20 Mart 2014

Koltuğunuza yayılın, filminizi açın ve miskinliğin son demlerinin tadını çıkarın! Çünkü yaz geliyooor!

Kırmızı şarap, battaniye, film, mayışıklık, yağmur sesi ve tarçın kokusu kombinasyonu, yerini güneş, bronzluk, deniz kaçamakları ve buz gibi biraya bırakana kadarki o ara dönem ( evet, mevsim geçişi deniyor buna) bir gün günlük güneşlik, bir gün yağmurlu havasıyla insanı yorar. Şemsiye mi alsam güneş gözlüğü mü karar veremezsiniz, metroda çizme ve çorapsız babet giymiş iki insan yanyana oturur, vücut ne olduğunu anlayamaz...

Bununla savaşmak için detoks mu yaparsınız, sabah kendinize sebze suları mı hazırlarsınız, vitamin desteği mi alırsınız, bilmiyorum, zaten bu konularda akıl veremeyecek kadar cahilim. 


Ben savaşmak istemeyen, o yorgunluğu keyifle ve miskinlikle ödüllendirmek isteyenlere birkaç film önerisiyle huzurlarınızdayım. Zaten yaz gelince, haftasonları deniz havuz kaçamakları, festivaller, konserler derken canınız çıkacak, o yüzden yayılıp filmlere kaptırıp gitmenin bence en güzel zamanı. 

Kemerlerinizi Bağlayın:

Ferzan Özpetek filmleri hep dokunur benim içimde bir yerlere. Kahkahalarla izlediğim Serseri Mayınlar bile en son sahnesinde gelen Sezen Aksu ile darmaduman etmişti beni.  

Bu filmde, Sezen Aksu yok, ama yine müzikli sürprizler izleyicileri bekliyor. Özellikle de iki aşığın birbirlerini ilk öpüp, birbirlerine ilk dokundukları sahnede, kürtçe bir şarkı kullanılması ve bu şarkının o sahneye bu kadar uydurulması, bence inanılmazdı. 

Her Ferzan Özpetek filminde olduğu gibi, bunda da, İtalya, müzikler harika; ama bir de bonus olarak, uzun zamandır izlediğim en farklı ve en güzel kadın baş rolde oynuyor. Yine aynı şekilde alıştığımız yakışıklı adamlara hiç benzemeyen inanılmaz seksi bir adam ona eşlik ediyor.


İyi bir aileden gelen, efendi, iyi işi olan bir adamı mı, yoksa kimsenin size yakıştırmadığı taş gibi ve her hücrenizle arzuladığınız adamı mı seçmelisiniz? Peki ya o adam sorumsuz bir koca olacaksa ve yakışıklığı her geçen gün azalacaksa yaptığınız seçimden pişman olur musunuz? Bu filmin, bu konularda ezber bozan cevapları var. 

Erkekler bu filme bayılmayabilir, ama bir kadınsanız bence kaçırmamanız gerekenlerden. İzlerken hem kahkahalar attım, hem de ağladım.

 

The Square / Meydan:

Hiçbir sahneyi gereğinden fazla uzatmadan Arap Baharı'nın bütün sürecini anlatıyor bu belgesel.   Anlatımın odağındaki üç ana karakterlerinin birbirlerinden farklı görüş ve hayat tarzlarına sahip olması, hem daha objektif  hem de daha zengin bir bakış açısı sunuyor izleyiciye. Kullanılan bütün görüntüler gerçek olduğu için, izlerken çoğu zaman içi parçalanıyor, gözleri doluyor insanın.

Bir de Mısır'da yaşananlar ile Türkiye'deki direnişin arasında akıl almaz benzerlikler olması düşündürüyor.  Belki de artık gerçekten din, dil, ırk, millet ayrımı gözetmeksizin, herksin talep ve beklentileri dünyanın her yerinde aynılaştı: Benim hayatıma karışma! Benim hayatıma müdahale edinceye kadar ekonomik koşullarımızı iyileştir! 

The Square, devrimi bir sonuca bağlamaksızın, bir süreci anlatıyor. Ve etkisinin olup olmadığının uzun vadede anlaşılacağını, ama insanların protesto etmeyi öğrenmesinin dahi çok büyük bir adım olduğunu söylüyor ki, bence bunlar harfiyen bizim ülkemizde yaşananlar için de geçerli. 

Film dakikalarca salon tarafından ayakta alkışlandı. Gündemimize cuk diye oturup, Gezi ve sonraki süreci anlatan belgeseller ne zaman çıkacak ortaya diye heyecanlandırdı.

 

Dallas Buyers Club:

Mr. Feelgood ile !f kapsamında bu filmi izleyip çıktığımızda, "Başroldeki adam kimdi acaba? Çok iyiydi, niçin tanımıyoruz bu adamı?" diye düşünmüştük. Sonra Mr. Feelgood, bana baş roldeki kimmiş biliyor musun diye mesaj attığında inanamıştım, o adamın, bizim romantik komedi filmlerinin vazgeçilmezi Matthew Mcconaughey olduğuna... Zaten sonuna kadar hak ettiği Oscar'ı da kaptı gitti. 

Bir travestiyi canlandıran Jared Lettonun da yardımcı oscarını kapacağına zaten hiç şüphem yoktu. 

Gerçek hayattan uyarlanan bu film, sadece gaylerin aids olduğuna inanılan dönemde, kendisine aids teşhisi konulan ve sadece otuz günlük ömrü kaldığı söylenen bir adamın hayatını anlatıyor. 'İbne' olarak damgalanıp bütün sosyal çevresini kaybederken, homofobiklikten bir travestiyle birlikte iş kuracak kıvama geliyor. 

Film iyi, ama oyuncular filmi de sollayıp geçiyor.

Yakın çekimde, kilise gibi bir ortamda dua ettiğini sandığımız Ron'un, görüntü geniş kadraja geçince aslında bir strip clubta olduğunu anladığımız sahne bence filmin en inanılmaz kısmıydı.

Hala izlemediyseniz, şiddetle tavsiye ediyorum.

 

The Broken Circle Breakdown:

Çok acıklı, bir o kadar da güzel bir film.  Harika müziklerle dolu olağan üstü bir aşk hikayesi. 

Filmi izlerken kalbiniz acıyacak, sinirleneceksiniz, ama bir yandan da hepsinin gerçekliğini fark edeceksiniz. 

Fazladan yazacağım her bir kelime, spoiler içerecek; o yüzden yazılanları boşverin, bir şişe şarabınızı alın ve bu filmin karşısına kurulun. Aşkı, müzik bilginizi, bir ateist ile bir dini bütünün ilişkisinin yolunda gitme olasılığını, vicdanınızı sorgulayın.

 

 The Wolf of Wall Street:

Ben çocukken Leonardo DiCaprio'ya aşıktım. Öyle beğenmek filan değil, düpedüz acı çekecek kadar aşıktım. Arama motoru olarak Google'ın olmadığı, AltaVista'lı dönemlerden bahsediyorum. İçinde ufacık bir Leonardo DiCaprio fotoğrafı olan her dergiyi alırdım, bütün harçlığımı bu dergiler ile posterlere harcardım. Annem bir gün bu halime güleceğimi söylediğinde, "Sen beni anlamıyorsun!" diye küsmüştüm ona. Aradan yıllar geçti, hala onun oynadığı hiçbir filme yok demem. 

The Wolf of Wall Street'in özeti: zenginlik, hırs, büyüleyici bir hayat, role cuk oturan Leonardo DiCaprio, seks ve kokain... Çok uzun olan bu film hayatınızın filmi olmaktan çok uzak; ama büyük bir keyifle izlenir.

 

33. İstanbul film festivali biletlerinin de bu cumartesi genel satışının başladığını hatırlatmayı görev bilirim :))

Tatillere enerji stoklayarak kalın!

1 yorum:

Kizlierkeklikedili dedi ki...

Her şeyi geçtim, en üzüldüğüm kırmızı şarap mevsiminin geçmesi... Sırayla pembe ve beyaz olarak ilerleyeceğim :)

Pinterest'im

Instagram'ım