24 Haziran 2013

"Bin kadına bir masal düşer bu muhitte, o cam ayakkabı etrafında köpekbalığı dönüşleri yapmamız bundan."

Konu bolluğum ile blog yazma sıklığım arasında ters bir orantı var.

Sanıyorum, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, bu blogu amatör tutma ve düzenli bir programa bağlayıp doğallığını bozmama konusundaki ısrarımdan kaynaklanıyor. 

Veya da düpedüz tembelliğimden kaynaklanıyor da, böyle kılıflar uydurup daha havalı bir gerekçe sunmaya çalışıyorum, emin olamadım.

Çok fazla şey düşündüğüm, yeni mekanlar keşfettiğim, seyahat ettiğim, bol bol kitap okuduğum dönemde, elimde bir sürü malzeme olmasına rağmen yazacak zamanım olmuyor. "Yok ben şimdi evden çıkamam, okuduğum kitap hakkında sıcağı sıcağına bir blog yazısı patlatmalıyım." demek; sırf belgelemek için yaşamayı ertelemek bana göre değil.

Tam tersine, ne zaman hiçbir şey yapmıyorum, evde oturuyorum, o zaman da sürekli klavyenin başındayım.

Haziran ayına bakıyorum, yalnızca bir yazı yazmışım. Oysa ki haziran ayı nasıl dolu dolu bir ay oldu: Doğu Londra'yı keşfettim, her yazın başında olduğu gibi Altınorfoz'un yolunu tutup vücudumu güneş ile buluşturdum, her sabah şevkle gittiğim yepyeni bir işe başladım, kişisel hayatımda büyük çalkantılar yaşadım, beş-altı tane kitap devirdim, en az on tane film izledim, bir sürü mekan keşfettim, Türkiye'de inanılmaz bir toplumsal olayı deneyimlemiş oldum, evde mutfağa girip yeni lezzetler denemeye başladım...

Yaşadığım zaman yazamıyorum. Yokluğum ondan.  



Bu sabah da, bir pazar sabahı için oldukça erken sayılabilecek bir saatte uyandım.

Babamla aynı şehrin iki farklı yakasında oturup, günlük rutinimizde hiçbir şekilde kesişemediğimizden dolayı, iki yıl kadar önce, pazar sabahları kahvaltıyı birlikte yapma kararı almıştık. Büyük bir istikrarla da bu kararımıza uyduk. Bazen Karaköy'ün gözdelerinden gıcır bir mekana kurulduk, bazen Elifli Pastanesi'nden poğaçalarımızı alıp Fındıklı Parkı'ndaki çay bahçesinden boğaz manzarasına baktık, bazen Salacak'ta Kız Kulesi'ne karşı kahvelelerimizi yudumladık, bazen dışarıdaki havayı beğenmeyip evde takıldık. 

Kendisi artık megavaroşu terk edip, bir sahil kasabasına yerleşme hayalini hayata geçirmeye karar verdiğinden, geleneksel pazar kahvaltılarımız bundan böyle muhtemelen ayda bir kere benim haftasonluğuna onun yanına tatile kaçmama dönüşecek.

Bu sabah da kahvaltımız bende, ben de mutfaktaydım.

Yumurtanın tadından çok hoşlanmayanlardanım, yumurtayı çırparken içine biraz süt ekleyerek yapılan omletin tam bana göre  olduğunu, yani aslında kahvaltıda yumurta yiyebileceğimi 27 yaşında keşfetmtim.

Mutfakla az çok haşır neşir olanlar "Ne yani, bunu yeni mi keşfettin?" diyor olabilir ama, benim gibi evde yemek yemek deyince aklına yemeksepeti gelenler için kahvaltı tavsiyesi: İki yumurtayı bir kaseye kırınız, içine biraz süt, tuz, karabiber ekleyiniz. Zeytinyağladığınız krep tavasına bu karışımı dökünüz, alt yüzü pişince, tabak ile ters yüz ederek diğer tarafını pişiriniz. Sonra içine eriyen cinsten bir peynir koyup, ikiye katlayınız. Leziz ve yumurta kokmayan omletiniz hazır!


Üstüne de bir soğuk kahve yuvarladınız mı, o gün kötü geçemez. 

Aynen böyle bir sabahtan sonra, İstanbul'da kaldığımız haftasonlarında da tatil havası yaşamaya karar verdiğimiz için, yogitam ile birlikte Polat Renaissance havuzunun yolunu tuttuk.

Günün erken saatlerinde, şezlongların çoğu boştu, dolu olanlarında da ellerinde kitapları Adonis suretinde adamlar vardı. Sonradan çözdüğümüz üzere, Amerikalılardı ve bir konferans için gelmişlerdi, öğle saatlerine doğru buharlaşarak yerlerini Türk erkeklerine bıraktılar. Bir tanesinin elinde kitap görmek mümkün olmayan, Rus sevgilileri ile gelmiş erkeklere... Adonisler gidince Los Angeles ruh halimiz kaybolsa da; Türk-Rus çiftlerin sohbetlerini dinlemek de oldukça eğlenceliydi ve Rus popülasyonu bize İstanbul'da olduğumuzu unutturdu, kendimizi Antalya'da sanmaya başladık. 



Polat'ın havuzunun oldukça büyük olmasını; havuz başı ne kadar kalabalıklaşsa da bu sayede yüzecek alan bulabilmeyi; yemek seçeneklerinin sadece fast-food ile kısıtlı olmamasını; çocuk havuzunu kuytuya konumlandırarak havuz başını çocuk gürültüsünden arındırmalarını ve girişte havlu vermelerini sevdik.

Tuvalet ve kabinlerin uzaklığını; menüde hiçbir kokteyl bulunmamasını ve bütün içecekleri plastik bardakta getirmelerini sevmedik.

İstanbul'da tatil havasında bir gün geçirdikten sonra, güneşin bizi terk etmesiyle toparlandık.



Dönüşte Taksim dolmuşu boşalınca ve şoför abiyle ben başbaşa kalınca, benden izin isteyerek yolda bir grup çingeneyi aldı arabaya. İnanılmaz güzel bir müzik eşliğinde Taksim'e döndük.

Dolmuştan indim, sırtında kocaman çantası ile turist bir kız yaklaştı yanıma. Metro ile Eminönü'ne gidebilir mi, diye sordu. Acelem yoktu, keyfim yerindeydi, tek tek her sorusunu cevapladım. İsviçreliymiş, teşekkür etmek için bana şahane bir çikolata verdi.

'Yabancıların verdiklerini alma' defterini Gezi Parkı olayları ile kapattığımızdan, gönül rahatlığı ile çikolatamı yiyerek eve geldim.



Vücudumda tek kırmızı yer burnum. Mr. Feelgood ile yarım yıldır gitme planı yaptıktan sonra, sonunda bir Kaş biletim var. Yazın hayat çok güzel.



Bugün güneşlenmeme eşlik eden kitabı da anmadan bu yazıyı kapanmaz: Deniz Özturhan'ın "Kim Lan Bu Hayatımın Erkeği?"

Güneşlenmeye gidemiyorsanız, hatta canınız sıkkınsa da bu kitabı şiddetle tavsiye ederim. Edebi bir yapıt beklemeyin, blog ve dergi yazıları derlemesi. Oldukça bel altı, oldukça komik. 

Benim kitaptan en sevdiğim cümleler: 

Çünkü pek az kadın iş yaşamında muvaffakiyet tadıyla sarhoş olacak; ancak üçbeji lokum gibi, üstelik varsıl / entel adam alacak; geriye kalan ezici çoğunluk vasatlarla, alına yazılmışlarla, kaderin münasip gördüğüyle yarasına tuz basacaktır. "Bin kadına bir masal düşer bu muhitte, o cam ayakkabı etrafında köpekbalığı dönüşleri yapmamız bundan." 

Baba parasıyla gittiğin New York'la özgür, kocanın parasıyla çektiğin videoyla özgün, açtığın butiğinle instyle , küratörlediğin serginle kreatif olsan, yine de aferin tatlım sana. 

Hep diyoruz, erkeğin son kullanım tarihini uzatmak için, onlara ilk geceden verilmez. Bu uluslararası kabul görmüş bir sosyal kullanma talimatıdır. 

Kendisi için bir hayali olmayan, hatta hayattan ne istediğini bilmeyen yahut en parlak hayalleri beyaz gelinlik, Barbados sahillerinde düğün ve mutlu bir yuva olan bacılarım, sözüm size. İlla ki soyadınız değişsin hayalindeyseniz, bari büyük düşünün. Soyadınız marka olsun. Koç, Sabancı, Boyner, en olmadı Tahsildaroğlu. 

Erkeğin bağımsız kadından anladığı, son derece bağımsız bir şekilde onun etkinlik takvimine iştirak edebilen, topuklusuyla, makyajıyla, nezih gülümsemesiyle sosyal hayatında var olan kadındır. Öte yandan mevzubahis bağımsız kadın, erkek erkeğe etkinlikler kapsamında yine aynı bağımsızlıkta ortadan amele teri gibi buharlaşmayı da bilmelidir. 

Hayatın fonunda konçerto orkestrası çalmıyor ve insanlar sağnak yağmur altında öpüşmeye o kadar da meyilli değiller aslında. Yıldızın parladığı anlar, harikulade rastlantılar, dolunaylı ve deniz kıpırtılı fonlar yalan. Yaşı geçmekte olan bekar kızları ve romansını yitirmiş evlilikleri yürüten diğer mutsuz kadınları uyuşturmak için projelendiriliyorlar. 

Şimdi kaliteli yaşamın, birtakım taksitlere ve lazer epilasyona aynı ay içinde para ayırabilmek olduğu bilinç düzeyine nihayet erişmiş bulunuyorum.

Farklı olmak lükstür: Ayrıcalık değil, stil değil, hak değil... Olağanın dışında seyretmek lüks tüketimdir. Her defasında ödenecek bedeliyle gelir. Hayatta kendine lüksler bahşetmek kadar, aşırı lüksten kaçınmak da gerekir, gerekebilir.

Ne pipiler gördük ucunda adam yok.

WOM Etkisi: Tabiatta manitalı adamların daha bir rağbet gördüğünü test ettik, onayladık. Sebeb-i vukuat derseniz, kadınlarda wörd od mağt çok etkili; ağdacı da, tencere de tavsiye ile tüketiliyor. Yani adamın yanındaki kız arkadaş, bir nevi referans mektubu işlevi görmekte. Hatta kız ne kadar taşsa, referans da o kadar kuvvetli.

Sonra kısık gözlerim ve 333'e ayarlanmış dudaklarımla adamı bir daha süzdüm. Gerçekten de 10 dakika öncesine göre adam adeta parlamışi çözünürlüğü HD kalitesine ulaşmıştı. 

Kadının G Hali, "Gösteri"ye tekabül eder; hatun kişinin göresi, daha iyi görülesi, gösteriş yapası, gerdan kırası, gerim gerim gerinesi ve tüm bunları yapacak ortam bulamazsa gudubetleşesi tutar bazen. 

Mutlu olmayı sürekli denemek, buna mesai, enerji, hayal gücü vakfediyor olmak gerek. Ha bunu da çok abartmamak, es kaza fazla mutlu olup sokakta yürürken yanından geçen 10 kişiden 9'unun pek çok sebepten mutsuz olduğunu da unutmamak gerek. Bireysel kurtuluşlar bile inanılmaz yorucuyken, bir de bunun bencilliği üzerine düşünüp vicdan azabı çekmeyi ekle. 

16 Haziran 2013

Apolitik diye yargılanan kuşak, Türkiye'ye demokrasi öğretiyor, üstelik orantısız güce orantısız zekayla!

Londra'dayız. Şehirdeki parkların büyüklüklerine ve insanların çimler üstünde keyif çatmalarına gıpta ile bakıyoruz. Kıyaslamak adettendir ya; İstanbul'da, şehrin göbeğindeki avuç içi kadar yeşil alanları sayıyoruz; Gezi Parkı'nın da adı geçiyor. Bilmiyoruz ve doğal olarak tahmin edemiyoruz, birkaç gün sonra Gezi Parkı'nın inanılmaz bir direnişe, birlik beraberliğe ve polis şiddetine konu olacağını... Konu kapanıyor.



Aradan birkaç gün geçiyor, cuma sabahı arkadaşlarımın Facebook'ta paylaştığı masumane ve olaysız Gezi Parkı fotoğraflarına bakıyorum. Ağaçlara sarılan insanlar, çimlerde kitap okuyanlar....



Akşam üstüne doğru olay şiddetlenmeye başlıyor, twitter'a daha sık göz atmaya başlıyorum. Akşam  toplantı kıvamında bir yemekteyiz, ben her fırsatta twitter'ı yokluyorum, Gezi Parkı bildiğimiz savaş alanı!  Fotoğraflar olmasa insanlar abartıyor diyeceğim. Masadaki sohbet bambaşka olduğundan kendi kendime çaktırmadan takip ediyorum.





Masadan kalkıyoruz, arabada eve dönerken annem ve babam ile tweet'leri paylaşmaya başlıyorum. Bir yandan insanların kalabalığı içimizi coşkuyla doldururken, bir yandan o insanlara uygulanan şiddet ve savaş alanı görüntüleri kanımızı donduruyor. Taksim'de olan arkadaşlarımla telefonda konuşup detaylarını alıyorum. Hiçbir şey abartı değil, herkes "Ben hayatımda böyle bir şey görmedim!" diyor. "İnanılmaz bir kalabalık ve film gibi bir savaş alanı" olarak tasvir ediyorlar.



Babam "Eve gidince izleriz haberlerde detaylarını." diyor. Gündeme çok meraklı olan anneannemin gözüne uyku girmemiştir zaten bunları izlemekten, ondan alırız havadisleri, diyoruz kendimizden çok emin.

Eve giriyoruz, anneannemin hiçbir şeyden haberi yok. "Nasıl olur?!" diyerek kumandaya sarılıyoruz. Yok! Haber kanalları dahil, hiçbir kanalda olup bitenden eser yok. Şok içinde bir yandan Digiturk kanallarını, bir yandan uydu kanallarını geziyoruz. Diziler var, haber kanalları alakasız olaylardan bahsediyor, tartışma programlarında "Taksim" lafı geçmiyor. Belki alt yazı geçiyorlardır, gibi iyimser bir tavırla daha yavaş taramaya başlıyoruz. O da yok! O gece, olup bitenden daha çok, medyanın bu kadar 'satılmış' olmasına öfkeleniyoruz.



O gece ben olmasam, twitter kullanmayan annem, babam ve anneannemin Taksim'de olanları ruhu duymayacak. Türkiye'deki çoğu insanın da ruhu bu yüzden duymadı. Halk TV'yi buluyoruz, olup bitenlerden bahseden tek kanal.




Ertesi gün erkenden gazeteleri kontrole çıkıyoruz, babam çok net: Manşetine koymamış hiçbir gazeteyi okumam, okutturmam. Gezi Parkı'ndan bahseden her gazeteyi alıyoruz, ya "kargaşa" gibi tabirlerle hiçleştirilmiş olup biten, ya da çok yetersiz bilgi var. 




Haber kaynağı ben oluyorum o andan itibaren. "Bak bakalım gelişme var mı?"
Gezi Parkı'ndan polisin çekilmesini, polis çekildikten sonra kanalların yayına başlamasını, bir gündür orada orantısız güç kullanımına direnmiş insanların, durduk yere olay çıkarmış gibi aksettirilmesini şok içinde izliyoruz.



Aradan günler geçti. Direniş bitmedi ve bozulmadı. Bütün Türkiye'ye yayıldı.
Medyanın ne kadar satılmış olduğuyla, demokratik yönetimden ne kadar uzakta bulunduğumuzla yüzleşmek kötü. Yaralanan, ölen, kör olan insanları, saldırıları izlemek iç acıtıcı.
Yine de...
Hayatımda ilk defa bu ülkeden çok umutluyum.
İnsanlar bir anda medenileşti, açılımlarla bölünen halk bütünleşti.
Halk kendi içinde örgütlenerek harikalar yaratıyor.
Türkiye'de inanılmaz şeyler oluyor.
Üstelik de bir yandan şiddete maruz kalırken, bir yandan inanılmaz bir mizah kullanıyorlar.
Sürekli gözlerim doluyor, sürekli duygulanıyorum.
Asıl yönetmesi, açıklama yapıp ortalığı yatıştırması gereken insanlar, ortalığı karıştırmak, insanları kışkırtıp birbirine düşürmek isterken, insanlar birbirlerine daha çok kenetleniyorlar.





Bazıları inatla anlamak istemese de şöyle bir gerçek var, bu hiçbir partinin marifeti değil, bu insanlar ortak bir partiye mensup değil. Bu insanlar özgürlük isteyen, artık canına tak etmiş harika insanlar. Biri içkisini içerken, diğeri namazını kılabiliyor. Bu ülkede ilk defa Beşiktaşlı, Fenerbahçeli, Galatasaraylı, Göztepeli, Karşıyakalı, Kürt, Atatürkçü, türbanlı, ateist, içki içen, işçi, yükseklisans mezunu, ünlü, ünsüz, paralı, fakir fukara, yaşlı, genç, ülkücü, solcu, Türk, turist, fahişe, avukat, doktor, homofobik, transeksüel herkes bir arada aynı şeyi savunuyor.




Elbette ki, bu gruba dahil olmayan, polisin arkasına sığınıp, insanlara sopa sallayan veya evinde oturup olup biteni tasvip etmeyen bir grup var. Ama o grup bile, bu olup bitenin ne kadar inanılmaz olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Eskiden burnunun dibinde biri bıçaklansa, görmezden gelip yürüyen; hiçbir şeyini yabancılarla paylaşmayan bir topluluk olarak yaşıyorduk İstanbul'da. Şimdi insanlar evlerini hiç tanımadıklarına açıyor, camiiler revir oluyor, formayla yan yana dursa kan çıkacak taraflarlar kardeşlik pozları veriyor...

Bu aralar çok kitap okudum, hayatımda pek çok şey oldu, daha Londra keşiflerimden bahsedemedim. Ama şimdi sırası değil!

Bu direniş ile ilgili sorulacak çok soru, eleştirilecek çok şey, işlem yapılacak çok hukuka aykırılık var. Tek bir yazıya bunları sığdırmak da imkansız. Ben şimdilik, bayıldığım, harika olduğunu düşündüğüm şeyleri paylaşmak istiyorum. Hepsine yetişemem; ama bir kısmı, belki aralarında kaçırdıklarınız vardır diye, huzurlarınızda: 

Fotoğraflara göz atarken, dün Mr. Feelgood'un bana dinlettiği "Omuz Omuza" şarkısını arka fon olarak tavsiye ediyorum, Kanadalı grup Digits'ten, dinlemek için tık!




















CNN Turk'ten penguen belgeselinin tekrarını isteyen kişiyi  atladıyanız tık!

Uzun olmakla birlikte tarafsız ve güzel bir belgesel izlemek isterseniz de tık!

Pinterest'im

Instagram'ım