30 Temmuz 2013

My dear, this is not Wonderland and you are not Alice.

Haftaiçi bir sabahın körü.  Duştan çıkmış, kremlenmiş, altıma siyah eteğimi geçirmişim. Hala ıslak olan saçlarım gömleğimi ıslatmasın diye üstümde sadece sütyen. Özel Antep peynirinden yapılmış sigara böreklerini kızgın yağa atıyorum, onlar kızarırken çamaşır makinesinden çıkardığım çamaşırları asıyorum. Sigara böreklerini mideye indirirken, Mr. Feelgood ile haftasonu planlarını konuşuyoruz. Dolaptan soğuk kahvemi alıp, topuklu ayakkabılarımı ayağıma geçirirken, ajandamın o günkü sayfasına göz atıyorum: Çok fazla iş var, evden çıkma saati gelmiş, fırla Sezo!

Ben hiçbir şeyden eksik kalmamak için yırtınan kadınlar gürühundanım. İstiyorum ki, hem çalışayım, hem her zaman bakımlı olayım, hem gezip tozayım, sık sık seyahat edeyim, sevdiğim arkadaşlarımla ara hiç açılmasın bol bol görüşelim, evim derli toplu olsun, mutfağımda leziz yemekler pişsin, fotoğraflar çekeyim, yoga yapayım, yazı yazayım, sağlıklı yaşam aktivitelerine kafayı takayım, en güzel kokteylleri ben yapayım... Gün 24 saat oldukça bu bir ütopya tabii. Hem yeni açılan mekanları sıkı takipte kalıp, arkadaşlarımla ve sevgilimle bol vakit geçirir, hem de sıkı çalışırsam; ev savaş alanına dönüyor ve ben paçozlaşıyorum. Ev ile bakım fasıllarını kurtardım mı, bu sefer de yorgun oluyorum, saat 23:00 dedin mi koltukta, sandalyede fark etmez sızacak kıvama geliyorum.

Böyle 'hayatımızda her şey olsun' temposunda yaşarken, bir de istiyoruz ki, romantik komedi filmi kıvamında bir ilişki yaşayalım. Romantizm ile adrenalin uçlarında dolanalım, gecelerde kopalım, parklarda kovalamaca oynayalım, iş çıkışları sarmaş dolaş yemekler pişirelim, haftasonları avaz avaz şarkı söyleyerek sahil kasabalarına yol alalım.

Hangi zamanda pardon?
Romantizm, aşk ve mıçmıç bir ilişki için gerçekten zaman yatırımı yapmak lazım. Bir kere bakımlı olmak lazım, yorgun olmamak lazım, ertesi günü düşünmemek lazım...



Hani doğru adamı bulamadığı için istediği ilişkiyi yaşayamadığını düşünenler var ya, kocaman kadınlar oldunuz, hadi bir silkelenin kendinize gelin. Günde mesela altı saatinizi bir adama ayırabilir misiniz? Biiiiiip! Anlaştık o zaman.

Kendimden biliyorum. Hayatımda bir adam var; ikimizi de tanıyanlar, bizim çok farklı karakterler olduğumuzu söylese de, kendimizi bile şaşırtacak bir biçimde tamamlıyoruz birbirimizi. Birlikteyken hep çok iyi vakit geçiriyoruz. Her şeyden konuşuyoruz, içiyoruz, evde baş başa çılgınlar gibi dans bile ediyoruz... Aradan sekiz aydan uzun zaman geçti, hala bana sarıldı mı heyecanlanıyorum, birlikte ne yaparsak yapalım keyif alıyorum. Yani dış dünya faktörünü çıkarıp attığımızda harika bir ilişki yaşıyoruz. Ama bu bir senaryo değil ve elbette ki dış faktörler var. Birimiz enerji patlaması yaşarken, diğerimiz o gün çok çalışmış pili bitik vaziyette olabiliyor. Birimizin hayatında her şey düzene girmiş tıkır tıkır işlerken, diğerimizin hayatı tepe taklak hale gelebiliyor. Bu örnekleri çoğaltmıyorum, ama biliyorsunuz sonsuza dek uzayabilir.

Olumsuz bir şey anlatmaya çalışmıyorum, insan hayatı paylaşmayı ve empati yapmayı öğretiyor. Bazen ailesinin bile yanında olmadığı bir anda yanında bir omuz, dertleşmeye hazır birini bulabiliyor. Ama bu durum o "ideal, hep gülücükler saçıp çılgın eğlenen" çift profiline uymuyor.



Tam bunlara kafa yormaya başladığım dönemde "Aslında Özgürsün"ü okumaya başladım. Duygu Asena.

Biri evli, evliliği inanılmaz monoton hale gelmiş, kocasıyla doğru düzgün bile konuşamaz hale gelmiş bir ev hanımı ile kendi işini kurmuş, bekar ve hayatının aşkını bıkmadan arayan bir kadının diyaloglarından oluşuyor kitap. Belgin ile Belma. Sadece bu kadınların değil, bu kadınların etrafındaki ilişkilerin de dedikoduları yapılıyor bu diyaloglarda. Kitap inanılmaz keyifli. Okurken her şey tanıdık geliyor, illa ki bir karakterde kendini buluyor insan.

Kitaptan sizin çıkaracağınız mesaj ne olur bilmiyorum da, benim vardığım yargı şu oldu: Bir ilişki istediğiniz gibi gitmiyorsa, karşınızdakini değil, kendinizi suçlamalısınız. Belki de siz artık eski siz değilsiniz, ilişkinin rehavetine kapılıp bambaşka bir insan oldunuz. Ve hala istediğiniz gibi gitmiyorsa, 'aslında özgürsün'üz, çekip gidebilirsiniz.

Kitaptan bir kaç alıntı ile bu yazıyı kapatıyor, kocaman öpüyorum:


Aşksız daha mutlu değil, daha huzurlu oluyor insan. Ama senin deyiminle yaşamasını bilen insan huzur aramıyor sanırım. Zaten huzursuzluk veren şeyin adı aşk. Huzur geldiğinde, aşk tasını tarağını toplayıp gitmiş oluyor çoktan. Farkına varmıyorsun ki, onu kovalayasın.

Zaten sen güzel olmayı sürdürsen bile fark etmiyorlar ki. Bazen yanında, en seksi iç çamaşırlarımla dolaşıyorum, kafasını kaldırıp bakmıyor bile. Unut bunları Berna, unut. Evliliğin onuncu yılında, sen mutfakta domates soyarken, arkandan beline sarılıp, yere yatırıp mutfakta sevişecek erkekleri unut. Hayal alemi içinde yaşama, evli arkadaşlarının da aklını karıştırma.

Bak bunun ölçüsü şudur Berna, aldığın keyif mutsuzluklarının üstündeyse yaşa, ama mutsuzluklar keyfe ağır basıyorsa çek git. Bunun ölçüsü bir kaç kez hata yaptıktan sonra çok da net ölçülür.

Yuva yıksa ne olur? Yuva dedikleri şey ne? Asık suratlı insanların bir araya gelip, hiç konuşmadan, hatta saygısızca yaşadıkları dört duvarsa eğer, neden yıkılmasın?

İnsanların kurtulmaları gereken ilk şey, çift yaşama zorunluluklarıdır. Bu içimize öyle işlemiş ki, eğer hayatımızda bir eş yoksa, çift yaşayamıyorsak, dünyanın en güzel şeylerini de tadıyor olsak tam tamına tadına varamıyor, hep bir eksiklik hissediyoruz, "Hayatın tadını kendi kendimize çıkartalım, yanımızda hoş biri varsa onda ekstra mutluluk duyalım.

Erkekler de bıktı kadınlardan artık galiba. Çok fazlalar, çok ortalıktalar, çok istekliler.

Değiştirmeye çalışma, imkansız, kimse değişmez, değişmiş gibi yapar. Pek çok tarafını beğeniyorsan, beğenmediklerini görme, bırak yaşasın, sen istemiyorsan katılma.

İşte uygar bir erkek, onlar sormazlar böyle. Biz olsak, ne kadar uygar olursak olalım, hemen başlarız sormaya, "Hangi arkadaşı, arkadaşının adı ne, niçin gidiyorsun, çok mu sevdin o arkadaşını, tipi nasıl, güzel mi, uğraşacak daha iyi bir iş bulamadın mı?" Sürekli de küçümseriz her şeyi, bizim dışımızda, bize sormadan yeni bir iş yapıyor ya, hele de işin içinde tanımadığımız bir kadın varsa olay hemen saçma, iğrenç, aptal olur.

Aslında ne tuhaf değil mi? Bir adamı çok şık, çok titiz, çok güzel giyiniyor, bakımlı diye beğeniyoruz. Birlikte olmaya başladıktan sonra birden bunları önemsememeye hatta sinir olmaya başlıyoruz. Sonra onun tamamen zıddı bakımsız, salaş görünümlü bir erkek ilgimizi çekiyor, bu kez ona böyle olduğu için bayılıyoruz. Ne istiyoruz biz? Neden mutlu olamıyoruz?

Aşk kıskançlığı, sahip olmayı, merak etmeyi, sürekli ilgilenmeyi ve ilgilenilmek istemeyi içeriyor. Bu da dırdırı ve hesap sormayı başlatıyor. Ve sonra tabii, her şey bozuluyor.

Başta öyle düşler içindeyiz ki, bunları bozmamak için büyük çaba harcıyoruz. Aman ben bir şey yapmayayım, aman onu kızdırmayayım, huzurunu kaçırmayayım... Ama biz boyun eğdikçe hiçbir şey iyiye gitmiyor, biz sustukça onlar iyice kudurup özgürleşiyor. Tamam özgürlük olsun da, bize de olsun. Yani annelerimizden babalarımızdan öyle gördük diye bunu sürdürmememiz gerek.

Çoğu kadında ne var biliyor musun? Bir erkekle uzun süre birlikte oldular mı, ondan sonra başka birini bulup mutlu olamayacaklarını sanıyorlar. Ne olursa olsun bulunmaz Hint kumaşı gibi ömürlerini o adamla geçirmek istiyorlar. Kendilerini kandırıyorlar, "Seviyorum, aşığım" diyorlar. Oysa aşk maşk yok ortada, sadece alışkanlık ve kendine güvensizlik. Yeni bir hayat, yeni bir savaş korkutuyor onları.

- Hayatı nasıl bu kadar hafife alıyorsun anlamıyorum.
- Sen ağıra alıyorsun da ne oluyor? Hayat hafif Belgin, hafif. Yarın belki de yokuz.




29 Temmuz 2013

Bu haftasonu seyahate hazırlananlara: küçük valizle seyahat etme rehberi

Uzun zamandır ilk defa bir cumartesi günü evde oturuyorum. Ajandamda ardı ardına gelen yapılacak işler yok. Tek bir işim var; bir dilekçe hazırlamak. Normalde o kadar koştur koştur yaşıyorum ki, bazı şeylerin farkına varmam için, tembellik yapmasam bile evde vakit geçirmeye ihtiyacım varmış. Dişi yanımı bu aralar kaybetmişim, bakım fasıllarım azalmış, eve hiç özenmez olmuşum, alışveriş bile yapmamışım bir süredir ve tabii bağlantılı olarak buraya hiç dişi-sel yazı yazmamışım. Bugün anladım.

O yüzden hazır bayram çok yaklaşmışken, bu hafta sonu muhtemelen herkeste bir valiz hazırlama telaşesi olacağından, hemen arayı kapatayım istedim.


Bu yazı, minicik sırt çantaları ile seyahat eden üstadlarıma değil, kaplumbağları idol alıp iki- üç günlük tatile bütün gardrobunu omuzlayıp çıkan hemcinslerime...



Yapmayın... Hem yazık, o valizde kirliler temizler karışacak, hiç giymedikeriniz bile kirlenecek, her şey yıkanacak ütülenecek, tatilden dinlenip geleceksiniz, daha valizinizi boşaltırken yorulacaksınız. Hem artık uçakların seyahat kilo limitleri oldukça sınırlı, boş yere ekstra kilo ödemeyin, bir kokteyl fazladan içersiniz o paraya. Hem de bu bir nevi "ben pek seyahat etmiyorum"u alnınıza yazmak gibi oluyor.İnsan ne kadar çok seyahat ederse, o kadar az ve öz eşya taşımaya başlıyor çünkü.

Erkekler için zaten olay çok basit. Bir jean, birkaç t-tshirt, bir şort, iki gömlekle iki haftalık tatili kotarabiliyorlar. Asıl meziyet, kadın olup da az ve öz eşyayla seyahat etmek.

Aklınızdan "ya lazım olursa?"yı atamıyorsunuz ve harika görünmek istiyorsunuz biliyorum. O yüzden tepeleye tepeleye doldurmaktan vazgeçemiyorsunuz valizinizi. Ben de öyleydim. Gittikçe geldikçe, omzum koptukça, valiz boşaltmaktan bayıldıkça küçülmeye başladım. Artık iki üç günlük kaçamaklarda spor çantası gibi seyahat çantalarına, iki haftaya kadar kaçışlarda kabin boy bagaja düştüm.

Sırt çantası tatilcisi olmak için "her yere bir jean ceker giderim"cilerden olmak lazım, o da benim tarzım değil :)
Henüz...



Peki nasıl küçültüp hafifleteceksiniz çantanızı?

1) Öncelikle kıyafetleri boşverin, fikir sahibi olun. Gittiğiniz yerde hava nasıl? Gece hayatı var mı? Bütün gününüz plajda mı geçecek? Yoksa bütün gün sokakları ve müzeleri mi arşınlayacaksınız? Şık restoranlar olan bir yere mi gidiyorsunuz, yoksa daha salaş kafada bir yer mi? İkisi de deniz kenarı ama Çeşme valizi ile Kaş valizi bir olmaz mesela. İlk defa gidiyorsanız arkadaşınıza sorun, olmadı google'a sorun, hiç olmadı tweet atın mention bekleyin filan. Blog yazanların oralarda giydiklerinden kopya da çekebilirsiniz.

2) Tabii ki tatile gidiyorsunuz, her gün ne yapacağınız saat saat belli değil; ama gündüz ve gece olarak her günü ikiye bölmek en garantili çözümdür. Gündüz için düz taban ayakkabılar / terlikler ile rahat kıyafetler, akşam yemeği veya gece için daha şık seçimler her zaman olayı kurtarır.

3) Kombinasyon yapın. Her şeyi valizinize atıp orada uydurmaya çalışmak yerine, kombinleyerek valize koymak hem fazla kıyafetten hem de tatildeyken hazırlanma süresinden kazandırır. Hem de üstünüzde nasıl durduklarını bir kere daha kontrol etmiş olursunuz, orada iyi mi durdu popomu büyük mü gösterdi endişesine kapılmazsınız.

4) Kombinasyonları yaparken, birbiri ile uyabilecek renkleri seçmeye çalışın. Bu, özellikle en çok yer tutacak ayakkabılar bakımından avantaj sağlar. Bir düz taban, bir topuklu attınız mı çantaya, biter iş. 
Aynı şey çanta için de geçerli, bir büyük bir küçük çanta ile idare edebilirsiniz bu durumda.



5) Yani üç günlük tatile gidiyorsanız, altı kombinasyon size kesin yeter. Hatta emin olun en az birini giymezsiniz bile.

6) Her türlü süprize açık olanlar, bir tane de havalı bir elbise olsun valizinizde. Hayatınızın aşkı ile karşılaşabilir, bir düğüne davet edilebilir, çok havalı bir partiye gider bulabilirsiniz kendinizi... :))

7) Gelelim kozmetiklere... Tatil ruh halinde harika görüneceksiniz, peelingler maskeler taşımanın anlamı yok. İlla vücudunuzun her noktası için ayrı krem kullanmakta ısrarcıysanız, Watsons ve Gratis'te satılan, minik krem doldurma kaplarından alın, size yetecek kadarını götürün. Bence nemlendirici, makyaj temizleyici ve güneş kremi üçlüsü her yere yeter.

8) Diş fırçası, cımbız, tırnak makası, tarak olmazsa olmaz unutmayın.

9) Valizinizi tıka basa doldurursanız, dönüşte kapatamazsınız. Kirliler, temiz ütülü hallerinden daha çok yer kaplayacaktır. Hatta alışveriş çılgınlığına müsait bir yere gidiyorsanız, valizinize bir çanta daha atın.


10) Havlu taşımaya kalkmayın, peştemal aynı işi görür, daha az yer tutar ve daha tarz durur.

11) Son olarak da unutmayın, muhtemelen dağ başına gitmiyorsunuz. İhtiyacınız olan her şeyi oradan alabilirsiniz. Alışveriş bahanesinden daha tatlı ne olabilir ki? Ben mesela en son Londra seyahatimde deri ceketimin yetmediği bir gün, Urban Outfitters'e dalıp kendime o gün giymelik bir de sweatshirt aldım. En son deniz fasıllarımızdan birinde de babamı yoldaki her bakkalda durdurup, güneş yağı sordum. Şampuan,duş jeli, diş macunu gibi şeyler kalacağınız yerde mevcut değilse bile her yerde kolayca bulunabilir alınabilir. 



Benim seyahate çıkarken asıl olmazsa olmazım fotoğraf makinesi ile not defteridir. Gerisi her türlü halledilir. 

Gezgin kalın!


Çarşamba akşamı koştur koştur İstanbul'u terk etmeyenlerdenseniz, bayrama muhteşem bir açılış yapabilirsiniz. The XX, Parkorman'da olacak. Sırf bu konser için ben tatilimi bir gün geç başlatıyorum! Bu yazının sonuna da şahane bir parçasını koyduk mu, tamam, valizinizi hazırlarken iyi gider:

Teardrops by The XX on Grooveshark

Not Defterim: Ben bir robotum, Suma Beach, Yeni Lokanta, Kardeşimin Hikayesi, Çapulcu Pazarı, Muaf

Temmuz ayı boyunca hiçbir haftasonumu İstanbul'da geçirmemiştim. Her cuma minik bir çanta ile yollara düşmüş, iki gün boyunca yüzmüş güneşlenmiş, pazar gecesi İstanbul'a dönüp pazartesi iş başı yapmıştım. Kaş, Yayla Sahili, Altınorfoz'da geçen günler şahane olmasına şahaneydi de, aynı zamanda iki gün içinde 6-7 saati yolda geçirmek inanılmaz yorucuydu. O yüzden bu haftasonu için daha sakin bir plan hayal ediyor; günübirlik wake board veya İğneada'da huzurlu iki gün arasından seçim yapmaya çalışıyorduk.

Cumartesi günü oldukça geç bir saatte uyandık, dışarısı çatır çatır sıcaktı, "I'm a cyborg but it is ok" izlemeye başladık. Oldboy ve Stoker'dan sonra Chan-wook Park'dan şeker gibi bir film beklemek zor geliyor biliyorum; ama bu gerçekten gerilimsiz, keyifli, neşeli bir film. 

Başkahramanın, kendisini fare sanan ve yalnızca turp yiyen büyükannesi bir gün doktorlar tarafından götürülür ve takma dişleri torununa kalır. Oysa ki torunu bir robottur ve takma dişler onun hiçbir işine yaramayacaktır. Daha da kötüsü bu robot, amacının ne olduğunu bir türlü anlayamamaktadır. Yolu bir akıl hastanesine düşer ve bir aşk hikayesi başlar. 

İzlediğim en güzel aşk filmlerinin Uzakdoğu'dan çıkmasına artık alıştım, bu da yine oralardan absürd olduğu kadar tatlı bir aşk hikayesi.



Mr. Feelgood ile klimanın karşısında iki seksen yayılmış, bir şeyler izleyip keyif çatarken ben arızaya bağladım. Evet belli ki yorgunduk, belli ki dinlenmeye ihtiyacımız vardı; ama yine de haftasonunu klimalı bir odaya kapanmış olarak geçirmek beni rahatsız ediyordu. Haftasonu böyle harcanamazdı, bir şeyler yapılmalıydık!

Kahve içerek ayıldık, duş alarak yenilendik ve üzerimize rahat bir şeyler geçirip evden fırladık. Metronun Darüşafaka çıkışındaki parkta takılarak saatin 22:00 olmasını bekledik.


Veee bir süredir herkesten duyduğumuz Wake Up Call Suma Beach'in yolunu tuttuk. "Amaaan çok uzak Kilyos", "Araba ile gidilecek yerde nasıl rahat rahat alkol içeceğiz." demeyin, çünkü Darüşafaka ve Taksim'den servis kalkıyor, aynen de sizi buralara geri bırakıyor.

İstanbul sokaklarının bir süredir terk edilmiş olduğunun illa ki farkındasınızdır. Gece dışarı çıkıp da her tarafı bomboş görünce, bunun nedeni Gezi Parkı olayları mı, yaz tatili mi, yoksa Ramazan mı, yoksa hepsi birden mi diye düşünüyorduk. Cevabını Suma Beach'e gidince çözmüş olduk, İstanbul'da kalan gece kuşlarının hepsi buraya gittiği için her taraf bomboşmuş.

Ortam gerçekten şahane, içeri girdiğiniz anda İstanbul'da olduğunuzu unutuyorsunuz. Abartı süslenmeye yer olmayan, düz taban ayakkabılar, şortlar, elbiseler giymiş insanlarla dolu, püfür püfür bir ortam burası. Tepelerde minik renkli ampuller, oyuncak uçan kuşlar, ortalıkta dolanan süper tatlı köpekler... Her mekanda canımızı sıkan bir ses kısıtlaması var bu şehirde malum, konserler bile gece yarısı olmadan bitiyor. Burada ise sabaha kadar bangır bangır müzik çalıyor, ses kısılmadığından dans etme gazınız hiç bitmiyor.




İçeri girdiğiniz zaman, kasada para veriyor ve karşılığında boncuklar, yelpazeler, gözler alıyorsunuz. Sonra içki alırken bunları veriyorsunuz. Boncuklar bira, yelpazaler kokteyl, gözler shot... Çok eğlenceli olan bu detayı sevdim; ama bunları kaybetmek işten bile değil. O yüzden keşke bunların takılabileceği bir deri bileklik filan verseler girişte diye düşünmeden edemedim.


Atmosfer, kitle, ses sistemi harikaydı. Tek bir kasa olması ve içki almak için çekilmez uzunlukta bir kuyruğa girmek zorunda kalmak ise derhal çözüm bulunması gereken bir mesele.

Müzikler bizim bayıla bayıla dinlediğimiz bir tarz değildi (house), hep aynı ritimde devam ediyor olması bir noktadan sonra çok yüksek kafada olmayan bizi rahatsız etmeye başladı, o yüzden saat 3:00 gibi keyifli bir gece geçirmiş olarak çıktık oradan. Bir dahaki sefere gündüz gidip plajını denemek var aklımda.


Yok eğlenmek için Kilyos'a gidemem, dans etmekle de işim olmaz, keyifle içkimi yudumlamak istiyorum diyenlere de Yeni Lokanta'yı şiddetle tavsiye ederim. Taksim Kumbaracı Yokuşu'ndan aşağı inerken sol tarafta minicik bir restoran. Changa'nın şefi Civan Er, kendi mekanını açmaya karar verince ortaya çıkmış. Çalışanlar inanılmaz ilgili ve güler yüzlü. Sahanda hellimli köfte yedim, lezizdi. Barda neredeyse bütün kokteyllerden içtim. Uzun zamandır ilk defa yalapşap değil, özenle kokteyl hazırlayan bir mekan bulabildiğim için havalara uçtum. Özellikle "fuki" tam bir yaz kokteyli, bara oturup, House Cafe'den transfer yakışıklı barmenden bir fuki içmeden bu yazı kapatmayın.


Pazar sabahı evde giymediğimiz kıyafetlerimizi toplayarak, bisikletlerimize atladık ve Yoğurtçu Parkı'na gittik. Burada her pazar Çapulcu Pazarı kuruluyormuş. İşinize yaramayan her şeyi toplayıp gidiyorsunuz, ihtiyaç sahipleri de buradan beğendikleri şeyleri alıyorlar.

Bir tezgahta iki tane DVD beğendik, fiyatlarını sorunca, "lütfen buyurun" cevabı aldık, teşekkür edip çantamıza attık. İstanbul'da alışkın olmadığımız şeyler bunlar malum.




Çapulcu Pazarı'nda işimiz bitince de, yine atladık bisikletlerimize Moda'ya gittik. Merak ettiklerimiz listesinde yer alan Muaf'a oturduk.



Shazam kullanma isteği uyandıran güzellikte müzikler çalıyorlardı ve yediğimiz her şey gerçekten çok lezzetliydi. Sadece servis çok hızlı değil. Açlıktan ölmediğiniz bir zaman, Moda'ya yolunuz düştüğünde uğrayın, eminim çok seveceksiniz Muaf'ı. Karakterli ve keyifli bir mekan.


Haftasonunu da parkta çimlerin üzerinde püfür püfür keyif yaparak tamamladık.
Güneşlenme ve parkta yayılma eşlikçisi olarak Zülfü Livaneli'nin Kardeşimin Hikayesi kitabını tavsiye ederim. Oldukça akıcı ve sürükleyici bir roman bu. Küçük bir kasabaya taşınmış, gerçek hayatın aslında edebiyattan hiçbir farkı olmadığını, çok kitap okumanın insanları anlamayı sağladığını savunan, evinde kitaplardan oluşturulmuş duvarlar bulunan bir adamın ağzından dinliyoruz bütün hikayeyi. Yaşadığı kasabada bir cinayet oluyor, sevdiği bir arkadaşı öldürülüyor. Ama roman bir cinayet romanından ibaret değil, o sadece kurgunun bir parçası. Süprizli bir final de o akıcılığa güzel bir nokta koyuyor.

Kitaptan sevdiğim bazı cümleler:

İşte anahtar kelime bu: hayatın özü, büyük sırrı, olmazsa olmazı: Unutmak. Eğer unutmak diye bir şey olmasaydı, yaşam da olmazdı. İnsan unutmadan hayatını sürdüremez.

Kimse kimseyi bilemez. Çünkü herkesin anlattıklarının bir kısmı kurgudur, kiminde daha az, kiminde daha çok.

Zaten hayatta anlamlı olan değerler parayla sahip olunamayanlar.

Keyifli bir hafta olsun! =)

21 Temmuz 2013

Aşkta mesele şu ki... O dönme dolap, adı üzerinde, dönüyor... Yükseliyor... Alçalıyor... Ama sen hep en tepedeki halini anımsıyorsun.

Haftada bir kaç gün Kartal'a gidip geldiğim ve toplu taşımada geçen saatlerde yapılabilecek en güzel şey yorucu olmayan kitaplar okumak olduğu için, bu aralar 'yeni çıkan' ve 'çok satan' ne varsa silip süpürüyorum. Hukuki bir şey ya da dikkat gerektiren kitaplar akmıyor ama dili kolay, konusu keyifli romanlar şahane gidiyor. Nasıl geçtiğini anlamadan hoop Akatlar'da, hop Kartal Adliyesi'nde oluyorum.

Başka romanı olup olmadığını bile bilmediğim, hiçbir zaman da ilgiyle takip ettiğim insanlar arasında yer almayan İclal Aydın'ın kitabı Bir Cihan Bir Kafes'i okumaya da böyle başladım. Ve ne yalan söyleyeyim zoraki benzetmelerle süslenmiş girişinde ve özellikle de "unutulmaya yüz tutmuş gençliğiyle bastırdığı hasretlerini bir güzel karıp acılı ezme yapan kadınların mutfağı" kısmında "off!" çektim.

Ama sonra hikayelerin içine girdikçe romanı sevmeye başladım. Gerçi galiba ben kadın hikayeleri anlatan kitapları genel olarak seviyorum. 



Bu romanda da üç ayrı kadının hikayesi var: 1940'larda köyde yaşayan, her kız çocuğu gibi erkek kardeşlerine verilen her güzellikten mahrum kalan Samire; 1970'lerde ailenin ilk okuyan ferdi olarak gurur kaynağı olan ve doğuya gidip öğretmenlik yapmaya başlayan Yaşar ve 2000'lerde İstanbul'da başarılı bir iş kadını olan bekar anne Lorin. Kitap onların geçmişleri ve şimdileri arasında gidip gidip gelirken, kadınların hikayeleri de içiçe giriyor.

Bu hikayeyi bazen bölen, rüyalarını, kumsalda kalp şeklindeki çakıl taşlarını anlatan anlatıcı olmasa bence çok daha güzel, bölünmeden okunan bir roman olurmuş. 

Her romanda kendime yakın hissettiğim veya aşık olduğum bir karakter olur. Bu romanda da Doruk aklımı başımdan aldı. Süprizleri, sahipleniciliği, bitmeyen güzel planları, iltifatları, Lorin iş mailleri arasında bulsun diye "Yaptığım, yaşadığım her şeye anlam kattın. Şimdi dinlediğim bu müzik, içtiğim içki, penceresinden seyrettiğim şu şehir hepsinde sen varsın." ve  "Ben mutlu etmeliydim seni! Ben teselli etmeliydim. Geçmişin geleceğin kahramanın ben olmalıydım. Soluğunu kesmeliydim seni sevmekten." gibi cümleler içeren mailler atması...

"Aşkla kendi dünyalarını döndürürken Doruk elinden tutup tutup götürdü Lorin'i. Her fırsatta bir başka ülkede, bir başka kasabada, bir başka deniz kıyısında uyandırdı sevdiği kadını."

İclal Aydın, bir erkeğin sevgisinin ve bir kadının sevildiğinden emin olmasının yarattığı o yerden beş karış havada gezdiren ruh halini (aşk?) çok güzel anlatmış bu romanında.

"Doruk'tan sonra tam bir kadın olmuştu sanki. Doruk öğretmişti ona kendini, bedenini, zenginliğini... Sanki yüzyıldır uyuyordu... Sanki Doruk gelip onu öperek uyandırmış, dünyayı, zamanı, insanları, hayatı yeniden anlamasını, anlamlandirmasını sağlamıştı. Yaşamaya baştan başlamıştı onunla."

"Hayatında hiç o kadar güzel olduğunu anımsamıyordu. Bir erkeğin sevgisi işte bu kadar güzel kılıyordu bir kadını."

"Yaptıgı her eylemin Doruk'la bir ilgisi vardı. Yıkanıyordu çünkü Doruk koklayacaktı. İşlerini büyük bir hızla hatasız bitiriyordu çünkü Doruk'a kavuşacaktı. Neşeliydi, yaratıcıydı, becerikliydi, enerjikti... Çünkü Doruk vardı yolun sonunda."

Her ne kadar Doruk sadece bir roman kahramanı olsa da, bana ister istemez Mr. Feelgood ile yaptığımız tartışmaları hatırlattı. O hep, Doruk tarzındaki adamların sevgi gösterileri için "Sevgi böyle bir şey değildir. Bu şov yapmaktır." derdi. Ben de inatla "Sevmek eyleme dökülmedikçe çok yararsız ve anlamsız. İşte bu yüzden bazı büyük sevgiler anlamsız, bazı küçük sevgiler yüceltici." bakış açımda diretirdim. 

Ne de olsa şöyle bir gerçek var; biz kadınlar, iyi anlaştığımız bir adamla gerçekten mutlu olabiliriz; ama ayaklarımızın yerden kesilmesi, dünyasının merkezini o adamın oluşturması için, şık jestlere, süprizlere, aşk sözcüklerine ihtiyaç duyarız. Kendimizi o zaman tam anlamıyla kadın hisseder ve karşımızda teslim oluruz. O adamın bize hissettirdiklerine bağımlı hale geliriz çünkü.

En azından ben böyleyim. Hayatımda iz bırakan, bugün bile andığım zaman yüzüme bir gülümseme yayılmasına neden olan adamlar bana kendimi bir romantik komedinin baş kahramanı gibi hissettiren, "Rüyada gibiyim!" dedirten, sürekli şaşkınlık "Aaa!"ları çıkarmamı sağlayan adamlardı.

Spoiler vermek istemem; ama romanda Lorin ile Doruk'un ilişkisinin devamında olanlar ve Doruk'un tam manasıyla mala bağlaması, ilk defa Mr. Feelgood haklı mı acaba diye düşünmeme neden oldu. Yani ilk defa "Karşısındaki kadının ayağını yerden kesen jestler yapan adamlar aslında kadını sevmiyor olabilir mi?" sorusunu sordum kendime. Belki de o ruh hali başlangıçta çok tatlı gelse de, aklın başından giderek bütün hayatını unutarak bir ilişki yaşamaktansa; aklın başında sevmek, aklın başındayken mutlu bir ilişki yaşamak daha doğru, diye düşündüm.

Sonra uçağım indi, İstanbul'a geri döndüm.
Mr. Feelgood ile telefonda konuştuk. Hastayım dedi, akşama iftar organizasyonu yapmış ona gidecek hali bile yokmuş, bıdı bıdı bıdı... Cam kırılması gibi bir ses efekti isterdim o ana. Bir adam ona karşı olan şevkimi istese bu kadar başarılı kıramaz sanıyorum. Evet hasta olabilirsin, ama "özlemek" fiilini cümle içinde kullanmak bu kadar zor olmasa gerek. Veya pazar akşamı benim geldiğimi bile bile, iftar etkinliğini pazar yerine cumartesiye kondurmak, pazar akşamında beni içeren bir etkinlik yapmak için olağan üstü bir organizasyon yeteneğine ihtiyaç yok. 

Çok sevdiğim bir arkadaşımın böyle durumlarda harika bulduğum bir "mahçubiyet" kriteri var: Evet herkes zaman zaman karşısındakini mutlu edecek şeyi yapmayabilir, ama önemli olan bu  anda (sonradan değil) mahçup olup olmaması. "Ya aslında bugün seni görmek isterdim ama hastayım / bu organizasyonu başka zamana yapmamın imkanı yoktu." demek bütün olayın rengini değiştirebilir örneğin.

Mesele şu ki, bazı adamlar değil senin ayaklarını yerden kesmek, senin kendi kendini gaza getirip hafifçe yukarı ittirdiğin ayaklarını bile yere indirme becerisine sahip. Ve bunu konuşa konuşa nazikçe sakince anlata anlata değiştiremiyorsun, artık eminim.


Kitaptan en sevdiğim cümleler: 

"Allah günahta ısrarı ve isyanı sevmez. Israrlı mutsuzluk günahtır, isyandır."

"Aşkta mesele şu ki... O dönme dolap, adı üzerinde, dönüyor... Yükseliyor... Alçalıyor... Ama sen hep en tepedeki halini anımsıyorsun."

Yolculuk ve plaj eşlikçileri listenize eklenesi bir roman bu.
Güneşle bronz kalın! :)


16 Temmuz 2013

Saatsiz kasabada: Elin yanmazsa, paran iade!

Onunla tanışma sahnemizi, hafızamı ne kadar zorlarsam zorlayayım hatırlayamıyorum.
12-13 yaşlarındaydık, ilkokulu henüz bitirmiş, yeni bir okulda hazırlık sınıfına başlamıştık. Haftada yirmi dört saat 'herr' ve 'frau'larla Almanca öğreniyorduk. Başka dersimiz yoktu. Okuldaki herkes bizden daha büyüktü. Biz liseli abilere aşık olurduk, onlar da kendilerinden altı yedi yaş küçük veletlerin ilgisine bayıldığından sanırım bizi hiç yok saymazlardı. O yıl, aynı anda o kadar çok kişiyle tanışmıştım ve hayatım o kadar değişmişti ki, onunla tanışmamızı hatırlayamıyorum.

Hep sevdik birbirimizi, okul dışında da görüştük, haftasonları süslenip püslenip Gazipaşa'da turlar attık; ama asıl yakınlaşmamız bunlardan üç yıl kadar sonra, liseye başlarken ikimizin de TM seçerek aynı sınıfa ve hatta aynı sıraya düşmesiyle oldu. O üç yılı, aynı sırada dirsek dirseğe, birbirimizi başka herkesten daha fazla görerek geçirdik. İlk sevgililerimiz, üniversite hayallerimiz, test kitaplarımız, derste çantamızdan yumak ve şiş çıkarıp atkı örmelerimiz, kopyalarımız, gelecek endişelerimiz, disiplini ile ünlü müdürümüzün odasına "çadırımın üstüne şıp dedi damladı" diye göbek atarak girmemiz, ön ve arka sıralarımızdaki dedikodu ekibimiz...

Sürekli icatlar çıkarırdık. Okul kayıtları için her dönem bütün öğrencilerin fotoğrafları çekilir ve bunun için okula bir fotoğrafçı çağrılarak para ödenirdi. Lisenin ilk yılında "Bu fotoğrafların aynısını biz de çekeriz. Boşuna para ödemeyin fotoğrafçıya." teklifi ile gitmiştik. Sonraki üç yıl boyunca gerçekten de biz çektik fotoğrafları. Karşılığında müdür yardımcısının oda anahtarına ve canımız sıkıldığında "Bizim fotoğraf çekmemiz lazım" şeklinde garantili dersten tüyme bahanesine kavuşmuştuk.

Testler, umutsuzluklar, hayaller, aşklar, hırslar derken üniversite sınav sonuçları açıklandı: Bir İstanbul Hukuk, bir Marmara Hukuk. İstanbul sayfamız böyle başladı.

İstanbul Life ve Time Out İstanbul'un her sayısını Anayasa ve Medeni Hukuk kitaplarını etmediğimiz kadar hatmederdik. Elimize nereden geçtiği meçhul üç boyutlu bir Taksim haritamız vardı, gitmek istediğimiz mekanları bu harita üzerinde işaretler, süslenir püslenir giderdik. İstanbul'daki ilk yıllarımıza dair o kadar çok anımız var ki... Geriye dönüp baktığımda en çok, Kolpa dinlemeye ilk gittiğimiz geceye ve hayatımızdaki ilk tekila içişimize gülüyorum. Kişi başı altı yedi shot yuvarlamış, sonra da bizde hiç bir etkisi olmadı diye güvenle çıkmıştık sokağa... Yerseniz :)

Özellikle bir gece var ki, ömrüm boyunca unutmayacaklarım arasında. Sabaha kadar Taksim'de eğlendikten sonra, yürüyerek Taksim'den Bebek'e gitmiştik. Bebek sahildeki Gloria Jeans'te oturmuş ve kendi paramızı kendimiz kazanmaya karar vermiştik. Ve ne yaparak? Anketör olarak. Nasıl bir özgüven patlaması yaşıyorsak, güzel olduğumuz için herkesin bizimle konuşmak için sokakta duracağına ve paraya para demeyeceğimize inanmıştık. Anketör olmadık, ama hayatımda 40 saat hiç uyumadan geçirdiğim tek zaman dilimi o gece ve devamıdır.

Sonra üniversite öğrenciliği bize yetmez oldu, çalışmaya başladık, çok sevdiğimiz başka arkadaşlarımız da oldu ve daha az görüşmeye başladık. Hiç kopmadık, hiç küsmedik, hiç bozulmadık birbirimize. Çok eksi arkadaşlıklara özgü bir şey bu galiba,araya ne kadar zaman girerse girsin görüştüğünde sanki bir önceki gün birlikteymişsiniz kadar yakın hissetmek, hiç yadırgamamak...

Uzun zaman görüşmedikten sonra, Hardal'daki bir gecemizi hatırlıyorum. Dünyayı ve yanımızdaki adamları unutacak kadar dalmıştık kendimize, birbirimize.

Yıllar geçti, daha yoğun çalışmaya başladık, avukat olduk, Çağlayan Adliyesi koridorlarında duruşma beklerken karşılaşmaya başladık. Çok net hatırlıyorum, adliyedeki terasta bir sabah kahve içerken, "Ben bu adamla evlenirim." demişti daha ilişkinin ilk aylarındayken. Gerçekten de o adamla nişanlandı ve Keşan'a taşındı.

O kadar garip bir his ki, o kadar çocuk halini bildiğin birinin nişanlanması, evlilik hazırlığı yapması, yeni bir hayat kurması. Heyecanlanıyorsun, seviniyorsun, merak ediyorsun, aklın kalıyor, karmakarışık oluyorsun. İşte bu yüzden geçtiğimiz haftasonu onu görmek için yogitam ile yola düştük ve yazlıkları Yayla'ya gittik, Saroz Körfezi'ne... Aslında tek maksadımız onu iyi ve mutlu görmekti; ama gitmişken çok daha fazlasını bulduk. Matrak şahsına münhasır insanlarla tanıştık, bir evde sekiz kız kalarak bol bol şamata yaptık, beklediğimden çok daha güzel bir denize girdik, bronzlaştık...

Ola ki, Yayla'ya yolunuz düşerse mutlaka yapılacaklar:

1) Saatinizi kolunuzdan çıkarın. Burada aceleye koşturmaya hiç gerek yok. Ben iki gün boyunca sadece bir kere karnım çok acıkınca yemeğe ne kadar kaldı diye saate baktım. Acele yok, gün uzun.

2) Bütün gününüzü denize ayırın. Deniz beklediğimden çok ama çok güzeldi. Liman Arkası popüler bir güneşlenme adresi, burada denize karşı Niğde Gazozu yudumlayın.

Acıkırsanız da sürekli simitçiler geçiyor, sade, peynirli, çikolatalı simit satıyorlar. "Elin yanmazsa paran iade!" diyerek...




 3) Liman Arkası'na güneşlenmeye giderseniz, denizi önünüze alıp, sağ tarafa doğru kaptırın kendinizi, çamurlu kayayı bulun. Kayadan çıkan çamura bulanıyorsunuz ve sonra gerçekten yumuşacık oluyor teniniz.


4) Biz akşam yemeğine Güler Balık'a gittik. Mezeler oldukça lezzetli, canlı fasıl şahaneydi. Ama siz siz olun, üzerinize kalın bir şeyler almayı sakın unutmayın. Söylemeye gerek yok, Trakya'dasınız, rakı zamanı!

5) Gece eğlencesi Liman'a gitmek, arabayı çekip, farlarını kapatıp yıldızları izlemek. Dileklerinizi hazırlayın, her beş dakikada bir kayan yıldız görüyorsunuz. Yeterince romantik dakikalar geçirip, bütün dileklerinizi diledikten sonra, arabadan müziğinizi açıp açık havada dans ediyorsunuz.

6) Görüntüsünün çok cazip olmadığını kabul ediyorum; ama peynir helvası yemeden sakın dönmeyin, tadı çok iyi.


09 Temmuz 2013

Ütopik Kasaba Kaş'ta Bir Haftasonu

Kışın ortasındayız, yazı her hücremizle özlüyoruz.
"En güzel deniz" diyoruz; ben Mikanos'tan şaşmıyorum, Mr. Feelgood Kaş'tan... "Ben Kaş'a hiç gitmedim." diyorum. O aylarda yeni yeni tanışıyoruz, ilk ay ben kalkıp Cenevre'den Zürih'e bir İsviçre turu yapmışım, ikinci ay bir haftasonluk Bolonya'ya kaçmışım. "Bu kadar geziyorsun, nasıl Kaş'a gitmezsin?!" diye şaşırıyor. O andan itibaren İz Tv'deki belgeseller ile annemin "Deniz, Kaş'ta başlar" lafı da iyice merakımı arttırıyor ve biz gerçekten altı aydan uzun bir süre Kaş'a gitme hayali kuruyoruz.



Benim ekime kadar işe başlamaya çok niyetim olmadığından, rahat rahat Kaş'a gideceğimizden eminiz. Derken ben işe başlıyorum. "Ertelemekle olmayacak, kısa uzun diye naz yapmadan gidelim" sonucunda cuma günü valizimle gidiyorum işe. Patronum da "Kaş'a aşık olursun." diyerek son gazı veriyor ve Kaş konusunda beklentim zirvede olarak, geceye doğru Antalya'ya ayak basıyorum.

Antalya'ya da şimdiye kadar her gidişimde, doğrudan bir 'herşeydahilotel' yolu tuttuğum için (en favorim için bkz: Adam&Eve) Antalya hakkında da hiçbir fikrim yok. Mr. Feelgood ile Kaleiçi'nin yolunu tutuyoruz, iki ayrı barda içkilerimizi yudumladıktan sonra, ömrümüzün sonuna kadar hatırlayacağımız bir çevirme atlatarak eve dönüyoruz. 


Sabah uyanıyoruz, büyük gün! Rüya evin harika balkonunda, Mr. Feelgood'un yolluk hazırladığı tostları mideye indiriyoruz ve benim "kahve kahve kahve" tutturmalarımı soğuk birer kutu Nescafe ile bastırarak Kaş'a doğru yola koyuluyoruz.



Yol çok kısa sayılmaz, üç saat kadar sürüyor; ama inanılmaz keyifli bir yol. Ya yemyeşil dağların arasından geçiyoruz, ya da uçsuz bucaksız görünen masmavi bir denize tepeden bakıyoruz.

Ve "Society you're a crazy breed. I hope you're not lonely without me." eşliğinde Kaş'a giriyoruz.






Çukurbağ yarımadasındaki Amphora Otel'de kalacağız, doğrudan otelimizin yolunu tutuyoruz. Resepsiyonda şimdiye kadar hiçbir otelde olmadığı kadar güler yüzlü karşılanıyoruz. Nereden geliyorsunuz, ne iş yapıyorsunuz, kaç gün buralardasınız gibi bir sürü soruya karşılık "Şükür, İstanbul'da tutuklanmamış avukatlar da varmış!" gibi politik bir espri bile alıyoruz. Odada mayolarımızı giyip, plaj çantalarımızı hazırlayıp, otelin kendi özel iskelesine gidip denize atlamamız kaşla göz arasında oluyor.



Deniz gerçekten inanılmaz! Tertemiz. Ne sıcak, ne de içinde uzun süre kalmayı engelleyecek kadar soğuk. Üstelik denizdeki insan sayısı o kadar az ki, ister sağa ister sola ister açığa ister kıyıya gönlünce yüzebiliyorsun. 

Daha o anda, daha hiçbir şey görmeden seviyorum Kaş'ı.





Denizden çıkıyoruz, buzlu bardaklarımız ile suyumuz bizi bekliyor şezlonglarımızın üzerinde. Saatlerce güneşleniyoruz, denize giriyoruz, sonra yine güneşleniyoruz, sonra yine yüzüyoruz. Denizde acıkır ya insan, hemen arka tarafımızda hamurunu aça aça leziz bir pizza yapıyorlar. Pizzalarımızı sipariş veriyoruz, iskelenin ucundaki masalardan biri hemen bizim için hazırlanıyor.



O günlük son defa yüzdükten sonra, odamıza doğru çıkarken, garson arkamızdan koşuyor, "Bir dakika, bir dakika! Siz denizdeyken karpuz kesmiştim, ısınmasın diye sizinkileri dolaba koymuştum. Buyrun!" Kollarımdan aşağı karpuz sularını akıta akıta ısırıklar alarak ve ilgiye şaşarak odaya çıkıyorum.

Biraz yatak keyfi, duş, süslenme sonrası Kaş merkeze iniyoruz. Ramazandan hemen önceki hafta olduğu için çok kalabalık olduğunu varsayıyoruz, Mr. Feelgood beni psikolojik olarak gittiğimiz mekanlarda masa bulamamaya sıra beklemeye filan hazırlıyor. Gidince anlıyoruz ki, boşuna! Çok şanslıyım; tam kıvamında bir kalabalık var. Yer bulma sorunu yok, sokaklarda rahat rahat yürünüyor; ama mekanlarda da masaların çoğu dolu.





İlk durağımız Bi Lokma. Mutfağını merak ederseniz, arka avluya çıktığınız zaman, pekala içeriye göz atabiliyorsunuz. Karınca gibi çalışan teyzeler var. Kalabalık bir misafir grubuna yemek hazırlanan bir ev gibi. İçerideki meze büfesinden istediklerimizi seçiyoruz, beşamel soslu kıymalı mantarlı leziz bir börek olan anne böreğinden de alıyoruz. Rakıları da doldurup, keyifle tıka basa da doyuyoruz. Yine garsonlar çok alakalı ve neşeli, mezeler de oldukça lezzetli. Böreklerimizden kalanları paket yaptırıp çantamıza attıktan ve Türk kahvelerimizi yudumladıktan sonra, Deja Vu'nun yolunu tutuyoruz.

Deja Vu aslında gün batımını izlemek için ideal adresmiş; ama onun için geç kalıyoruz. Bizim orada bulunma amacımız çılgın DJ: Ellili yaşlarda, Arctic Monkeys bile çalan bir adam. Mr. Feelgood, Shazam kullanabilmek için, bizi deniz kıyısındaki masadan, bara yakın bir masaya transfer ediyor hatta. Müzikler gerçekten çok güzel, Swimming Pool isimli kokteylim çok havalı.



Masaya biraz sonra bir Jamaikalı geliyor. Adam, Jamaika'dan atlamış İstanbul'a gelmiş, sonra da geze geze Olmpos'a ulaşmış, orada birkaç gün geçirdikten sonra Kaş'a ayak basmış. Kolyeler bilezikler satıyor, birisi içki ısmarlarsa kesinlikle kırmıyor, ama bilezik almasanız ve içki ısmarlamasanız bile sizinle anlaşılması pek zor İngilizcesi ile ayak üstü illa ki sohbet ediyor. Ki daha sonra gittiğimiz her yerde karşılaştık kendisiyle, haplanmış çılgın danslar yaptığını da gördük, güneşten kıpkırmızı kilometrelerce yol yürüdüğünü de...Ne acayip hayatlar var!

Deja Vu'nun ardından sokaktan sıcacık küllahlarda leziz birer dondurma alıyoruz, sahilde bir tur yürüyoruz, incik boncukçuları geziyoruz. Echo, bölgenin meşhurlarından bir başka bar, canlı müzik var. Birsen Tezelli günlerinden birine denk gelsem, cillop olurdu, ama ilgimizi çekmeyen bir müzik var, pas geçiyoruz. Kaş'ın en eskilerinden Mavi tıklım tıklım, oturacak yer bulamıyoruz.



Bir sonraki durağımız HiJazz oluyor. Klasikleşmiş rock parçalarının canlı jazz coverları çalınıyor, sokaktaki rahat koltuklarda otururken bile içerideki müziği keyifle dinleyebiliyorsunuz. Benim kafamın Kaş için yeterince güzel olmadığına takan Mr. Feelgood ısrarıyla, shot atmaya karar veriyorum. Menüden seçtiğim kamikaze, limon ve votkayla tam olarak bir kolonya! Kalkarken shotları içemediğimizi gören garson bozuluyor, yanınıza alın bu bardakları, yudum yudum da olsa için, diye tutturuyor.

Yolun sonundaki leş barda da bir bira için mola veriyoruz. Adı sanıyorum No:11 gibi bir şey. Leş diyorum çünkü, popüler olan veya bir zamanlar popüler olmuş, birbiri ile hiçbir alakası olmayan her şarkıyı ardı ardına çalıyor. Ya tarafımızda altmış yaşın üzerinde olduklarını düşündüğüm bir çift var, adamın kolu kadının omuzunda, sigaralarını içkilerini içiyorlar, hatta bazı şarkılarda kalkıp dans ediyorlar. Bayılıyorum onlara! 

Derken bir anda "Biber Gazı Oley!" çalmaya başlıyor, şok oluyoruz. Her mekanda ya girişe yazılmış bir Gezi Parkı sloganı, ya penguen posteri vardı zaten; ama gecenin bir yarısı bardaki herkesin hep bir ağızdan bağırmaya başlamasına yine de sürpriz oluyor.



Saat 5:00'e geliyor, son biramızla Helikopter Pisti'ndeyiz, Kaş'a tepeden bakıyoruz. İstanbul'da yaşamanın avantaj ve dezavantajlarından konuşuyoruz, böyle bir yerde yaşayabilir miyiz tartıyoruz.

Kaş'ın ütopik bir kasaba olduğuna karar veriyorum. Benim bildiğim tatil beldeleri ya çok popüler...Bunun sonucunda da çok kalabalık, çok pahalı ve çok kötü hizmetli. Yani gittiğiniz zaman evet güzel bir denize giriyorsunuz, evet harika restoranlarda yemek yiyorsunuz, evet leziz kokteyller yudumluyorsunuz; ama her taraf sıkış sıkış oluyor, korkunç bir servis alıyorsunuz ve çok para ödüyorsunuz. Ya da çok salaşlar... Güzel bir denize giriyorsunuz, bir de balık yiyorsunuz; ama bunlar dışında yapacak pek bir şey olmuyor, sıkılıyorsunuz. Kaş bunların birleşimi: Harika bir denizi var, herkes çok rahat bir kafada, bir sürü bar var, güzel müzikler yapılıyor ve her yerde güleryüzlü ilgili insanlarla karşılaşıyorsunuz.

(Ara Not: Kaş'ın keşfedilmesinden ve bozulmasından korkan Mr. Feelgood bu yazım yüzünden beni öldürecek stop!)

Sabaha karşı uyuyunca, uyanınca oteldeki kahvaltıyı çoktan kaçırmış oluyoruz. Çantadaki anne böreklerini mideye indiriyoruz, odanın dört yanına saçtığımız ıvır zıvırlarımızı toplarken. 

Ardında da Büyük Çakıl Plajı'nın yolunu tutuyoruz.





Otopark bedava, plaj girişi, şezlong şemsiye bedava. Ne yiyip içersen sadece onu ödüyorsun. Deniz yine şahane! Döne döne güneşleniyoruz, açıla açıla yüzüyoruz. 

Güneşlenme-yüzme döngüsüne yemek yemek için kısa bir ara veriyoruz, Ada Restoran'da leziz bir karides güveç mideye indiriyorum. Sonra tekrar...




Hatta saate bakmıyoruz, dalıyoruz, planladığımızdan biraz geç ayaklanmış oluyoruz. Saça şampuan, yanıklara krem, arabaya atlayıp, dönüş yoluna geçiyoruz.

Uçağa ucu ucuna yetişiyorum. Direksiyon sallamaktan bitmiş Mr. Feelgood ile tam olarak vedalaşamıyoruz bile. İstanbul'dayım.



Kaş'ı çok sevdim. Malesef. Orada bir yaz geçirilir. Geçirilen her günde ömrü uzar. Fotoğraflara baktım da, herkes ve her şey Kaş'tayken daha güzel!

Pinterest'im

Instagram'ım