30 Kasım 2013

Romantizmin başkentinden modanın başkentine...

Sabah uyanıyoruz, Pompei, Napoli, Roma, Pisa, San Gimignano, Chianti ve Siena, hafızamıza kazınan anıları ve fotoğraf makinemdeki kayıtlar dışında geride kaldı. İtalya'ya bir türlü doyamasak da tatilimizin son günlerine yaklaştığımızı kabul etmemiz lazım. Floransa'daki son günümüz...



Verazzano'da kahvaltımızı ederken, Floransa için mutlaka yapılması gerekenler listesi oluşturmaya başlıyoruz:

- King Grizzly'de bira içmek
- Verazzano'nun cappucinosunu tatmak (Ama sütlü kahvelerin asla yemekten sonra içilmeyeceğini öngören İtalyan kahve kurallarına uyarak kahvaltıda)
- Cibreo'da geleneksel Floransa lezzetlerini denemek
- Mücevher köprüsünden geçerek nehrin karşı kıyısındaki butikleri keşfetmek
- Toskana'da şarap turuna çıkmak
- Piazza Signoria'daki Rivoire'de şampanya yudumlamak

Kahvaltıdan sonra, Floransa'ya gelmişken mutlaka yapılması gereken başka bir işin peşine düşüyoruz: Deriden yapılmış herhangi bir şey almak.

Floransa, deri konusunda mucize bir şehir.

Türkiye de deri konusunda iyi aslında, ama ya modeller çok zevksiz ya da tasarımları güzelse fiyatları çok çok uçuk. Floransa'da ise aklınıza gelebilecek her şeyin (çanta, makyaj çantası, cüzdan, valiz, telefon kılıfı, kitap ayracı, tepsi...) çok şık deri versiyonunu kabul edilebilir bir fiyata alabilirsiniz. Aşırı ucuz, almaya doyamazsınız, demek yanlış olur, ama alırsanız her yaşınızda kullanırsınız, ödediğiniz her kuruşu da hak eder. O kadar şık ve kaliteliler.

Valizlerin bazıları kendini bir kilometre öteden gösteriyor mesela. Sahip olmak için 300 eurodan vazgeçmeniz lazım. Bir de kesinlikle uçakta bagaj olarak teslim etmemeniz lazım, çünkü biz teslim edip de paramparça teslim alınca ağlayan birine İstanbul'a dönünce denk geldik. Diğer yandan 10 euroya çok havalı bir makyaj çantası alıp senelerce kullanabilirsiniz.

Deri alışverişi için tavsiye edebileceğim iki adres var: Biri dericiler sokağı olarak adlandırabileceğim Borgo De Greci. Sokak boyunca yan yana dizilmiş onlarca mağaza var, birinde mutlaka aradığınızı bulabilirsiniz.




Diğeri de sokakta kurulan Dericiler Pazarı. Burada, yüksek kaliteli ürünler ile daha düşük kalitede olanlar bir arada ve pazarlık şansınız yüksek, şansınızı zorlayın.

Ben temel ihtiyacım olan cüzdanı, Piazza Signoria'daki Fossil'den edindiğim için, kendime şık bir makyaj çantası ve daha önce  Beymen'de deri olmayan versiyonunu beğendiğim dosya-çantanın taba rengi deri versiyonunu alıyorum.


Yemek için istikametimiz daha önce de gidip çok mutlu kalktığımız, Dante'nin evinin bitişiğindeki Penello oluyor. Rezervasyon yaptırmadık ve bütün masalar dolu. Neyse ki bir önceki gelişimizde burada çalışanlarla güzel bir muhabbet tutturmuştuk, sanki yıllardır müdavimiymişiz gibi kapıda karşılanıyoruz, içeride servis masası olarak kullanılan bir masanın üzeri bizim için boşaltılıyor, geçen sefer öpücükle uğurlayan garson, bizim masaya bakan garsona takılıyor: "Benim kadınlarıma güzel servis yap. Onları mutlu etmezsen senin kafanı kopartırım."

Diğer masalarda oturanlar şaşkınlıkla bize bakıp kim olduğumuzu çözmeye çalışırken, masamıza o gün bitirmemize imkan olmayan büyüklükte bir fıçı şarap, ardından deniz mahsullü spagetti, kızarmış sebze salatası ve tiramisu geliyor. İtalya'da en çok özleyeceğimiz yerlerden birisi, Penello olacak eminiz.




Floransa'yı terk etmeden önce, yüz yıllık şekercisi Migone'ye de uğruyoruz. Eski ofisimden müvekkilim olan, hala da güzel bir diyaloğa devam ettiğim, hayatımda tanıdığım en klas kadınlardan birine hediye almak için buranın doğru adres olduğuna karar veriyorum. İçerideki her şey çok lezzetli olduğu gibi, kutular ve paketlerin şıklığı da aklımızı başımızdan alıyor.






Migone'de Dante'nin en sevdiği geleneksel tatlıları görünce aklımıza geliyor, biz hala Dante Müzesi'ni gezmedik. Onunla vedalaşmadan gidersek ayıp olur. Müzeye girince, oldukça büyük bir hayal kırıklığına uğruyoruz, çünkü sanıyoruz ki içerisi Dante'nin evinin bozulmadan korunmuş hali, nerede yaşadığını, eşyalarını göreceğiz. Sadece tarihi anlatan dokumanlar var. Dante'ye ait olan yegane şey, yatağı. Onu da ben sizinle buradan paylaşayım, müzeyi gezmenize gerek kalmasın. :)




Floransa'da çektiğim en güzel fotoğrafı son anda, tren istasyonuna giderken yakalıyorum. (Bir üstteki)


Hızlı tren ile oldukça rahat bir şekilde, bedava kırmızı şaraplarımızı yudumlayarak Milano'ya ayak basıyoruz. Şimdiye kadar gittiğimiz şehirlerde, ödediğimiz her kuruşu sonuna kadar hak eden çok güzel bed & breakfastlarda kalmıştık. Milano'daki otelimiz Hotel Monopole ise bize hepsinden pahalıya patlamış olmasına rağmen Aksaray'daki üçüncü sınıf oteller gibi. Odaların booking'te görünen fotoğraflarla hiçbir alakası yok. Resmen dökülüyor. Tek avantajı tren istasyonunun karşısında olması.

Valizlerimizi bırakıp, duşumuzu aldıktan sonra kendimizi Milano sokaklarına vuruyoruz. Daracık araba girmeyen sokaklardan oluşan, her köşesi tarihi eser dolu şehirlerden sonra, kocaman apartmanlar ve arabalarla dolu bir şehirdeyiz.

İtalya turundan sonra İstanbul'a adaptasyonumun kolay olması bakımından Milano'nun son durak olmasının bilinçsiz ama oldukça iyi bir tercih olduğuna karar veriyorum. 

26 Kasım 2013

toskana 2: take me up to the siena city where the girls are hot n horses are speedy

"Şarabı ağzında şöyle bir gezdirdiğinde yoğun olan tadı dilinin ön kısmı alıyorsa şarap tazedir, arka kısmı alıyorsa şarap daha yaşlıdır."

Ön taraf mı tadı aldı, arka taraf mı derken, biz şaraplardan bir yudum tadıp bırakmak yerine lıkır lıkır içtiğimizden Siena'ya çakırkeyiflik mertebesindeki kafalarımızla ulaşıyoruz. 



Guns n roses'den uyarlanmış "take me up to the siena city, where the girls are hot n horses are speedy. oh won't you, please take me home." diye şarkısı bile olan II Palio isimli geleneksel at yarışı yaz aylarında düzenlendiğinden, şehirdeki aktivitemiz izlemek değil, sokaklarını keşfetmek oluyor.



Piazza del Campo hayatımda gördüğüm en güzel meydan. Meydanları severim, fıkır fıkır insan kaynar, buluşma noktasıdır, mutlaka estetik bir heykeli, yeşilliği veya tarihi binaları vardır. Gerçi bizim Taksim Meydanı'nı istisna tutmak lazım artık. Tepeden bakınca bir çöl, ortasında durunca iğrenç uçsuz bucaksız bir beton olarak hayatımda gördüğüm tek çirkin meydan olmayı başardı. 

Ama Piazza del Campo şimdiye kadar gördüğüm hiçbir meydana benzemiyor. Merdivende veya düz betonda oturunca, bir süre sonra insanın poposu ve bacakları rahatsız olmaya başlar ya, hafif eğimli bu meydanın herhangi bir noktasında çok rahat oturabiliyor ve hatta yatabiliyorsunuz.



Meydan dokuz farklı renkli parçadan oluşuyor, Siena'yı 1292 ile 1355 yılları arasında yönetmiş olan Noveschi (The Nine) siyasi grubu tarafından, sembollerini ölümsüzleştirmek için yapılmış. Gençler, çocuklu aileler burada gruplar halinde toplanıp saatlerce oturuyorlar, sevgililer sarmaş dolaş yatıp güneşleniyorlar, turistler de yorulunca onların arasına katılarak dinleniyorlar. 







Daracık sokakları, heykellerle bezeli binaları, iştah açan şarküterileri ile filmlerin bizim aklımızda yarattığı İtalya tam olarak bu şehir. Zaten bildiğim kadarı ile Life is Beautiful'da Siena'da çekilmiş.

Roma şehrinin simgesi olan kurt, Siena'nın da simgesi. Bu konu hakkında şehirlilerin en sevdikleri efsane, Romalı iki kardeşin kurt heykelini çalarak, Siena'ya gelip bu şehri kurdukları...




"Ay ben tarihten sıkılıyorum. Öyle binalar filan da umurumda değil." diyorsanız, ara sokaklara sapın, şahane vintage butikler var. Hala sizi kesmediyse, mutlaka uğramanız gereken bir mağaza, Via Di Panteneto'daki Tiger. Sattıkları hiçbir şeye aslında ihtiyacınız yok, ama içeri girdiğinizde hepsine birden sahip olmak istiyorsunuz. Her şey tasarım, her şey ucuz. Aslında Kopenhag kökenliymiş, ama benim kendisi ile tanışmam Siena sokaklarına nasip oluyor.








Birer bira ile soluklandıktan sonra, yollarda denk geldiğimiz nefis antika arabaların peşine düşüyoruz ve Dante'nin İlahi Komedyası'nda anılan Di Monteriggioni'deyiz. 



Şehir ve sokakları çok keyifli ama kimse antik arabalardan ve eski filmlerden ışınlanmış gibi giyinmiş sahiplerinden başka bir şeye bakamıyor.





Toskana'nın köylerinde şarap üreten ve antika arabalara meraklı olanlar, düzenli aralıklarla buluşup Toskana'da tur atıp, sonra bir noktada toplanıp hep birlikte yemek yiyip bir şeyler içiyorlarmış. Arabaların hepsi gıcır gıcır, Monteriggioni'ye çıkan yokuşu da hiç teklemeden çıkıyorlar. 

Köylü diyince aklımıza gelen imajı sorguluyorum. Eğitimsiz, yokluk içinde, korkunç giyinen insanlar geliyor gözümün önüne. Ama öyle köyler var ki, köylüler şarap üretiyor, antika arabalar gibi merakları var. 




Kimbilir belki biz de her şeyi çok erken yaşayan, çok hızlı tüketen kuşak olarak bir gün bu megavaroşa dönüşen şehri terk edip köylere yerleşecek, organik beslenip, hobilerimizle ilgilenerek bambaşka hayatlar sürecek ve Türkiye'deki köy algısını değiştireceğiz. Bir gün... 

22 Kasım 2013

Çok sevdiler beni. Çok sevdim ben de onları. Kimse bir şey yapmadı bunun için. Buradayız, o kadar. Yaşıyorum, yaşıyorsun*

"İtalya yazıları iyi hoş da, peki ya İstanbul'da neler yapıyorsun, onları özledik." diyen çok sevgili takipçilerim için...

Birilerinin paralarını yiyerek ve bütün gün kuaför spor salonu arasında mekik dokuyarak yaşadığımı düşünüp saldırgan mailler atan (Nazar etme ne olur, az uyu senin de olur) hemcinslerim için... 

"Hem çalışıyor, hem de bu kadar geziyor olamazsın. Hangisini yapmıyorsun?" diye soran paranoyaklar için...

"Sezen ya, şöyle bir hafta her saat neler yaptığını yazsan, nasıl sığıyor bu kadar şey?" diye sipariş verenler için...

Veya sadece tesadüfen yolu düşenler için yazdım bu yazıyı. Pazartesiden cumaya, kısa kısa notlar. Derin düşünceler yok, çünkü bu hafta okumaya, düşüncelerim arasında oradan oraya gitmeye yetecek kadar fırsatım yoktu; ama hayat var, onu dolu dolu yaşamak için her zaman yeterince zamanım var. Yine de siz bu yazıya, "Sabah uyandım, yüzümü yıkadım, tost yedim, bekliyorum." kıvamında  bir günlük muamelesi yapıp da okumaktan vazgeçerseniz yazık olur, çünkü satır aralarında pek çok gitmelik, okumalık, izlemelik, dinlemelik tavsiye içeriyor. 

O yüzden buradan buyurun bakalım:



Günlerden pazartesi...

Sendromuna bile girmeden gün bitiyor. Uzun süren ama benim için oldukça öğretici ve enteresan bir toplantının ardından, saat 19:00 gibi gün sonuna kalan ufak tefek işlerimi toparlarken, patronumun bir tabak dolusu getirdiği Pelit'in kahveli ve Komşu Fırın'ın nutellalı kurabiyelerini yiye yiye metroya yürüyorum.

Aklımda bir önceki gün tavsiye üzerine izlediğim Black Miror'ın 1.sezon 3. Bölümü... Gerçekten öyle kulağımızın arkasında bir çip olsa ve her anımızı kayıt altına alabiliyor olsak, mesela yolda yürürken bütün günü başa sarıp tekrar tekrar izlesem, kaçırdığım ne mimikler, ne olaylar, ne laflar vardır kimbilir. Korkutucu geliyor. Hafızamın hatırladığı ve algıladığı kadarı ile yetinmekten mutluyum ben, daha fazlası ve sürekli geriye dönmek ne kadar yorucu olurdu... Galiba her şeyin doğrusu bilmek isteyenlerden değilim ben. Bazen kandırılmak veya yanılmak da güzel.

Rossmann ve Macrocenter'a uğradıktan sonra darmadağınık evime ulaşıyorum. Hırsız girse, buraya daha önce başka bir hırsız girip dağıtmış ortalığı, alınacak bir şey kalmamıştır, diyerek geri çıkar. O kadar korkunç bir halde. Ama Mr. Feelgood'un aldığı çiçek tezgahımın üstünde bütün o karambolün ortasında güzel güzel karşılıyor beni. Ayakkabılarımı bile çıkarmadan onu vazoya koyuyorum. Mutluluk sebebim olan çiçek ne kadar uzun yaşarsa o kadar iyi...



Saat bu arada 21:00 olmuş, bir şeyler yemem lazım; ama ne yemek yapacak halim veya zamanım var, ne de yemek sepetinden bir şeyler sipariş vermek istiyorum. Bezelyeli parmesanlı omletimden yapıp, biraz marka hukuku çalışıyorum.


Tuvalete gittiğimde aynadaki yansımama gözüm takılıyor, saçlarım "dip boya yaptır" diye bağırıyor resmen. Kuaförüm kapanalı çok oldu, ama görüntüm de içime sinmiyor. Banyo dolabımda her zaman en az bir kutu duran boyamı alıyorum elime. Dip boyam her zaman aynı renk olsun, kat kat başka renkler ortaya çıkmasın diye, boyasını alıp kuaföre gidenlerdenim ben. Yaklaşık üç yıldır hep aynı renge boyatıyorum saçımı. (Loreal 8.1) Amerika günlerimizde, kuaför çok pahalı olduğu için boyamızı kendimiz yapardık. Neden şimdi de yapamayayım ki?! Yaklaşık bir saat sonra, duşumu almış, kremlenmiş, mis gibi kendime bakınca daha iyi hissediyorum kendimi.

Ajandamdaki o hafta yapılacak işlere göz atarken, Yogitamın doğum günü haftasında olduğumuzu hatırlıyorum. Ne hediye alacağım ona?! İnternette biraz dolanıyorum ve Pinterest'teki teux-deux boardım ilham veriyor. Ona dileğimi tablo haline getirebilirim: Stay Awesome!

Boyam, kumaşım, resim kağıdım, makasım, ilhamım her şeyim tamam.



İşim bitiyor, bu aralar bağımlısı olduğum Ryhe - Last Dance'i açıp bulaşık makinemi boşaltıp' dolduruyorum. Gecenin birinde tabak seslerim ve müziğim yüzünden komşularım benden nefret ediyor olabilir. Uykusuzluktan bayılabilirim, haydi yatağa!

Salı...



Sabah Bakırköy Adliyesi'nde duruşmadayım. Duruşma sırasının bana gelmesini beklerken, çok sevdiğim içi dışı bir, şehre gelmiş ama şehre alışamamış mübaşirle laflıyoruz. Ondan adliye dedikodularını alıyorum. Kim boşanmış, kimle kim kavga etmiş, yokluğumda ne olaylar olmuş... 

Boşanan bir hakimden söz ederken ve kendi sevgilisini anlatırken, anlattıklarına inanamıyorum. Ona göre kadın dayak bile yese boşanmamalı, evlilik birliğini korumalı ve kocası ne isterse yapmalı. "Devrimler filan, kadınlara çok hak tanındı, kadınları bu kadar özgür bırakmamak lazım." dediği noktada dayanamıyorum, müdahale ediyorum; ama o kadar farklı değerlerle büyümüşüz ve o kadar farklı hayatlar yaşıyoruz ki, ikimizin bir noktada uzlaşması imkansız o an. 

Vedalaşırken diyor ki, "vallaha bak hele dinlesene avukat hanımm sen beni, bak bir ay sevgilin ne isterse sen benim canımsın, gurban olam ben sana de, yap. O da sana her zamanginden iyi davranacak vallaha billaha." 

Ben Mr. Feelgood'a "gurban olam ben sana" desem, düşüp bayılır veya Adanalı damarın çıktı yine piyasaya diye geyik yapar eminim.

İşi şakaya vuruyorum, "Tamam yapacağım, ama yanılıyorsan, bir sonraki duruşmamda sıra bekletmeyeceksin bana, geldiğim anda alacaksın benim dosyamın duruşmasını." Anlaşıyoruz, el sıkışıyoruz, gülerek çıkıyorum adliyeden, doğru ofise.




Akşam ofisten çıkışta da doğru Asmalı'ya. Mr. Feelgood gelene kadar İzi Burger'a atıyorum kendimi, öğle yemeği yemeyi unuttum, açlıktan ölüyorum. Mr. Feelgood geliyor, ilk cümlesi "Yorgun görünüyorsun." oluyor. Ben başlıyorum cadolozluğa, onun hediyesi ceketi gitmişim, saatlerdir aralıksız çalışmışım, işten çıkmış onunla buluşmaya gelmişim, tabii ki yorgunum, biliyorum. Ama bana söylediği ilk cümle olumsuz olamaz! 

O kendini affettirdikten sonra, aklıma geliyor mübaşir. Emin oluyorum, her şeyi alttan almak benim yapıma tamamen aykırı, yapamam ben. Zaten bence insanlar ilişki yaşarken, katlanmak yerine iletişim kurmalı. Mesela Mr. Feelgood biliyor artık, buluştuğumuzda boka da benzesem, "Bu ne hal?!" dememesi gerektiğini ve bunu daha sonra ve daha usturuplu bir şekilde söyleyebileceğini... Ona da anlatıyorum mübaşiri, "Valla bana uyar bu bir aylık test." diyor gülerek, fena halde işine geliyor tabii. 

İstikametimiz Asmalı Sahne'de "Kurabiye Ev" isimli oyun.

Oyun başlıyor, çocuklarını uyutmuş, miskin miskin televizyon izleyen bir çift var. Adam önce karısına eski günlerde ne kadar mutlu olduklarını, onun ne kadar güzel olduğunu hatırlatıyor ve sonra nabız yoklayarak bazen sert bazen alttan alan bir uslupla çocuklarına hiç de iyi bir aile olamadıklarını belirtiyor ve sonunda çılgın önerisini yapıyor: "Çocuklarımızı satsak mı?"



"Daha lüks ve konforlu bir hayat için nelerden vazgeçebilirsiniz?"  ve "Özel klüp üyelikleri, daha iyi evler içeren lüks hayat size mutluluk getirir mi?" sorularını çok güzel işleyen bir senaryosu var ve Faruk Barman'ın canlandırdığı karakter çok matrak.


Diğer yandan uzun zamandır dekorsuz, aralıksız, temposu hiç düşmeyen oyunları izlediğim için bu oyunda kısa süren sahneler ve sürekli dekor değişimi sebebiyle oyun oynanan kısmın karartılması, dikkatimi dağıttı.


Değişik bir hafta içi aktivitesi isterseniz, bu oyun aklınızda bulunsun. 

Çarşamba:

Kartal Adliyesi'nde sabahın köründe duruşmam olduğu için Mr. Feelgood'da kaldığımdan, sabah karşıda uyanıyorum. Kaç saat uyursam uyuyayım, hayatımda hiçbir zaman kolay uyanabilen bir insan olamadım.  Sabahlar bana göre değil. Giyinmiş, ayılmak için Mr. Feelgood'un hazırladığı kahvemi içerken,  bir reklam ajansında çalışan ve gece bir reklam çekimi uzadığı için biz uyuduktan sonra eve gelen arkadaşı gayet zinde olarak karşımda ayakta heyecanla bir şeyler anlatıyor. 

Anlattığı şeyden çok, benden geç uyumasına rağmen, sabahın o saatinde ayakta, o kadar zinde olabilmesine takılıyorum. Az uyurum, kahveden sonra genellikle enerjim de yüksek olur, ama onda o an iki gündür evde keyif çatmış bir insanın enerjisi var. "Nasıl?" diye soruyorum. Pharmaton sağolsun, diyor. 

Sahi ben bu kadar koşturmanın arasında, üstelik de bu kadar düzensiz beslenirken niçin vitamin kullanmıyorum ki? Listeme yazıyorum bunu. 

Duruşmadan sonra, vapura doğru yürürken, Beyaz Fırın'ın labeli, zeytinli sandiviçinden bir tane ve Mayamira'dan harika duracağını düşündüğüm ve umduğum bir mavi kolye alıyorum. Kadıköy'den Akatlar'a ulaşıncaya kadar, Mr. Feelgood'tan eski sayısını yürüttüğüm Ot dergisini okuyorum. 

Nejat İşler'in "Devlet! Babam Geldi." yazısını "İnsanın ruhuna erişeceksen deliğinden değil, yarasından gireceksin." gibi alıntılar içeren Rewhat'ın çizgilerini, Hatice Meryem'in "Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı"sını, Seray Şahiner'in Kadir Topbaş'ı Türk filmlerinin Ekrem'ine benzetmesini ve Haliç Metro Geçiş Köprüsü'ne gönderme yaparak "Biz aşık olmayı filmlerden öğrendik, şimdi o filmlerdeki silüet olmadan nasıl aşık olacağız?" demesini çok sevdim. Daha doğrusu dergiyi çok sevdim. Hem keyifli vakit geçirmek için, hem de böyle yayınları yaşatmak için alınmalı ve okunmalı. 

Ofiste dilekçe yazdıktan ve olağan mail yazışmalarımı yaptıktan sonra doğrudan eve geliyorum. Mükemmel zamanlama, babam ile kapıda karşılaşıyoruz. Aynı şehirde, farklı kıtalarda yaşadığımız için, özellikle buluşma ayarlamadıkça kavuşamıyoruz. Bu pazar, ben İstanbul'da olmayacağımdan ve geleneksel pazar kahvaltımızı edemeyeceğimizden, perşembe iş çıkışı görüşmeye karar vermiştik.

Likya Kızılbel'imizi yudumluyoruz, Amerika'daki kardeşimden aldığımız havadisleri paylaşıyoruz, mali konuları konuşuyoruz, onun online sipariş maceralarında karşılaştığı sorunlarla ilgili mail yazışmalarını yapıyorum ve bombayı patlatıyor: Tango kursuna başladım.

Bana öğrendiklerini gösterirken, yani evdeki minicik boş alanda tango yaparken, annem arıyor, tai box'a başladığının havadisini veriyor.

Babam gittikten sonra, bir kadeh daha şarap koyuyorum kendime, bir blog yazısı yazıyorum. 
Gülmeye başlıyorum. Babam tango, annem tai box yapıyor. Ben de işte işe gidip geliyorum, blog yazıyorum filan. Onlardan genç olduğuma göre en fırlama hobinin benim olması gerekmez mi? 

Perşembe: 

Bütün gün duruşmalar nedeniyle Kartal Adliyesi'ndeyim, vekalet pulu almak için koştururken fakülteden çok sevdiğim bir arkadaşımla karşılaşıyorum, resmen üzerimizdeki cübbelerden utanmasak mutluluktan çığlık atacağız. Öğle molasında birlikte yemek yiyip, birer kahve içiyoruz. "Şu adliye de olmasa görüşemeyeceğiz." gerçeğini değiştirmek için mümkün olan en yakın zamanda sevgilileri de kapıp, doğa içinde şömineli bir yerde bir haftasonu kaçamağı yapmaya karar veriyoruz. 

Adliyeden çıktığımda malesef iş çıkışı trafiğine kalmış durumdayım ve olmak istediğim tek yer yatak. Ama yogitamın doğum günü, eve uğrayıp ona yaptığım hediyeyi kapıp, doğum günü konseptli fiyonklu çoraplarımı giyip Ferah Feza'nın yolunu tutuyorum.




Ferah Feza çok uzun zamandır gitmeye niyetlendiğim ve çok duyduğum mekanlardan biri. İsim annesi Ece Temelkuran, lokasyonu Karaköy'deki Mimarlar Odası'nın teras katı. İki ayrı manzaraya bakan iki ayrı terası var, servis muhteşem, kokteyller lezzetli. Tek sorun yemek porsiyonları mini mini minicik. Doymaya değil, tokken domatesli mücver atıştırıp kokteyl yuvarlamaya gidilmek için listeye eklenebilir. 


Yogitam yepyeni bir yaşa, çok keyifli bir doğum günü ile başlamış oluyor. Ertesi gün iş günü olması sebebiyle, tek bir Apple Martini ile yetinerek evin yolunu tutuyorum.

Cuma...

Ofiste geçen günün ardından, yağmurlu havada taksi bulma savaşı vererek, çok az gecikmeyle okula ulaşmayı başarıyorum. Cuma akşamı için seçilebilecek en güzel dersi seçmişim, Göneç Gürkaynak'ın enerjisi de espirisi de her zaman çok yüksek. Zaten kendisi gece hayatımızın mutlaka uğranan mekanlardan Tektekçi'nin kurucularından. Derste "Adamın bileklerini kessen Efes akıyor." gibi cümleler kurarak, cuma gecesine derste hazırlıyor bizi. 

Dersten çıkışta doğru Asmalı'ya, büyük buluşmaya. Ben inanılmaz şanslı bir ilkokul dönemi geçirdim. Benim için ilkokul arkadaşları Facebook'ta bulunup eklenen ve asla görüşülmeyen insanlar değiller; tam tersine hepsi çok matrak, çok başka hayatlar yaşayan, hala bir araya geldiğimde keyifli vakit geçirdiğim şahsına münhasır insanlar. 

Hepimiz üniversite için başka şehirlere taşınırken, en radikal adımı atıp Amerika'ya giden ve sonra yine bir radikal hareket ile İstanbul'a dönen ve moda fotoğrafçısı olarak adını duymaya başladığımız Malik'in dönüş hikayesini dinlemek üzere, Alchemist'te buluşuyoruz. 

Alchemist, İstiklal Caddesi'nde Adidas'ın arasından girince sağ tarafta minicik bir mekan. Hazır şişelere doldurulmuş karışımları bol buz basarak kokteyl diye koymuyorlar önünüze, içinde hiç buz olmayan ama yeterince soğuk, alkolü bol, tek tek her malzeme siz sipariş verdiğinizde hazırlanan kokteyller yapıyorlar. Kokteyl meraklısıysanız, İstanbul'da mutlaka uğramanız gereken adreslerden. Menüde yoktu, ama Amaretto Sour lezizdi.



Birbirimize doyamadan, bir sonraki hafta tekrar görüşme planı yaparak dağılıyoruz. Saat 23:43. Kahve eşliğinde bu satıları yazıyorum.

Benim gibi deli dana misali oradan oraya koşturun, doğrusu bu, demiyorum. Benim yapım bu, durduğum anda içime bir ağırlık ve huzursuzluk çöküyor, başka çarem yok. 

Sadece işten eve gelip de televizyonun karşısına kuruluyor ve uyuyana kadar o koltuktan kalkmıyorsanız, yapmak istediğiniz şeyleri de zamanım yok diye erteleyip duruyorsanız, düşünün, o koltukta geçirdiğiniz zamanlara neler sığdırabileceğinizi... Ve bilin istiyorum ki, sandığınızdan çok daha fazla zamana sahipsiniz!

Benim için Ankara zamanı! Öpüyorummmm

Pinterest'im

Instagram'ım