hiçbir cinsellik olmayan ama birlikte vakit geçirmekten hoşlandığı bir kadınla tatile çıkıyor. Sevgilisine tek gittim diyor. Bir tanesi ders aldığı İspanyolca hocasından bahsediyor, seviştikleri detayını pas geçiyor anlatırken. Bir tanesi ne kadar zengin olduğunu gizliyor, adam keşfettiğinde kandırılmış hissediyor. Bir tanesi kendine yalan söylüyor, sanki o hayatı yaşarken mutluymuş gibi kandırıyor kendi kendini...

Hikayeler bir yargıya, bir sona varmıyor. Sadece o yalanla sizi baş başa bırakıyor. Düşünüyorsunuz kimbilir bunlardan kaç tanesine maruz kaldım diye. Paranoyaklaşıyorsunuz bir yerde. 

Diğer yandan yalanlara karşı sevecenleşiyorsunuz, aslında bazen her şeyi bilmemenin daha iyi olduğunu düşünürken yakalıyorsunuz kendi kendinizi.  

Beni en çok etkileyen hikaye kendi evinden, karısından, çocuklarından, torunlarından uzakta, konuk hoca olarak New York'ta ders veren ve orada kendisinden genç bir sevgilisi olan ve kendisine mutlu olduğu konusunda yalan söyleyen adam oldu. İntihar etmeye karar verdiğinde ve ailesiyle vedalaşmak için ülkesine döndüğünde, her zaman yapmadığı ama aslında yapabileceği -sabah erken uyanıp krep hazırlamak, torunu ile etrafta gezinmek gibi- ufak şeyleri yapmaya başlamasıyla asıl mutluluğu buldu. Aradığından çok daha yakında, çok daha basit bir şekilde. 




Kitaptan sevdiğim cümleler:

Kahve ve gazete alıp bir banka oturdu. Birbirlerini tanıdıklarından beri adam hiç gazete okumamış ve tek başına kahve içmemişti. On beş dakika sonra hala tek satir okumayıp kahvesinden tek yudum almayınca, yalnız kalmayı unuttuğunu düşündü. Bu düşünce hoşuna gitti.


- Uzun sure bir şey olmuyor, sonra birden bir süpriz yaşıyoruz, biriyle karşılaşıyoruz, bir karar verme aşamasına geliyoruz ve bir daha asla önceki gibi olmuyoruz.

- Adamı öyle seviyordu işte. Onu uzun zaman aramış da sonunda kavuşmuş gibi. Sanki herhangi bir hata yapmaları mümkün değilmiş gibi.

(Ve bu yukarıdaki cümlenin altını çizdiğim gün, tam olarak bana böyle hissettiren adamla tanıştım.)

- Tartışmaların yaraları hasretin acılarından daha çabuk iyileşiyordu.

- Bu denli duygu ve anlam yüklü mü olmalıydı? Başka bir kadınla daha rahat, daha oyuncul, daha bedensel olamaz mıydı?

- Herhangi bir kadının özlemini duymuyordu, tersine bütünüyle yaşamın sürekliliğini ve güvenilirliğini özlüyordu.

- Masumiyeti kaybedip soğuk kanlılığı mı kazandık acaba? Ya soğuk kanlılık iyiyse ancak aşkın ölümüyse ve budalaca bir inanç olmadan ötekine uymuyorsa? 

- Benim kastettiğim ve ihtiyaç duyduğum gerçek soğuk kanlı ve ölçülü değil. Yakıcı, tutkulu, kimi zaman güzel, kimi zaman çirkin, seni mutlu da edebilir, canını da yakabilir, ama seni hep özgürleştirir. 

- Zorbalığın, alıkonulmanın, kullanılmanın, erkekler için olduğu kadar kadınlar için de cinsel çekiciliği olabilir. 

- Onunla buluşmak yerine evde kalıp kitap okusa ve müzik dinleseydi, genellikle daha mutlu olurdu. Mutluluğu oluşturan öğelerin hazır olduğunu ve mutlu olduğunu düşündüğü için onunla buluşmuştu. 

- Mutlu muydu? Ya da yine yalnızca mutlu olmak mı istiyordu? Tüm koşullar uygun olduğunda mutlu olması gerektiğini mi düşünüyordu yine? Duyduğu mutluluk yine yalnızca mutluluk bileşenleri miydi? Bazen kendine yaşam başka bir yerde değil mi diye sormuş ve soruyu baskılayıp zihninin derinliklerine göndermişti. 

- Bach aykırı olanı uzaklaştırır. Aydınlık ve karanlık, güçlü ve zayıf.

- Sevgi bir duygu değil, bir irade meselesidir. 

- Albert ile yaşamaktan, içinde büyüdüğü yoksulluktan, anlamadığım düşüncelerinden, ebeveynimle aramın bozulmasından korkuyordum. Helmut benim dünyamda, ben de tanıdığım dünyaya sığındım. 


Peki ya tamamen bir yalan ile büyüdüyseniz ve bildiklerinizin tümünün yalan olduğu ile anneniz öldüğünde bıraktığı vasiyet ile yüzleştiyseniz...




Simon ve Jeanne isimli ikizler, babalarının öldüğünden emindirler. Kaçık olduğunu düşündükleri anneleri de öldüğünde, tam ona yakışır bir vasiyet ile başbaşa kalırlar. Babalarını bulacaklardır. Abilerini bulacaklardır. İkisine de birer mektup teslim edeceklerdir. 

Öldüğünü sandıkları babaları ve mevcudiyedinden haberdar olmadıkları abilerini bulmak için yola çıkarlar, Kanada'dan Ortadoğu'ya...

Ve hikaye başlar.

Incendies hakkında ne söylesem eksik kalacak. Çok üzücü, çok etkileyici. Hem çok gerçek, hem çok gerçek dışı. 

Aradan iki gün geçtikten sonra hala kulağımda filim sountrack'i you and whose army çalıyor ve "Bir artı bir hiç bir eder mi?" cümlesi beynimde yankılanıyordu.

Uzun zamandır izlediğim bir filmden bu kadar etkilenmemiştim.


Hala izlemediyseniz, şiddetle tavsiye ederim. Hele ki pazar günü yağmurlu olursa hava, bu filmi izlemekten daha iyi bir şey yapamazsınız.

Mümkünse bir şişe şarap eşliğinde, birlikte mutlu olduğunuz bir adamın kollarında...

Ki film bittiğinde depresyona girmeyin, öpücükle gerçek hayata dönebilin. 


You and Whose Army? by Radiohead on Grooveshark


23 Kasım 2012

you can't sleep? me either. let's can't sleep together.

"Peki şimdi siz nesiniz?"

Otuzlu yaşlara adım adım yaklaşıyorum, bugüne dek bu soruya verdiğim cevaptan bir kere tatmin hissedemedim kendimi.

"Evliyiz.", "Nişanlıyız." değilse durum, bu soru hep kabus gibidir. Bazen sevgili olursun, herkese "kız arkadaşım", "erkek arkadaşım" diye tanıştırırsın ama birlikte geçirdiğin zamanlar çok sınırlı ve içi boş olur. Bazen de tam tersine "Takılıyoruz ya işte öyle" dersin; ama aslında pek çok ilişkiden daha dolu dolu zaman geçirip, daha sık konuşup görüşüyor olursun.

Ben şahsen "Peki şimdi siz nesiniz?" yerine, muzur muzur "Tamam anladım bir işler dönüyor, mutlu musun?" diye soranları daha çok severim.




Ne olduğumuzun ne anlamı var sahiden?

Hem ayrıca birbirimize yüklediğimiz sıfatların içini doldurabiliyor muyuz?

Kadın adamı koluna takıyor "Kocam" diyor göğsünü gere gere, adam her fırsatta karısını bırakıp sevgilisinin yanına kaçıyor, onun için heyecanlanıyor, ona süprizler yapıyor. 

Bir kadın adamdan bahsederken "Sevgili değiliz." diyor ama şimdiye kadar birçok sevgilisinde olmadığı kadar ayakları yerden kesilmiş.





Bir de arkadaşlarının "Peki şimdi siz nesiniz?" soruları karşısında paniğe kapılıp, direk adamın karşısına geçip "Biz neyiz?" baskısına başlayan hemcinslerim var ki, onlar ayrı kategori. Bir zaman tanı bakalım, ikiniz de görün birbirinizle neler yapıyorsunuz, birbirinizi hayatınızda ne kadar istiyorsunuz.

Benim şimdiye kadarki ilişkilerimin hiçbirinde, karşılıklı oturup konuşmadık biz neyiz diye.
Tanıştık, gezdik, tozduk, birlikte zaman geçirdik. Bir şeyler olduysa, sonradan kendiliğinden oldu.  Zaman içinde... Bazen biri diğerini kıskandığını fark ettiğinde, bazen geride kalan aylara bakıp da aslında hep birlikte zaman geçirildiği fark edildiğinde veya gelecekte bir konser bir seyahat planı yapılırken hep iki kişilik yapılmaya başlandığında veya iki taraf da "Mutluluktan ölüyormuş gibi hissediyorum kendimi onun yanında. Başka hiçbir kadın /hiçbir adam umurumda değil." dediğinde...  Genellikle bir süre hiçbir sıfat olmadan birlikte zaman geçirildikten sonra... Fark etmeden, çaktırmadan, konuşmadan...




Çarşamba akşamı, hem yogitamın doğum günü, hem de benim Mr. Feelgood* (evet evet adı bu olsun, çünkü adamın yanındayken ne yaptığımız hiç fark etmez kendimi gerçekten iyi ve tam hissediyorum.) ile görüşebileceğim, okul çıkışı dersim olmayan tek gün!

Yogitama yeni yaşı için dileğim belli: Aşk! Yeni yaşın aşkla geçsin, gibi havada asılı kalacak bir şey söylemek yerine, öğle molasında kendimi Metrocity'e atıyorum, aşk dileğime uygun bir hediye kapıyorum. (Bu arada, Intimisi'nin incili koleksiyonu muhteşem, bir yolunuzu düşürün derim ben.)




İş çıkışında Mr. Feelgood'un yanına koşuyorum, birlikte Sensus'a gidip şarap içmeye karar veriyoruz. Ama kendimizi George's Hotel Roof'ta buluyoruz. Fransız şaraplarımız, peynir tabaklarımız, harika manzaramız ile... 

Biraz sohbet ettikten sonra doğum günü kızı ve kutlama ekibi ile buluşmak üzere ayaklanıp Tektekçi'nin yolunu tutuyoruz. Elele tutuşmuş Galata'dan yukarı doğru yürürken, bir anda fark ediyorum ki,  ben az sonra yanlarına gideceğimiz arkadaş ekibinin ortasına bir adamı koluma takıp gitmedim hiç. Hepsi çok yakın arkadaşım, hayatım hakkında her şeyi bilirler ama nedense daha önce hiç bir zaman bir adamı böyle bütün arkadaşlarımın ortasına atmadım. Zaman içinde denk gelerek, tesadüfen tanıştılarsa tanıştılar...

Bilemiyorum o yüzden. Ne tepki verecek bizimkiler. Ben koluma takıp getirdiğim için adama aşırı bir ilgi mi gösterecekler. Yoksa alışkın olmadıklarından hiç yokmuş gibi mi davranacaklar. Bir açıklama yapmak zorunda hissediyorum kendimi, -muhtemelen yapmasam daha iyi olacaktı- yarım yamalak bir açıklama ile o ana kadar hiç gerilmemiş adamı da azıcık germiş oluyorum. 

Ve bizimkilerle buluşuyoruz. Shotlar, süt şişesinde biralar, birbirine karışan sohbetler... 




Mr. Feelgood ile süt şişelerimizi tokuştururken ilk bombayı Chuchacım patlatıyor: "Biliyor musun sen şimdi burada sevgilinle bira tokuşturabiliyorsun ya, o benim sayemde!" Başlıyor, birlikte Amerika'da yaşamadan önce benim bira sevmezken, o dönemde biracı bir insana dönüşmemin eğlenceli hikayesini anlatmaya. Bol bol "sevgilin", "kız arkadaşın" kelimelerini kullanarak... Ben takılmam böyle şeylere, ama Mr. Feelgood zaten temkinli gitmekte fayda var kıvamındayken, "Noluyor yahu?" diyip gerilsin istemiyorum. Chuchama kaş, yapıyorum göz yapıyorum, sarılıp mıncıklıyorum, bana mısın demiyor. Aradan yarım saat geçtikten sonra geliyor yanıma, "Ya çoook özür dilerim. Ben aranızdaki şey hakkında haddimi aşan açıklamalar yaptım" diye kikirdeyerek. 

İkinci bomba doğum günü kızı yogitamdan geliyor. Yaşını tahmin etmesini istediğinde Mr. Feelgood'un verdiği cevaptan pek bir hoşnut olup, "Ayyy ben bunu çok sevdim. Dursun bu!" diyor. Yutkunuyorum, "Dursun bu ne demek şapşal, sus!" cümlemi yutup, "Sattın beni beş dakikada, adam belki sapık ne biliyorsun." diye geyik yapıp kapatıyorum konuyu.

Bir ara beni tek yakalayan, yakın zamanda gelin olacak arkadaşım geliyor. "Ben böyle bir şey beklemiyordum ya. Çok doğalsınız, çok samimisiniz, baya olmuşsunuz siz. Acayip sevdim bu adamı. " diyor.

Beni en çok şaşırtan ise, eski erkek arkadaşımın çok yakın arkadaşı olması dolayısıyla tanıdığım, sonradan birlikte çok şey paylaşıp çok sevdiğim ama o ilişki bittikten sonra bana bile mesafe koymuş bir arkadaşımın Mr. Feelgood ile kurduğu diyalog oluyor. 




O gece, onun bu gibi detaylara hiç takılmamış olmasına, ortama uyumuna, kasılmamasına bayılıyorum. 

O gece, ikimiz birbirimizin içinde bambaşka kişiler keşfediyoruz. İkimiz birlikteyken aslında çok kalabalık olduğumuzu farkediyoruz.

O gece, o kadar yakın oluyoruz ki, her şeyin bu kadar hızlı gelişmesinden korkuyoruz. 

O gece, aramızdaki şeyin adı, yoğunluğu, sıklığı her ne olursa olsun onunla bir sürü farklı ve güzel şey yaşayacağımıza gerçekten inanıyorum. 

O gece, tamamen mantıksız, ancak filmlerde, romanlarda olur denilecek kadar tuhaf şeylerin gerçek hayatta da olabildiğini kabul ediyorum. 

O gece, ondan ayrılıp evime gittiğimde kendimi çok eksik hissediyorum.

O gece, bir insanı özlemek ne demekmiş tam olarak anlıyorum. 

O gece, 'o gece'lerden daha bir sürü olsun istiyorum. 



Something Good by alt-J on Grooveshark

Dip Not: Sokak dilinde Dr. Feelgood alkol ve uyuşturucu anlamındadır. :)

18 Kasım 2012

Sağlıklıyız, genciz, uyanık ve canlı insanlarız. Olaya böyle bakarsan hangisi daha normal?*

Tipik bir sonbahar pazarıydı. 

Hafifçe esen bir rüzgar ile bulutların arkasından zaman zaman göz kırparak mutlu eden bir güneş vardı.  Cumartesi gecesi uzun geçenlerin henüz uyanmadığı, erken uyananların ise pazar kahvaltılarını edip evde miskinleştiği saatlerdi tam. Bu yüzden olsa gerek sokak bomboş ve sessizdi. Kadının ritmik topuk sesleri sokakta yankılanıyordu.


Tak tak tak tak...


Niyeyse, her zaman çok severdi topuk sesini. Oysa ki bugün kendi topuk sesi hüzünlendiriyordu onu. Topuğunun her bir vuruşunda çıkan o ses, bir adım daha uzaklaştığını hatırlatıyordu. Bir adım daha, bir adım daha, bir adım daha. Ve sokağın köşesine gelmişti. 

Köşeyi dönerken, sanki yıllardır yaşadığı bir evi terk ediyormuş gibi, sanki adamı bir daha görmeyecekmiş gibi hüzünlendi.

"Çok gerçeküstü, çok güzel ve çok saçma" diye mırıldandı. Daha birkaç hafta önce kendisini yorgun ve karışmış hisseden de oydu. "Belki de insan hep giderken kendinden bir parçayı da arkasında bırakıyor. Biraz umut, biraz hayal... Hep o bırakıp gittiği adamda kalıyor." diye yazmış ve kendini yeniden bir şeyler yaşamaya motive etmek için bol bol film izlemeye, bol bol kitap okumaya karar vermişti. Uzun vadeli bir terapi gibi...  

Bir anda sihirli bir değnek değmiş gibi bu hislerin ortadan yok olması, yerine heyecan, arzu gibi duygular konulması mümkün müydü? 

Her şey bir cumartesi başlamıştı. O gece ikisi de dışarı çıkmayı planlamazken, kendilerini bir konserde aynı arkadaş grubu içinde bulmuşlardı. Daha önce hiç tanışmamış, hiç görüşmemiş, birbirleri hakkında hiçbir şey duymamışlardı. O akşam ikisi de bir şekilde o konsere gelmeselerdi, kapının önüne sigara içmeye çıkmasalardı öyle de devam edebilirdi, hiç tanışmaz, hiç görüşmez, birbirlerini hiç özlemezlerdi. Belki de yüzlerce insan, böyle ıskalıyordu birbirini. Kimbilir. 

Bir konserde kapı önünde sigara içerken tanışmak, romanların ve filmlerin ideal romantik tanışma sahnelerine uymuyordu. Ama onlara çok uyuyordu. Onların hayatıydı bu. 

O hafta içi bir kahve içmek için sözleşmişlerdi. Kadın bunun bir first date mi, sadece arkadaşça buluşma mı olduğunu kestiremiyordu. Evden duşunu alıp, mis gibi giyinip kuşanıp gidemeyecekti. Adam onu bütün gün çalışıp, bir de derse girdikten sonra, olabilecek en yorgun ve en dağılmış halinde görecekti. Kadın beyninden geçen bu düşüncelerin farkına vardığında kendi kendine gülmeye başladı. Boşverdi hepsini, adamı tanımıyordu bile, belki de zoraki bir saatlik sohbetten sonra ayrılıp bir daha da hiç görüşmeyeceklerdi. Dert etmeye değmez, diye düşünerek adamla buluşacakları yere gitti. 

Kahve içmediler, bira içtiler. Bir bira daha. Bir bira daha. Sonra birer kokteyl. Muhtemelen saat 2:00'ye gelip de oturdukları mekan kapanmıyor olsaydı, daha uzun oturur, daha çok içerlerdi. Birbirlerine anlatacak ne çok şeyleri vardı. 

Sonraki günlerde konuşmaya devam ettiler. Kadın adamda bir vaha keşfetmişti: müzik. Adam için müzik arada sırada bir şeyler dinlemekten öte bir şeydi, hayatının bir parçasıydı ve dinledikleri herkesçe keşfedilmemiş gruplar ve parçalardı. 

Kadın, meraklıydı. Bilmediği ve yeni olan her şeye... Keşfetmeye... Adamda da kadının keşfedebileceği bir şey vardı. Ve bu bir şey, insanın bütün ruh halini değiştirmeye yeter güçte bir şeydi: Müzik! 

Adam kadına bir gün "90'larda yaşıyor olsak sana karışık kaset yapardım." dediği anda, tam olarak o saniyede, kadın için bir şeyler değişti. Çok güzel bir cümleydi bu. Bir sürü şey içeriyordu, incelik, zevk, ilgi. Hepsinin doğal ve eğlenceli bir söylenişi gibiydi. 

Adamla kadın bir sonraki hafta sinemaya gitmek için sözleştiler. Sonra kendilerini başka bir konserde buldular. Konser bittiğinde, onlar konserin bittiğinden habersizce kapının önünde sigara içerek konuşuyorlardı. İlişkilerden, ortak mesleklerinden, hayattan, kitaplardan, yazmaktan... Sanki konuşa konuşa bitmeyecek kadar çok şeyi anlatmak istiyorlardı birbirlerine.






Tam uykuya dalma anları vardır ya, ne tam uyuyorsundur ne de uyanıksındır. O gece kadın tam böyle bir anda mesaj sesiyle kalktı. "Çılgınca olacak ama Ağva'ya gidelim mi haftasonu?" diye soruyordu adam. 

Kadın yatağın içinde doğrulup gülmeye başladı ve o an adamın gerçekten çok tatlı olduğuna karar verdi. Kendini sinemaya gitmek gibi basit şeyler için heyecanlanır, acaba t-shirtunun yakasından gördüğü dışında diğer dövmeleri nerede nasıl diye merak eder buldu. 

Muhtemelen o gece uyurken hep gülümsedi.  


Cuma günü buluşmaya karar verdiler. Ertesi gün işe gitmeyecekleri, uyku kaygısıyla sohbetlerini noktalamak zorunda kalmayacakları bir gün. Kadının gözüne kestirdiği ve merak ettiği meze evine gideceklerdi.

Kahve içmek için buluşup biraları devirdikten, sinemaya gitmeye niyetlenip konser dinledikten sonra bu kez de meze yemek için buluşup bambaşka bir yerde fasıl eşliğinde rakı içer buldular kendilerini. 

Rakı içtikten sonra ayrılmadılar. Ağva'ya da gitmediler.

İstanbul'da kaldılar. 

Konuştular, film izlediler, yemek yediler, uyudular, uyandılar, sarıldılar, öpüştüler, burçlarının uyumunu okudular, "ateşle barut gibidir." yorumunda kikirdeştiler, müzik dinlediler, yeniden uydular, yeniden uyandılar, zevk aldılar, paylaştılar, kadın yapması gerekenler için gitmeye niyetlendi, gidemedi, birbirlerini bir türlü bırakamadılar, kadın adamın güzel kolları ve dövmeleri ile ocak başında ona omlet yapmasındaki ironiyi bayılarak izledi, adam kadını koklamaya doyamadı, planlar yaptılar, birbirlerine sarılmadan duramamalarına şaşırdılar. 

Kadından biraz, o haftasonundan sonra adamda kaldı. 

Ve her topuk sesinde bunu biraz daha anladı. 


"En kısa hikaye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. 'Bütün yaşamımız' dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında... Bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır. Gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır." Murathan Mungan



11 Kasım 2012

Roller coaster cenneti Tivoli, "green light district"li free town Christiana ve leziz kokteyller evi Hard Rock!

Kopenhag'ta ilk gece...

Hemen altımızdaki barda Halloween Party var. 18-25 yaş arası değişik ülkelerden gelmiş bir sürü genç kalıyor hostelde, çoğu aşağıda olacak. Ama biz Tivoli'dekine gitmeye niyetliyiz.



Üç ay California Six Flags'te çalışmış biri olarak söz konusu şey roller coasterlar olunca ukalayım biraz. Orada çalıştığımız süre boyunca giymek zorunda olduğumuz mavi bir üniformamız vardı, ama o üniformayı çıkarıp da başka bir t-shirt giydiğimiz anda canımız neye binmek isterse, hiçbir ücret ödemeden, üstelik de sıraya bile girmeden, öncelikli geçişli olarak binme hakkımız vardı. Sabahları iş başı yapmadan önce, kahve içmek yerine adrenalin salgılayarak ayılıyorduk.

(O yıllarda daha bu blog ortaya çıkmamıştı, o yüzden hayatımın en bomba dönemlerinin kayıtları burada yok. Kimbilir belki bir gün geriye dönük bahsederim, Las Vegas, Los Angeles, San Francisco, San Diego ve Meksika maceralarımızdan...)

O yüzden "Tivoli mi? Pöh!" moodundayım biraz. Bizim Bostancı lunaparkının biraz gelişmişi gibi canlanıyor Tivoli aklımda.

Henüz o sırada bilmiyorum tabii, gece boyunca "Ağzımıza sıçtın Memoooooo!" diye avazım çıktığı kadar bağıracağımı, adrenalin salgılarımın tavan yapacağını, dizlerimin tutmaz hale geleceğini... 




Duşumuzu alıp, üzerimize kalın bir şeyler geçirip hostelden çıkıyoruz. Tivoli'ye doğru yürürken bir hot dog kokusu geliyor burnuma davetkar davetkar. Durmamak, bir tane yememek olmaz.



Sonra kendimizi limitsiz biniş hakkı sağlayan bilekliğimizle Tivoli'ye atıyoruz. Dışarıdan göründüğünden çok çok büyük. Halloween konsepti ile bütün binalar giydirilmiş, etrafa çok esprili süslemeler yapılmış. Büyüleniyorum. 




Önce ısındırma turları olsun diye atlı karıncaya biniyoruz. Sonra kendimi Himmelskibet sırasında buluyorum. Hani şu yüksekte dönen salıncaklar olur ya, onun inanılmaz yükseği... Üstelik de öyle uslu uslu yavaşça da dönmüyor, hızlanıyor, sağa sola yatıyor. 



Yukarı ilk çıktığımızda yavaşça dönmeye başladığında, ayaklarımın altında her ucunu görebildiğim Kopenhag manzarası karşısında dilim tutuluyor. Bir insanın hayatında uçmaya en yaklaştığı an bu olabilir. Sonra o kadar yüksekte çılgın gibi hızla dönmeye başladığımızda, ben de avazım çıktığı kadar bağırmaya başlıyorum.

Aşağı indiğimizde yeniden doğmuş gibiyim. Hani olağan hayatımızı yaşarken bozulup, üzüldüğümüz, kızdığımız içimize attığımız bir şeyler illa oluyor ya, ben Himmelskibet'te onların hepsini Kopenhag'ın en tepe noktasında haykırırken bıraktım sanırım. Pamuk gibi oluyorum.



Daha bir sürü roller coastera biniyoruz. Sürekli o kadar güzel bir hamur ve çikolata kokusu geliyor ki burnumuza, o oyuncaktan ona koşarken sıcak çikolata ve tatlı molaları veriyoruz.



Korku tünelinde ürperdikten sonra kapanışı Det Gyldne Tarn ile yapıyoruz. Bir nevi intihar simülasyonu... Yine oldukça yüksek bir noktaya çıkıyorsunuz ve hoooop diye bırakılıyorsunuz. Aşağı bütün ağırlığmla düşerken, bağıramadım bile, indiğimde bacaklarım öyle bir titriyordu ki bir süre hiçbir yere kımıldayamadım.

Benim kalbim var, şekerim var, tansiyonum var, korkum var deseniz bile Kopenhag'a yolunuz düşerse Tivoli'ye mutlaka uğrayın. Etraftaki cafelerde oturmak, publarda bira içmek ve harika dekore edilmiş parkı gezmek bile keyifli olacaktır.




Büyüklerin eğlencesinin dışarı çıkıp, içip, dans etmekten ibaret olmaması gerektiğini Tivoli ile hatırlamış olarak ve donmuş ellerimi içinde marshmellow erimiş sıcak çikolatamın bardağı ile ısıtarak Kopenhag'taki ilk gecemi noktalıyorum. Beş saat ne kadar hızlı geçti diye söyleniyorum bir yandan da...



Kopenhag'taki ikinci gecemizde Christiania'nın yolunu tutuyoruz. Aslında aklı başında insanlar olarak, Christiania hakkında okuduklarımızdan sonra oraya gündüz gitmemiz daha mantıklı bir hareket olurdu. Çünkü tam olarak neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Ama gündüz ancak müzelere yetişebildiğimiz için Christiania geceye kalıyor. 

Christiania ne oluyor ki derseniz, devletin görmezden geldiği bir "free town." Hayal edin, Büyükada'ya yürüyerek geçebiliyorsunuz ve oraya geçtiğiniz anda uyuşturucu serbest! 

Köprüyü geçerken kafamda o kadar Harlem-vari bir bölge canlandırıyorum ki, pasaportum, cüzdanım, bilgisayarım yanımda olmasaydı keşke diye düşünüyorum. Köprüyü geçiyorum, katil tipli kimse yok etrafta. Sokaklarda dolanıyoruz dolanıyoruz, köşe başlarında kutuların içinde aleni bir şekilde ot satan adamlar ve yürürken içen insanlar dışında her şey Kopenhag'ın gerisiyle aynı. Pastaneler, güzel mobilya dükkanları, normal güler yüzlü insanlar.

Hayal kırıklığı yaşıyoruz neredeyse! 




Haritamızı açıyoruz yine, şu meşhur park neredeymiş o parkı bulalım diye. Birazcık yürüdükten sonra, üzeri etkinlik afişi ile kaplı dev fabrika bozması gibi görünen bir binanın yanından kokuyu alıyoruz.



Parkın girişindeki "Welcome to The Green Light District" yazısı doğru yerde olduğumuzun en güzel kanıtı. Yazıya bayılıyorum, tam fotoğrafını çekeceğim, hemen uyarılıyorum. Fotoğraf çekmek yasakmış.

Christiana'da fotoğraf çekmek ve kavga etmek yasak, uyuşturucu serbest. 



Parkta banklar da var, publar da var, çimler de var. Ve koku... Açık havada bu kadar yoğun bir koku olabileceğini düşünemezdim bile.

Asıl komik olan da, hayatında "drug" lafı duysa arkasını dönüp kaçacak kıvamdaki orta yaş üstü turist kafilelerinin müze gezer gibi Christiana'yı gezmesiydi bence. 

Fotoğraf yasağı sebebiyle Christiana atmosferini ancak kelimelerle anlatma çabasıyla sınırlıyım, bir de David Hackett'in harika grafittili bir duvar fotoğrafını paylaşabilirim:




Bir nevi hippi döneminde zamanı durdurmuş Christiana'dan çıkışta yine yürüye yürüye, böyle bir özgür bölge yapmak iyi mi kötü mü konusunu tartışa tartışa kendi bölgemize dönüyoruz.

Ve hard-rock cafe'deyiz. 




Devasa nachos ve hamburger tabaklarımız önümüzde, "Pinktober" konseptli kokteyller ile Carlsberg arasında geçiş yaparak güzel müzikler dinliyoruz. 




Mike Einziger'in gitarı burnumun dibinde olduğundan olsa gerek, ertesi sabaha kadar "whatever tomorrow brings, I'll be there with open arms and open eyes" diye mırıldanırken yakalıyorum kendimi. Love Hurts'ü daha çok seviyorum halbuki!


07 Kasım 2012

Drinking beer is no simple task for your brain. Kopenhag: Visit Carlsberg!

Cumartesi sabahı kurduğum alarm ile gözlerimi açıyorum. Yatakta değilim, trendeyim, ve tam saatinde København istasyonuna giriyor trenimiz. 




Uyku sersemliği ile hemen montlarımızı giyip, valizlerimizi alıp atlıyoruz trenden. Acilen bir kahveye ihtiyacım var o mahmurluğu üzerimden atmak için. Hemen istasyonun içindeki cafelerden birini gözümüze kestirip oturuyoruz.

Mr. Carlsberg bize tatlı tatlı gülümsüyor, cafenin ortasındaki masasından. Ama hayır, Mr. Calsberg'e kanamayız, henüz değil, önce bir kahve içmeliyiz! 




Kahvelerimizin yanına da S ile başlayan adını bir türlü öğrenemediğim, Kopenhag'taki her cafede bulması mümkün olan tatlı hamur işinden alıyoruz.

İnanılmaz lezzetli bir şey. Çok hafif bir kreması var, kahvenin yanına da bu kadar yakışabilir. 



Kendimize geldikten sonra, şehir haritasını açıyoruz, kalacağımız hostelin yerini haritadan işaretliyoruz. Kopenhag rehberini kurcalıyoruz, web sitelerindeki tavsiyelere göz atıp, mutlaka görmemiz gerekenleri ve fırsat kalırsa görmeye karar verdiklerimizi listeliyoruz.

İstasyonu terk etmeden önce, üzerimdeki SEK (İsveç Kronu)'lerden kurtulmam ve hosteli ödemek için DK (Danimarka Kronu) almam lazım. O işi halletmek için istasyondaki Forex'e bakınırken, daha acil olarak tuvalete gitmem gerektiğini fark ediyorum. 

Erkekler tuvaletini bulmuş, kadınlar tuvaleti için çaresizce sağıma soluma bakınırken, hoop çok tatlı bir adam koluma giriyor "Tatlım, şurada arka tarafta. Sen git, ben de hemen geliyorum peşinden." diyip göz kırpıyor gülerek.

Kahkahalar atmaya başlıyorum."Flörtöz adamlar ve lezzetli hamur işleri! Kopenhag hoşbuldum." diyorum. 



İstasyondan çıkıyoruz, saat henüz çok erken ve sokaklar bomboş. Sadece Palace Hotel'in balkonunda üstü çıplak bir adam ve adamın gömleğini giymiş altı çıplak bir kadın yeni doğan günü selamlıyor.




Kalacağımız Dan Hostel gerçekten yürüme mesafesinde, 15 dakikada ulaşıyoruz. Check-in'ler 14:00'te başlıyormuş. O yüzden valizlerimizi locker'a bırakıp, kendimizi yollara vuruyoruz.




Niyetimiz botanik bahçesine gitmek... Elimizdeki harita detaysız ve yetersiz, sadece ana sokakları gösteren harita ile yola koyuluyoruz. Binaların hepsi bakımlı ve eski. Hepsi pekala müze olabilecek şıklıktaki binalarda yaşıyor ve çalışıyor insanlar. Stockholm'den sonra ısıtan ve yakan bir güneşin olması da çok hoşumuza gidiyor.

Oradan oraya oradan oraya yürürken, beğendiğimiz binaların peşinde koşarken...

Kayboluyoruz!

Hoop o da nesi sağlı soğlu "Antep Bakery", "Mustafa Berber", "Kebap Saloon"ların olduğu bir sokaktayız. Aklınıza ne gelirse var burada, her şehri bir dükkanın temsil ettiği küçük bir Türkiye...Hatta kendi sanatçılarını, şehrin en meşhur eğlence parkında sahneye bile çıkartıyorlar.

Hemen anlıyoruz ki Vesterbro'dayız. Rehberlerde alternatif bir Kopenhag için bu bölgeye gelin deniliyor. Grafitti'ler, sergiler, ne olduğu anlaşılamayan dükkanların önlerinde oturup kahvesini içen insanlar... 





Madem Botanik Bahçesi'ne gitmeye çalışırken buraya geldik, o zaman Calsberg Müzesi'ne gidelim diyoruz.




Uzaktan görünen fabrika bacasını takip ederek, Carlsberg müzesini buluyoruz. Bu müzenin en güzel tarafı, giriş biletine iki biranın dahil olması!

Kapıdan girdiğiniz gibi ufak bir pub karşılıyor sizi. Türkiye'de olmayan Jacobsen biralarından bir tanesini seçip içiyorsunuz.


Sonra şehirde hala bira dağıtımını atla yaptıkları için, güzelim Carlsberg atları ile tanışıyoruz.




Sonra tarihi kısma geçiyor ve Carlsberg birasının öyküsünü öğreniyoruz. 




Bitki blilimci ve aynı zamada sanat eserleri koleksiyoneri olan J.C Jacobsen, 1847 yılında bir bira üretiyor. Türkiye'de satılmayan ve bence Carlsberg'ten çok daha lezzetli bir bira olan Jacobsen'ı Danimarka'dayken mutlaka tadın derim ben. 

Daha sonra J.C Jacobsen öldükten sonra, işlerin başına oğlu geçiyor ve Alman biralarını da inceleyerek Calrsberg'i ortaya çıkarıyor. Tuborg, yurdışına açılma kısmında ortaya çıkardıkları bir diğer marka. Şu anda Pripps, Falcon, Lübzer, Astra gibi adını daha önce hiç duymadıklarım dahil tam olarak 310 tane markaları var. 




Daha detaylı bir tarihçe okumak isterseniz tık!




Müzenin sonunda "Ahh! - a refreshing beer" yazısı sizi bir bira daha içmeye çağırıyor. Hangi biranın içinde hangi aromanın bulunduğu öğreten ve aslında biranın da en az şarap kadar aroma konusunu ciddiye alarak tüketilmesi gerektiğini öğreten eğlenceli bir alandan sonra, House of Jacobsen, giriş biletine dahil ikinci bira için karşımıza çıkıyor.



Müze gezisi bittikten sonra bira içip takılınabilecek çok şeker pub'lar var etrafta. O yüzden Calsberg'e giderseniz, geniş geniş vakit ayırın. Müzeden ziyade müzeyi gezerken verilen bira molaları işin asıl güzel yanı. 




Lokal lezzetler tatmak istiyoruz, o yüzden klasik yemeklerinden biri olan smørrebrød (açık sandiviç) tabağı istiyoruz. Et, balık, somon her şey çiğ ve soslu.




Çıkışta da hediyelikler var. Tabii ki, bol bol bira stokluyoruz, Türkiye'ye Jacobsen Dark Lager götürmezsem olmaz. 







Geri dönüş yolundayken bir alışveriş merkezi dikkatimizi çekiyor. Asıl alışveriş sokağı Stroget ama nedense bu alışveriş merkezi de o an çok davetkar görünüyor gözümüze. Girip biraz Danimarka markaları ile tanışalım diyoruz.



Kıyafet markası olarak Selected'a bayılıyor, incecik görünen yünlü ve sıcak tutan gömleklerden ediniyoruz.



Onun dışında en sevdiğim mağaza tasarım ev eşyaları bölümü de bulunan Bahne oluyor.





Bir de alışveriş merkezinin ortasında en üst katta erimiş gibi tasarlanmış bir piyano var ki ki, resmen tapıyorum!!


Alışveriş merkezinden sonra, iki gündür üzerimizde olan kıyafetlerden kurtulmak, duş alıp giyinip akşamki Halloween partisine hazırlanmak için, sırt çantamızda şıngır şıngır eden biralarımız, elimizde Selected poşetlerimizle, Kopenhag'ın düşündüğümüzden güzel olduğu kararını veriyor ve  pusetli bisikletlere şaşırarak hostelimizin yolunu tutuyoruz.





Pinterest'im

Instagram'ım