29 Kasım 2014

Abbas yolcudur anam endamı işliyor

Siz bu satıları okurken, ben muhtemelen Almanya'da  Chritmas ruhu ile şenlenmiş sokaklarda, elimde sıcak şarabım ile fotoğraflar çekiyor, yepyeni keşifler yapıyor olacağım.


Ben giderken size biraz müzik bırakıyorum. En son ne zaman saatlerce hayal kurdunuz hatırlıyor musunuz? Çayınızı kahvenizi hazırlayın, pofuduk pijamalarınızı giyin, koltuğunuza yayılın, hayaller kurun.

Bu playlist bir buçuk saat kadar sürüyor, bitmeden hayal kurma seansını bitirmeyin ve beni çok özleyin olur mu? :)


27 Kasım 2014

Karaköy'de şaşırtıcı lezzetler için: Louis Bistro

İstanbul kocaman bir şehir olmasına rağmen, her geçen gün aslında oldukça küçük bir çevrede yaşadığımızı fark ediyorum. Belki de hepimiz sürekli koşturduğumuz, sağımıza solumuza bakmaya yeteri kadar vaktimiz olmadığı için pas geçiyoruz birbirimizi.

Bunun en eğlenceli örneklerinden birini bundan bir ay kadar önce yaşadım. Blogger etkinliklerinden birinde Cem Karakuş ile tanışmıştım. Blogosfer üzerine keyifli bir sohbet yapmış; sonra da çeşitli etkinliklerde görüşmüştük. Tanıştığım insanların isim ve soy isimlerini aklımda tutmak konusunda çok iyi olduğumu söyleyemem; ama o blogunu kendi adıyla yazdığı için bu konuda işimi oldukça kolaylaştırmıştı.

Bir gün akşam işten eve gelip, apartmanın girişinde fatura ve zarf yığınlarının arasından kendiminkileri ayıklarken, "Cem Karakuş" adına gelmiş bir zarfa rastladım. İsim benzerliği olduğundan, oldukça emin biçimde, sadece geyik yapmak için zarfın fotoğrafını çekip ona whatsup üzerinden "Yoksa biz komşu muyuz?" yazarak ona yolladım. Az sonra beni aradı: "Nasıl yani?" diyordu şaşkınlıkla. Ben de sadece şaka yaptığımı açıklamaya çalışırken, "Hayır, ben gerçekten o adreste oturuyorum." demesin mi?! :)

Apartmanımızda başka blogger var mı bilmiyorum; ama biz ikimiz bile aynı apartmandan sosyal medyaya oldukça fazla içerik yolluyoruz. Ayrıca, şahane etkinlikler organize eden bir komşuya sahip olmak harika. Cem'in organizasyonu ile yemeğe içmeye bayılan minik bir topluluk olarak bu sefer Karaköy'deki Louis Bistro'nun yolunu tuttuk. 


Karaköy'de o kadar merkezi, cadde üstüne o kadar yakın bir noktada bulunuyor ki, bundan önce Louis Bistro'nun önünden yüzlerce defa önünden geçmiştim. Ama önünden geçerken nedense bende hiç içeri girme arzusu uyandırmamıştı. 

Bunun analizini mimar arkadaşlara bırakıyorum; ama aynı yanılgıya kapılmayın diye söylüyorum, dışarıdan bakınca sadece bir içki içilebilecek bir mekan gibi görünse de, içeride Melda Tuna'nın yepyeni bir dokunuş yaptığı, Fine Dining çizgisinde oldukça şaşırtıcı bir menü var.

Şaşırtıcı dememden korkmayın, damağınızı yoracak, yalnızca bir ısırık alıp gerisini getiremeyeceğiniz yemeklerden bahsetmiyorum. Birbirine gayet yakışmış, ama aynı zamanda da her gün yediklerinizden farklı kombinasyonlardan oluşuyorlar. Ve kesinlikle her bir tabak birbirinden şık. 


Bizim ekip tamamlanınca, birer kadeh şarap söyleyip yemeklere göz atmaya başlıyoruz. Menü kimin tasarımı bilmiyorum; ama gerçekten çok eğlenceli. Bir kişiye yeten atıştırmalıkların başlığı "I fly solo", ana yemeklerinki "We call it mother dishes" ve menüde en şaşırtıcı kısım ramen burger'i de kapsayan "No ordinary burgers."


Önümüze ilk önce dijon hardal ve vodka lime ile marine edilmiş levrek fileto geliyor. Ardından da tütsülenmiş siyah kinoa,füme ördek ve kuşkonmazdan oluşan ördekli kinoa. 

Genel olarak, ördek etinin kokusuna ilişkin bir önyargım var, hiçbir yerde ördek içeren bir yiyecek siparişi vermem ve aynı masada oturduğum birinin de vermesini engellemek için elimden geleni yaparım. Ama füme olanını bu konuyu almadan afiyetle yiyorum. 


Tuna Cake Roll benim o geceki en favorilerimden biri oluyor. Ton balığı, mayonez, hardal, limon, yeşil soğan, taze nane ile harmanarak çıtır susam ile kaplanmış. Bunu şiddetle tavsiye ediyorum, çok lezzetli ve şaşırtıcı.  


Ardından da, bizim mutfağımızdan lezzetler, farklı formlarda masamızdaki yerini alıyor. Narlı tabule salatasına eşlik eden minicik kumpirlerve Antep ile İtalyan mutfağının öpüşmesi olan gavurdağı brushetta. 

Yalnız bunlar ve bir kadeh şarap bile oldukça güzel ve bir hafif akşam yemeği olabilir benim için.



Beyaz peynir ile reçel karıştırıp yiyen herkesin bayılacağı bir lezzet de kenarları alınmış kızarmış ekmeğin üzerinde, kızarmış keçi peyniri ve en tepesinde de peynirin tuzlu tadıyla harika bir kombinasyon yaratan domates reçeli. Tadı harika, görüntüsü de en az tadı kadar güzel.  


Tam sıra hamburgerlere gelecekken, Elvin'in kırmızı et yemeği tercih etmediğini açıklaması üzerine, enginar ve turp dilimleri üstüne yerleşirilmiş şeritlerden oluşan yengeç gratine masamıza geliyor.


Hamburgerlerden çedar peynirli fondue burger, 60 gr dana kıymadan yapılan mini poğaça burger ve ekmeksiz kızarmış rende patates arasına yerleştirilmiş röşti burgeri tadıyoruz. Röşti burgerin içinde özel tatlı yer fıstıklı bir sos var ki, hepimiz ona bayılıyoruz.


Kapanışı Steak Tartare Lahmacun ile yapıyoruz. Worcester sos, kapari, turşu, soğan, ketçap ve hardal ile tatlandırılmış bonfile kıyması ile radikal bir lahmacun. Bu damak tadımıza biraz aykırı; ama bunun dışındaki bütün hepsini gözüm kapalı tavsiye edebilirim.

Sıra tatlı seçimine gelince, her birimiz birer tatlı siparişi vermek yerine, bütün tatlılardan ortaya söylüyoruz: Panna Cotta, Beyaz Çikolatalı Lava Kek, Biskremli Mozaik Pasta ve Darmadağın Profiterol. Benim favorim Panna Cotta oluyor, yumuşacık, hafif ve lezzetli.





Gerçekten çok keyif almış, tıka basa doymuş olarak akşamı kapatıyoruz. Bu lezzetli gecede bana eşlik eden, Cem, Oğuz, Alp, Sheldon, Elvin, Gürhan ve Alp'e sevgiler. 


Louis Bistro haftaiçi öğlenleri 20 TL'ye öğlen menüsü çıkartıyormuş, o civarda çalışmadığıma bunun için biraz üzüldüm. Ayrıca restoran haftası için de bir menü hazırladıklarını öğrendim, menüsüne şuradan ulaşabilirsiniz. 

Lezzetle kalın!

25 Kasım 2014

Not Defterim: Parkta Güzel Bir Gün, Ateş Güneş ve Ada, Beer Museum

Mr. Feelgood ile kış aktivitelerimizin başını sinema ve tiyatro çekiyor. Dışarıda hava buz gibiyken, öncesinde veya sonrasında yemek ve bir kadeh içki ile tamamladığımız bu ritüel ile hem üşümüyoruz, hem yorulmuyoruz, hem de bir şeyler keşfediyoruz.

Bu cumartesi de Parkta Güzel Bir Gün'ü izlemek için Moda Sahnesi'nin yolunu tuttuk. Moda Sahnesi, çok güzel dekorasyonlu ve merkezi konumlu, içinde cafesi, sineması, sergi alanı ve tiyatro sahnesi bulunan yeni sayılabilecek bir sanat kompleksi.

Parkta Güzel Bir Gün ise, hem tarihten, hem güncel durumda ülkemizden pek çok detay bulabileceğiniz hem düşündüren hem de bol bol güldüren bir oyun.


Olivia (Didem Balçın) ile Arthur (Volkan Yosunlu), birlikte yaşamaya başlamış, henüz evlilik düşünmeyen bir moden zaman çifti. Haftasonu bir gün, ördeklerin yüzdüğü bir havuzun bulunduğu parka gidiyorlar. Olivia gündemi takip eden, her şeyi bilmek isteyen bir kadın, elinde gazetesi ile banka kuruluyor. Arthur ise onun tam tersine, bütün bu politik olaylardan uzak durmak istiyor, hatta ördek olmak... Kendisini çimlere atıp, müzik dinleyerek yogasını yapıyor. Olivia ona gazeteden okuduğu müjdeyi veriyor: "Artık tam bağımsız bir cumhuriyet olmuşuz." 

Derken Reiver isimli bir görevli (Mert Fırat) geliyor, ikisinin ortasından bir şerit çekiyor. "Bu ne?" diye soruyorlar, "Sınır." cevabını alıyorlar. İlk başta şaka gibi gelen bu cevap, iki sevgiliyi iki ayrı ülkede bırakmış oluyor.


Oyununu izlerken, bürokrasiyi, ilişkideki dengeleri, gündemi takip ediyorum diyen kişinin ne kadar pasif kalabileceğini, her şeyden uzak kalmak isteyenin "aşk" motivasyonu ile ne kadar aktifleşebileceğini, sınır ve vatandaşlık kavramlarını sorguluyorsunuz. 

En son New York'taki Soma protestosunda bilinçli ve duyarlı konuşmaları ile gördüğüm ve bugüne kadar hep entellektüel karakterleri canlandırdığı performanslarını izlediğim Mert Fırat'ı, kendisine verilen yetki ile varolabileceğine inanmış, aslında 'hiç kimse' olan görevli rolünde izlemek de oldukça enteresandı benim açımdan. Çeviri bir oyun olmasına rağmen, bu karakter bize özgü detaylarla yerelleştirilmiş ve Mert Fırat, ülkemizde her gün polis üniforması ile rastlayabileceğiniz bu karakteri gerçekten inanılmaz iyi canlandırmış. 

Bir anda bir yerden bir sınır geçmesi, ilk bakışta saçma gibi gelse de; Berlin'de bir akşam sinemaya gidip, sinemadan çıktığında "Artık sen Doğu Almanya vatandaşısın, Batı Almanya'ya geçemezsin." açıklamasıyla evine gidemeyenlerin gerçekten olduğunu hatırlamak insanı çok etkiliyor. Oyundan çıktığınızda yepyeni bir sınır konulmuş ve Avrupa Yakası'ndaki evinize artık gidemeyeceğinizin söylendiğini düşünsenize!

Bence mutlaka yapılacaklar listenize bu oyunu izlemeyi ekleyin, etkinliğin tarih ve bilet detaylarına şuradan ulaşabilirsiniz. 

Oyundan çıktıktan sonra Bahariye'de yeni açılan Beer Museum'a gittik. Burası gerçek bir pub. Uzun bir barı, loş ışıklandırması ve menüsünde bütün dünyadan biralar var. Servis ekibi de oldukça güler yüzlü. Kadıköy'de bir bira içip soluklanmak için pratik ve keyifli bir seçenek.

Tuvalete giderseniz, kapı tabelalarına da dikkat edin. "Bayan" kelimesinin üstünün siyah kalemle çarpılanarak, üstüne "Kadın" yazılmış olmasına ben çok güldüm. :)



En son okuduğum kitap: Ateş Güneş ve Ada, Ertük Akşun'un kitabı. "Eğer içinizde gürül gürül gençlik ateşi yanıyorsa, bırakın yansın. Ateş yanmak içindir. Ateş ne kadar yakması gerekiyorsa o kadar yakar. Ateş duracağı, söneceği yeri bilir. Asla bundan daha önce sönmez." diye başlıyor.


Taşradan üniversite sebebiyle şehre, Edirne'ye, taşınan bir delikanlının ağzından yazılmış. Öncelikle taşralı ve şehirli kıyaslamaları yapıyor, ki içlerinde gerçekten güzel tespitler var:

"İstanbullu çocukların en önemli avantajları, kadınların onlar için ulaşılamaz olmamasıydı. Onlar bir kadınla sevişmenin dışında başka şeyler yapılabileceğini biliyordu. Konuşmak gibi, gezmek gibi, sinemaya gitmek gibi. Bir taşralı için kadın sadece aşktı, sadece sevilecek bir yaratıktı; kadın eşti, kadın anneydi. Bu bizimle kadınlar arasında inanılmaz yüksek bir duvar örüyordu."

"İnsan o nankör soruyu bir kez sorduğunda tüm hayatı alt üst olabiliyor. Ne işim var burada, bu bölümde? Bu okulu bitirsem ne olacak, bu dersler sınıf geçmekten başka bana ne verebilir? Okul yolunda ayaklarım geri geri gidiyordu." O da bu soruyu kendisine sorduktan sonra, okuldan iyice kopup, yepyeni bir çevreye girmeye başlıyor, bıçkın bir delikanlı oluyor; alkol, kavga, kumar, gece hayatı ortamlarına katılıyor.

Bir ergenin, erkek olma, şehirli olma, güçlü olma, kendisini geliştirme derdine düşme evrimlerini anlatıyor. Bütün bu aşamalara kadına bakış açısını da dürüstlükle kaleme alıyor. Ben bir kadın olarak, en çok, bir erkeğin gözünden kadınları okumayı sevdim bu kitapta.

Alıştığımız roman tarzında değil, anlatımların arasında şiirler, günlükten sayfalar ve hatta çizimler var. Okuması oldukça kolay bir dille yazılmış, karmaşık olmayan ve şaşırtmayan bir kurgusu var. Mutlaka okunması gereken bir kitap diyemem; ama toplu taşıma da dahil olmak üzere her zaman her yerde okunabilir, okurken iyi vakit geçirilebilir.



Her zamanki gibi kitaptan sevdiğim cümleler:

"Bir duygunun fazla tatmini de, hiç tatmin edilmemesi de aynı şekilde arızaya neden olur."

"Sen bir hayvansın bebeğim. Çünkü olduğun gibisin, masum ve doğal. Ya sana köpekler gibi aşık olunur, ya da senden bir canavarmışsın gibi korkulur."

"Bir erkeğin bir kadını sevebilmesi, o kadına karşı ümit beslemesiyle başlar. Her aşk eninde sonunda, aşkın gerçek olabilme ihtimali üstüne kuruludur."

"Arzu'nun sürekli canı sıkılırdı. Ya kavga etmek zorundaydık ya da sevişmek. Bu iki durum haricinde mutlaka canı sıkılırdı."

"Bazen insanlar kendi benzerleriyle değil de tam zıtları olan insanlarla daha iyi dost, ya da sevgili olurlar. Onlarda birbirinizi tamamlayan parça bulmanızın yanında, aynadan yansıyan ters görüntünüzle de karşılaşmanızı sağlarlar. Bu tip ilişkiler sizi daima zenginleştirir."

"Şimdi şuradaki kitapları bir silah olarak düşün ve onları beynine sık. Senin en iyi intiharın bu olmalı işte. Bunu sakın unutma. Sıktığın tüm kitaplardan, gözlerinden minicik bir aydınlık çıkarabilirsen ne mutlu sana."

"Bir meyhanede ilk defa bir kadınla rakı içtim o gece. O gece ilk defa bir kadınla el ele ölmek istedim."

"Bir şehri şehir yapan, şehrin kendisi değil, senin o şehre verdiğin anlamdır."

(Ateş, Güneş ve Ada, Ertürk Akşun, Destek Yayınevi, 318 sayfa) 

23 Kasım 2014

Nişantaşı Carluccio's Açılış Partisi

Carluccio's markasını yaratan kişi, yurtdışında  "İtalyan mutfağının büyükbabası veya master"ı gibi sıfatlarla; bizde ise "Makarna pul koleksiyonundan daha etkili" gibi muzip açıklamalarıyla basına taşınan Antonio Carluccio.

21 yaşındayken, Viyana'da bir arkadaşıyla paylaştığı dairede, annesinin yemeklerini özlediği için yemek yapmaya başlamış. Yaptığı yemekler, dilden dile dolanırken kendisini bir anda elli kişiye yakın gruplara yemek yaparken bulmuş.


Almanya'da bir süre yaşadıktan sonra, İtalyan şarapları ithalatı yapmak üzere İngiltere'ye taşınmış. Covent Garden'daki Neal Street Restorant'ı işletmeye başladığında yıl 1981.

Eski eşlerinden biriyle Carluccio's markasını yarattıktan sonra, 1998 yılında yine Londra'da Market Place'te "Carluccio's Cafe"yi açmış.

Bu gün 77 yaşında. Dünyada onun adını taşıyan 94 tane Carluccio's Restoranı insanlara İtalyan yemekleri servis ediyor. Bunlardan beş tanesi İstanbul'da.


Antonio Carluccio'ya ilgim, gerçekten başarılı bir İtalyan zinciri yaratmasının dışında, tam bir keyif düşkünü olmasından kaynaklanıyor. Gennoro Contaldo ile yaptıkları İtalya'yı gezerek ayin yapar gibi yemek pişirdikleri ve yedikleri "Two Greedy Italians"tan da, birlikte düzenli biçimde İtalya seyahatleri yaptığımız annem sayesinde haberdar olmuştum: "İki yaşlı İtalyan var, her gece onları izleyip keyifleniyor ve açlıktan ölerek uyuyorum."

Ve Nişantaşı'nda açılan Türkiye'deki beşinci Carluccio's şubenin açılış partisinde Antonio Carluccio ile tanışma fırsatı buldum.


Peroni biralarımızı yudumlayarak başladığımız, kokteyl biçiminde gerçekleşen bu partide, schiacciata con ricotto, porçini mantarlı ve keçi peynirli pizza, tiramisu gibi lezzetler de tepsilerin üstünde oldukça şık sunumlarla aramızda gezdi ve midemize indi.

Ben risottoyu gayet beğendim; ama hemen karşımda Antonio Carluccio oturduğundan, büyük bir merakla Antonio Carluccio'nun da yemeğe yaklaşımını beklemeye başladım. O da risottosunu büyük bir iştahla yediğinde, buradaki risottosunun gerçekten iyi olduğundan emin oldum. :)

Aynı zamanda, Antonio Carluccio'yu da canlı görmek, gerçekten hayattan keyif aldığı şeyi bulmuş olan insanların, diğerlerinden çok daha farklı olduğunun ispatı oldu benim açımdan.

Carluccio's, İtalyan mutfağına imrendiğiniz zamanlar için aklınızda bulunması gereken adreslerden. Burada, pekala kendinizi, mutfakta Antonio Carluccio's size yemek hazırlıyormuş gibi hissedebilirsiniz. Ayrıca yemek yemenin dışında şarap keyfi akşamları için de güzel bir seçenek olabilir. Çünkü İtalyan şarapları bakımından da geniş bir kav ve pek çok İtalyan peyniri seçeneceği sunuluyor.

Lezzetle kalın!

21 Kasım 2014

Bedava İstanbul - 1: İstanbul Modern, Xoxo the Mag, Dior

Gelişmenin ve daha mutlu bir hayat yaşamanın en temel adımlarından birinin, insanın kendi kendine ürettiği bahaneler ile yüzleşmesi olduğuna inanıyorum.

Sohbet ederken hem kendi konuşmalarınıza hem arkadaşlarınızınkine dikkat edin, hepimiz sürekli bir şeyler yapmak istediğimizi söylüyoruz. Ama bunları dilimizden hayatımıza taşımak için hiçbir çaba harcamıyoruz.

En yaygın bahaneler ise, "Param ve/veya zamanım yok." Evet, "bahane" diyorum; çünkü ben artık bunların, gerçek birer gerekçe değil, düpedüz bahane olduğuna inanıyorum. 

Bir insan bir şeyi içten bir biçimde yapmak isterse, mutlaka bir yolunu bulur ve yapar. Mesele tamamen "önceliklendirme"den kaynaklanıyor.

Tam mesaili çalışan bir kişiyi hayal edin. İşten çıktıktan sonra eve geldiğini, yemek yiyip televizyonun karşısına kurulduğunu, ardından da bilgisayarını açıp oradan oraya savrulduğunu ve sonra yatıp uyuduğunu varsayalım ve bunu rutin biçimde haftada iki-üç kez tekrar ettiğini... Kendisiyle konuşsanız, yapmak istediği yüzlerce şey olduğunu söyler. Neden yapmadığını sorsanız "Zamanım yok." der. Halbuki pekala zamanı var. Sadece o, zamanını, yapmak istediğini söylediği şeylere ayırmıyor. Ya zaman planlaması konusunda yeteneksiz; ya da "istiyorum" dediklerini aslında istemiyor. 

Örneğin ben, işimin yanı sıra pek çok etkinliğe katılırken, arkadaşlarımla haftada bir kaç akşam yemek yerken, her akşam bir saat kitap okurken, bu blogu yazmaya zaman bulurken, "Spora başlamak istiyorum.", "Evimi sürekli dekorasyon dergisinden fırlamış gibi tertipli tutmak ve evde yemek pişirmek istiyorum.", "Ama bunlar için zamanım yok." diyordum. Sonra fark ettim ki, evet onları yapmak istiyordum; ama diğerleri benim açımdan daha öncelikliydi. Aslında zamanım vardı; ama zamanımı spor ve temizlik yerine başka şeylere harcamayı tercih ediyordum. 

Bu tercih, bilinçliyse sorun yok. Ne de olsa, herkes her şeyi yapmak zorunda değil. Ama bilinçsizce, yalnız alışkanlıktan devam edilen bir döngü ise, oturup dürüstçe yeni bir önceliklendirme yapmakta fayda var.

Aynı şey, para harcama bakımından da geçerli. Ben paramın büyük bir kısmını uçak biletlerine, dışarıda yemek yemeğe ve yurtdışından sipariş verdiğim kitaplara gömüyorum. Tercihini sürekli kıyafet alışverişi yapmaktan ve kuaföre gitmekten yana kullananların da benim yaptıklarıma parası kalmayabilir. 

Bu konuyu düşünmeye, arada sırada blog vesilesi ile aldığım sitemler ile başladım. Verdiğim tavsiyelere bazen içten ve doğal bir isyan olarak, bazen sanki ben harcadığım parayı kendim kazanmıyormuşum da havadan akan bir para ile keyif çatıyormuşum gibi ayıplayan bir dille yazılıyorlardı; ama özü aynıydı: "Ben de bunları yapmak istiyorum da para yok." 

"Para aslında önemsiz bir şey" gibi saçma cümleler kurmayacağım, merak etmeyin. :) Kabul ediyorum ki bazı güzel şeyleri deneyimleyebilmek için para şart. Ancak bu bütün güzel şeylerin de pahalı olduğu anlamına gelmiyor. İstanbul'da bedava ve güzel şeyler de var:


1. Perşembe günleri İstanbul Modern 
Benim İstanbul'a taşındığım sene açılan İstanbul Modern'in hem konumunu, hem süreli sergilerindeki çeşitliliği, hem daimi koleksiyonunu, hem de dekorasyonunu severim. 

Perşembe günleri, İstanbul Modern'de giriş ücretsiz. Üstelik de diğer günlerde saat 18:00'de kapılarını kapatıyorken, perşembe günleri 20:00'ye kadar açık ve şu andaki süreli sergilerin üçü de birbirinden güzel. 

Çok Sesli (Plurivocality), Türkiye'de görsel ve işitsel sanatlar arasındaki etkileşime dikkat çekerek, bu alandan bir seçki sunuyor. 





Özellikle girişteki "Repertuar"ı atlamayın, ilk bakışta birbirinden çok alakasızmış gibi görünen isimler arasındaki geçişlerin anlamını çözmek ve okları takip etmek çok keyifli.


Şahin Kaygun, fotoğraf ortamının en idealist ve öncü karakterlerinden biriymiş, 1980 yıllarından itibaren fotoğraflar üzerinde deneysel çalışmalar yapmış. Eserlerine bakarken, bana birini çağrıştırmıştı, sonradan kim olduğunu hatırladım: New York MoMa'da keşfettiğim Robert Heinecken. 

Şahin Kaygun'un gerçekten o yılları düşününce oldukça sıra dışı ve şaşırtıcı bir tarzı var. 




Yüzyıllık Aşk (One Hundred Years of Love)  İstanbul Modern'in kuruluşunun 10. yılında Türk Sinemasının 100. yıldönümüne ithafen hazırlanan bir sergi. Burada sergilenenlerden, gerçekten bir günlük yaşam tarihi müzesi kurulabilir. Gezerken Taksim'in eksi görüntüleri karşısında büyüleneceğinizi ve çok eğleneceğinizi garanti ederim.





2. XOXO the Mag 

İstanbul'daki pek çok cafede bulabileceğiniz ve bir nüshasını çekinmeden çantanıza atabileceğiniz ücretsiz bir dergi. İçeriği genellikle moda, müzik ve sanata dokunuyor. Keyifli bir içerikle, örtülü reklamın ne kadar güzel yapılabileceğinin harika bir kanıtını sunuyor. Benim her bir sayfasını okuduğum az sayıdaki dergiden biri; çünkü derginin büyük bir kısmı söyleşilerden oluşuyor ve sıkı bir içerik ile bambaşka bakış açıları sunuyor.


Kasım sayısındaki birkaç söyleşiden hoşuma giden bazı cümleler:

"İnternet günün herhangi bir saatinde keşif yapmanıza olanak sağlıyor. Dünyanın her yerinde o an olup biten şeylerden haberdar olabilmek, insanı dışarıda bir şeyler görmeye, keşfetmeye yönlendiriyor." - Richard Phillips

"URL ve IRL (in real life), sanal ve gerçek dünya arasındaki uzay boşluğundayız. Bir önceki jenerasyonlara göre dezavantajımız, artık bizim uğraşmamız gereken iki dünya olması. Ve bu iki dünyanın yazılı olmayan o kadar çok kuralı var ki, tüm bu kuralları bilip ona göre davranmak bazen çok karmaşık olabiliyor." - Elizabeth June Bishop

"Gelecek hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Bunun bilinciyle bugün bir şeyler yapmak lazım. Evrilmek, yenilenmek, büyümek hepsi güzel. Daha yavaş tüketmek belki esas olan." - Didem Şenol Tiryaki

3. Makyaj Etkinlikleri

Pek çok marka düzenli olarak, kendilerinin yeni ürünlerini tanıtmak için makyaj etkinlikleri düzenliyor. Bu etkinliklerde, makyaj uzmanları, sizin bütün sorularınızı cevaplayarak, size uygun ürünleri yüzünüzde uyguluyorlar. Hem pek çok ürünü deneme fırsatı buluyorsunuz, hem de allığı nasıl sürmeniz gerektiği gibi pek çok bilgiyi öğrenme şansı yakalıyorsunuz. Çıktığınız zaman abartılı olmayan bir makyaj ile çok daha taze görünmeniz de bonusu. 

Bu etkinliklere katılım da genellikle ücretsiz oluyor; ancak yüzünüze uygulanan bazı ürünleri o kadar çok seviyorsunuz ki, genellikle en az bir kozmetik ürünü almadan çıkmaya gönlünüz elvermiyor. 


Biz, Beymen Zorlu'da Dior'un Golden Shock Makeup Collection'ını uygulamalı olarak ilk deneyenler olduk. Altın dokunuşlarla çok hafif renklenerek, ışıldadık. Ben özellikle minik parfüm şişesi görünümlü ojelerinin ambalajlarına bayıldım. Satın aldığım ürünleri, denedikten sonra izlenimlerimi paylaşacağım. Şimdilik, bu etkinlikte bana eşlik eden Selen ve Göksu'ya buradan sevgiler gönderip fotoğraflarımızı paylaşmakla yetineyim. 




Bu etkinlikleri nereden bulacağım derseniz, alışveriş yaptığınız mağazaların müşteri kartlarını edinmenizi ve buralara telefon numaralarınızı doğru bırakmanızı tavsiye edebilirim. Ayrıca mastercard kullanıcısıysanız, şuradan da bu tip ücretsiz etkinliklere katılma fırsatı yakalayabilirsiniz. 

Bahaneler bulmadan keşfederek ve deneyerek kalın!

19 Kasım 2014

Kadıköy'de spontane bir gün: Cafe Bronte, Dükkantere, Mudo Outlet, The Company

Üniversitedeyken hayatım çok daha spontaneydi. Canım istediğinde uyanır, uykum geldiğinde uyurdum. Tembellik yapasım varsa, bütün gün yataktan çıkmadan bir romana kendimi kaptırır, evde bunaldıysam arkadaşlarımdan birini veya bir kaçını arardım. Bazı günler oturup listeler yapardım, gelecekte nasıl bir hayat yaşamak istediğimi kurgulardım. Günümün nasıl geçeceğini o günkü ruh halim belirlerdi.

Aradan geçen bu zamanda kendimi pek çok yönde geliştirdiğime inanıyorum. O yıllarda hayal ettiğim ne varsa, bugün hepsine sahibim. Bazen, duruyorum, güneşin doğuşunu izlerken dilekler dileyen, geleceği hakkında çok endişeli on yıl önceki halime dönüp, gülümsüyorum. "Sakin ol, ne ev ile ofis arasında mekik dokuyan aşırı hırslı bir kadın; ne de gezmekten baltaya sap olamamış bir serseri olacaksın. Sakin ol ve bu günlerin tadını çıkar. Başkalarının ne dediğini umursama, kendi doğrularını da asla terk etme" demek istiyorum o halime. Belki de bazı insanlar, sırf kendi geçmişlerine dönüp akıl veremedikleri için çocuk doğuruyorlar.

Aradan geçen bu zamanda kaybettiğim en bariz şey ise kuşkusuz spontanelik oldu. Aynı anda, hem tam zamanlı olarak çalışmak, hem hobilere zaman ayırmak, hem arkadaşlar ve sevgiliyle görüşmek, bütün bunları yaparken mümkün olduğunca iyi görünmek, tertipli bir evde yaşamak, bol bol kitap okumak elbette ki hala başaramadığım bir şey. Her zaman bir şeyler eksik kalıyor. Yine de mümkün olduğunca çoğunu kotarmaya çalışmak, oldukça ciddi bir zaman planlaması gerektiriyor.


Bir de artık arkadaşlarım da çalıştığı ve hayatları oldukça yoğun olduğu için, görüşebilmek için birkaç gün öncesinden nerede, saat kaçta buluşacağımızı ayarlamamız gerekiyor. Yoksa birbirimizi gerçekten ne kadar özlemiş olursak olalım, bir türlü görüşemiyoruz.

Ben, sabah gözümü açtığımda daha yüzümü yıkamadan ajandama bakıyorum, ajandamı kazara evde veya ofiste unutsam yıkılıyorum. Yapmayı çok istediğim bir şey bile teklif edilse, önce ajandama soruyorum. En son ne zaman, evde oturup da "Bu gün ne yapsam?" diye düşündüğümü gerçekten hatırlamıyorum. 

Uzun zaman sonra bomboş bir günüm oldu. Söz verdiğim kimse veya deadline'ın sonuna gelmiş bir iş yoktu. Mr. Feelgood ile uzun bir uyku çektikten sonra, midemiz guruldamaya başlayınca evden çıktık. Kadıköy'ün yolunu tuttuk. Son zamanlarda genellikle tercihimiz Moda'dan yana oluyordu, bu sefer Sanatçılar Sokağı'na gittik. 


Bu sokağın önünden kaç kere geçmişimdir, hiç girmemiştim. Ne kadar güzel bir sokakmış. Yer karoları nefis, yol boyunca el işi satan minicik mağazalar ve sandalyeleri sokaklara taşmış kahvaltıcılar ve cafeler var.


Asıl denemek istediğimiz kahvaltıcıda dışarıda oturacak sandalye yoktu, içerisi boğucu şekilde kahvaltılık kokuyordu. Tamamen rastgele, biraz ilerideki Cafe Bonte'ye oturduk. Kahvaltı servis edip etmediklerinden bile emin değildik, "Aman en kötüsü bir kahve içer, başka yere geçeriz." dedik.


Şans bu ya, uzun zamandır aradığım, hem gözümü, hem de karnımı doyuracak hem de fahiş bir hesap gelmeyecek kahvaltıyı burada buldum. Bir Bronte Tabağı, bir de Krep Tabağı söyledik. Biri 10 TL, diğeri 15 TL, çay da fiyata dahil.



Kahvaltı tabaklarının içinde ne olduğunu anlayamadığımız bir baharat vardı. Mekanın sahibi, bütün enerjisi ile yanımızda bitti. Onun karpuz çekirdeğinden yapılan zahter olduğunu, ekmeğimizi önce zeytinyağına, ardından zahtere batırıp yememizi, üstüne de bir yudum çay içmemizi, bu kombinasyonun bağışıklık sistemimizi güçlendireceğini açıkladı.


Kahvaltımız bittiğinde önümüzde bir tabak ikram olarak geldi. Unsuz ve şekersiz tatlılar yapıyorlarmış. Rejimde olup canınız tatlı çektiği zamanlar için, vicdan azabını engelleyici kurtarıcıları burada bulabilirsiniz.


Kahvaltımızı ederken hemen bitişikte bir dükkan dikkatimizi çekti. Karnımız doyunca, kalkıp oraya geçtik. Adı Dükkantere, kapısındaki "Dikkat bu dükkanda boyoz var." yazısı çok tatlı. Düğünler, davetler, partiler için konsept tasarımlar da yapıyorlar, dışarıdaki masalara kahve servisi de... İnsanda her şeyi kurcalama arzsusu yaratan dükkanlardan.



Kadıköy'e gittiğimde mutlaka uğradığım iki mağaza var. Bunları büyük keşif olarak anlatamam, zaten iki markayı da çok iyi tanıyorsunuz: Mudo ve Deriden. Kadıköy'dekileri diğer semtlerdekilerden daha çok sevmemin nedeni, bunların outlet olması. Mudo'nun en alt katı dekorasyon eşyaları ile dolu. Evinize oldukça uygun fiyatlara güzel şeyler alabilirsiniz. 

Aşağıdaki fotoğraftaki tabaklar, bu Mudo Outlet'ten. Sıcak çikolata, daha önce bahsettiğim Coffee Topia'dan, modern cezve ise mutfak eşyaları konusundaki en favorilerimden biri olan Esse'den. 


Aradığını Mudo Outlet'te bulamayan Mr. Feelgood sonra beni The Company'e sürükledi. Ne iyi yapmış! Bu mağazanın önünden de vapura binmek için aşağıya yürürken kaç kere geçmişimdir bilmiyorum. Dışarıdan bakınca bana sıradan küçük hediyelik eşya satan bir mağaza gibi görünüyordu. İçerisi ise bir cennet. Gerçekten birine hediye almak istiyorsanız yolu tutulması gereken adreslerden. Ama hem kocaman, hem de hiç sıradan değil. Ivır zıvırlarınızı koymak için onlarca çeşit şık kutu, her türlü mutfak eşyası, biblo, kırtasiye malzemesi filan bulabilirsiniz. Burayı keşfetmem iyi mi yoksa kötü mü oldu emin değilim, çünkü içerideki gerçekten her şeyi alabilirim. (Bana hediye almak isteyenlere duyurulur : ) )





Aşağıdaki fotoğraftaki retro kutuyu da buradan aldım. 


Fotoğraftaki diğer harika şeylere gelirsek, Activia'nın kışa özel çıkardığı elmalı tarçınlının bağımlısı oldum. Bu aralar tükettiğim tek sağlıklı şey olabilir. Bir de match-up mag, yeni keşfettiğim ve içeriğini beğendiğim ücretsiz dergilerden. Basılı olarak İstanbul'daki pek çok cafede bulabilirsiniz, online olarak da ISSUU üzerinden okuyabilirsiniz.

Yaz akşamlarını çağrıştırdığı için bu aralar çok dinlediğim bir şarkıyla da kapanışı yapalım. Spontane kalın!



Pinterest'im

Instagram'ım