13 Ağustos 2013

Sahte Cannabisli, harika manzaralı, genç görünen mutlu yaşlıların köyü: Ambarseki

Yıl 2013. Yalnız Türkiye’de değil, dünyadaki sayılı büyük metropollerden biri olan İstanbul’da yaşıyoruz. Hayatımızı kolaylaştırmak üzere tasarlanmış havalı bir sürü elektronik alete sahibiz. Evlerimiz dekorasyon dergilerinden fırlamış gibi yeni ve zevkli. Ömrümüzün sonuna kadar hiçbir şey satın almasak ancak eskitebileceğimiz kadar çok kıyafetimiz var. Bazen az bazen çok sevsek de, kendi seçtiğimiz işlerde çalışıyoruz. Bize bir türlü yetmese de bu ülkede yaşayan insanların geneli ile kıyaslayınca çok iyi paralar kazanıyoruz. Yapmaktan hoşlanmadığımız işleri başkalarının üzerine yıkabiliyoruz, örneğin evimizi eve düzenli olarak gelen ablalar temizliyor, biz arka koltukta instagram’ı kurcalayıp kitap okurken trafik ile taksi abiler boğuşuyor. Canımız sıkılınca ve yıllık iznimiz olunca, bambaşka ülkelere seyahat ediyoruz. Bu seyahatler bizim için aylarca önceden hazırlanılan büyük olaylar değil artık, hayatımızın olağan bir parçası. İçiyoruz, yiyoruz, geziyoruz, konserlere gidiyoruz. Merak ettiğimiz her şey parmaklarımızın ucunda. Peki ama mutlu muyuz?

Ancak işimizde aksilik çıkmazsa, vaktinde ofisten çıkabilirsek, sevgilimizle saçma sapan bir konu yüzünden tartışmadıysak, hiç ihtiyacımız olmadığı halde satın aldıklarımız yüzünden kredi kartı borcumuz haddini aşmadıysa, eğlenmek için gittiğimiz yer ne boş ne hınca hınç doluysa, istediğimiz müzikler çalıyorsa, içkimiz yeteri kadar soğuksa, giydiğimiz elbise bizi güzel gösteriyorsa, tartıda o gün gördüğümüz sayıdan memnunsak... 

Bu bileşenlerden biri eksikse hemen surat asmaya başlıyoruz. Yetinemiyoruz. Zamanımız az. Hep acelemiz var. Hep biraz huzursuzuz. Peki ya hala neyimiz eksik mutlu olmak için?


Karaburun’a bağlı olan köylerden Ambarseki’de inanılmaz bir manzaraya karşı kahvaltımı ederken tam olarak bunu düşünüyorum. Burada yaşayan insanlar, bizim hayat standartlarımız ile kıyaslayınca hiçbir şeye sahip olmamalarına rağmen inanılmaz mutlular ve neşe saçıyorlar.


Karaburun’dan köye doğru çıkan yokuşu, altımızda jeep olmasına rağmen, arada sırada hoplayarak ve patinaj çekerek çıkıyoruz. O sırada yanımızda oldukça yaşlı bir teyze beliriyor, elinde de domates poşeti... Yüküyle birlikte o yokuşu yürüyerek, surat asmadan ve söylenmeden çıkıyor. Nasıl güler yüzlü, nasıl tatlı bir şivesi var. Elindeki poşetten mis kokulu domates ikram ediyor bize, “Yapaasan yeersiiin kızımmmm” diyerek ve gülerek...


Ardından babamın daha önce Saik Köyü’nde tanıştığı Bamyacı İbraham Amca’nın evine gidiyoruz. İbraham Amca, yetmiş yaşında, tarlasını ekiyor, hayvanları besliyor, her yere yürüyerek gidip geliyor, üstelik köyde su olmadığından bir de suya gidiyor. Küçücük, pıtır pıtır bir adam. Yaşını ne dış görünüşü gösteriyor ne de hareketleri... 


Eşi Fadime Abla ile  birlikte temel geçim kaynakları bamya. Bamyayı toplaması zor, ayıklaması ondan da zor. Fotoğraf çekilirken, Fadime Abla’nın yanına diz çöktüğümde de biraz bamyaya değiyorum, dizlerim kızarıyor, kabarıyor, saatlerce kaşınıyorum, gerisini siz düşünün. Bir yılda bamyadan elde ettiği geliri yüzünde kocaman bir gülümseme ve gururla söylüyor İbraham Amca, bizim bir ayda kazandığımız, hiçbir şeye yetmiyor dediğimiz maaş kadar.



Bu köyün inanılmaz güzel mavi-yeşil bir manzarası var. Satılık evleri, arazileri, terk edilmiş yaşam alanlarını geziyoruz Ambarseki Köyü’nde. 




Herkes bize selam veriyor, sohbet ediyor ve istisnasız hepsinin yüzünde kocaman bir gülümseme var.


O sırada kardeşim ile aynı anda dikkatimizi yol kenarlarında boylu boyunca uzanan bir bitki çekiyor, “Cannabis mi o?!” diye atlıyoruz. Öyle olsa buradaki insanların bu rahatlığının ve keyfinin sırrını çözüp rahatlayacağız, değilmiş, sadece uzaktan çok benziyormuş, yolumuza devam ediyoruz.


Ardından tam köyün meydanındaki Melissa Cafe’ye oturuyoruz. Burası aynı zamanda köyün kıraathanesi. İşletmecisi vefat edince, onun yerini damadı ile kızı almış, kıraathane havasını bozmadan biraz süsleyip, bizim gibi turistlere leziz bir kahvaltı servis etmeye de başlamışlar.
Manzarası gerçekten inanılmaz.



Çökelek peynirinden yapılan ve çingene pilavı olarak anılan kahvaltılık salataya, İzmir tulumuna, kendi yaptıkları çeşit çeşit reçellere bayılıyorum. Bir tek böreği sınıfta kalıyor. En lezzetli börekleri yapan Boşnak bir annaannenin torunuyum ne de olsa, bana börek beğendirmek zor zanaat.  

Arıları engellemek için Türk kahvesi yakma formülünü ilk defa burada görüyorum, gerçekten işe yarıyor, aklımın bir kenarına yazıyorum bunu.


Kahvaltı bitince de sıra Türk kahvesine geliyor. Kahvaltının üzerine, o manzaraya karşı Türk kahvesi içmek her türlü keyifli oluyor zaten; ama yanında getirilen şerbet bu keyfi arttırıyor. Ellerindeki ota, meyveye, çiçeğe göre bu şerbet her gün değişiyor. Ben ilk gittiğimde melisa şerbetine, ikincisinde vişne şerbetine denk geliyorum.




Belki de Süreya haklı, “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” 

5 yorum:

seldanın mutfak defteri dedi ki...

Merhabalar,
Bloğunuzu severek takip ediyorum. Bana da beklerim. Güzel paylaşımlarda buluşmak dileğiyle. Sevgilerimi bıraktımmmmm.....:))

S dedi ki...

ah sezen. gerçekten de bir plazanın 10. katında, henüz sabah saat 10 olmamışken yazıyı okumak, hiç iyi gelmedi. teşekkür ediyorum demotivasyon kaynağım olduğun için :)

Adsız dedi ki...

Sezennn selam
Lomdrada tek basima iki 3 gun gorulmesk gereken yerleri gorup gelmek sitoyrum acaba onerin ne olur bana
Hic tek basima yurt disinda bulunmadim heo birileeiri vardi illa birisi olsun die de bekleyemecim simdi
Sen gittin mi naaptin hosteller bana gore deil pahali da olmasin tabi de cici bi otel kesfedemedim hala bakiyorum...Kaldigin bi yer varmiydiiiii onerecek eylul sonu icin gidecegim.. Cok sagollll

zillosh dedi ki...

Seldacım,

Hoşgeldin, ben de yapıyorum iadeyi ziyaret, lezzetli blog! :)

Cok sevgili missipisi,

Hahahahaha :) en azından o saatlerde eşit şartlardaydık, ben de gayet masabaşına dönmüştüm. Kızma bana, en azından her an her yerde keyif kovalayan yapıda ve bilincinde şanslılardanız. Öperimmmm

Londra yolcusu adsız,
Bence mümkünse o üç günü biraz uzat. İlk gün hop on hop off buslar ile tarihi kısımları turla, ikinci gün oxford street alışveris, hard rock cafe, sohoda yemek gibi batı londra turistik aktiviteler. Sonra geriye kalan zamanda, cok daha karakteristik ve keyifli batı londra yolunu tut derim ben. Seyahatlerim başlığı altında bir batı londra yazısı var, devamı da en geç eylülün ilk haftalarında mushaboomda olacak :) keyifli seyahatler

Adsız dedi ki...

fazla erotiksin ,hatta pornosun ,seninle evlenilirmi be kocanı da boynuzlarsın,

Pinterest'im

Instagram'ım