30 Mayıs 2014

Moon Room, Cup, vegan donutçu Dunwell, Özgürlük Heykeli, Soho, Papatzul ve alışveriş adresleri

Sona yaklaşıyoruz. New York'ta son iki gün...

Kardeşim bir seneden uzun süredir Türkiye'den uzakta olduğu için, kokoreç motivasyonu ile dönüşe hazır. Ne yalan söyleyeyim, benim pek dönesim yok, içim sıkılıyor döneceğim için. Bu "Tatil bitiyor, iş başı yapacağım" gibisinden klasik bir burukluk değil. Çünkü ben gerçekten temel prensiplerde anlaştığım bir ofise bağlı olduğum sürece çalışmayı sevdiğimi fark ettim son bir senede, zaman zaman gerçekten çok çalışsam da... Zaten New York'ta bulunduğum süre boyunca da çoğu gece çalıştım, ev sahibimin "Sen ne yazıyorsun böyle gecelerdir tıkır tıkır?" şeklinde şaşkın soruları eşliğinde.

Benim burukluğum keşfedilecek milyonlarca karakteristik butiği, cafeyi, restoranı ve her birinde, rahat bir hafta sıkılmadan takılabileceğim semtleri bırakıp, her köşesinin birbirine benzemeye başladığı İstanbul'a dönmekten. Her yerde aynı yemekler, aynı dekorasyonlar, hatta aynı zincirler, suratsız, yorgun, mutsuz ve hikayesi olmayan insanlar... New York'ta ise insanlar mutlu, deli, garip. Her tanışılan insan bambaşka, herkesin hikayeleri, maceraları, zevkleri, anlatacakları var.

 

Bizim gibi yaşamıyorlar. İstanbul'da yoldan rastgele geçen beş insanı seçin bir masaya oturun. Muhabbet aynı eksende döner: İşten yakınırlar, her şeyin pahalılığından bahsederler, ilişkilerden konuşulur ve sonra politikaya bağlar. Sabaha kadar Türkiye'yi kurtarmak üzere beyin fırtınası yapılır; ama kimse bu konuda bir şeyi değiştirmek için kılını kıpırdatmaz.

New York'ta insanların hobileri var, merakları var, tutkuları var. Seyahat ediyorlar, resim yapıyorlar, işi gücü bırakıp bunların peşinden gitmeyi göze alabiliyorlar. Kardeşim anlattı, okuldan bir arkadaşı okulu bir sene dondurup, dünyanın bütün dağlarında kayak yapmaya gitmiş. Türkiye'de bir üniversite öğrencisinin böyle bir planı olsa, aile başlar "Ben senin için saçımı süpürge ettim, yemedim yedirdim, içmedim içirdim. Bu okul uzamadan dört senede bitecek. Ne icatlar çıkarıyorsun?" diye. Sonra da işte tek tip insanlar sürüsü.


Üstelik de o sabah İstanbul'a döner gibi bütün valizlerimizi topluyoruz. Çünkü German'ın evinden taşınma ve Airbnb'deki ikinci maceramıza doğru yol alma günümüz o gün. Gri metro hattın Montrose durağının tam karşısındaki bir eve gidiyoruz. O kadar çok alışveriş yapmışız ki, valizlerimiz ile başa çıkmamız imkansız, German bizi arabayla eve götürüp, valizlerimizi eve taşımamıza yardım ediyor. Yeni ev sahibimiz Anes ile tanışıyoruz. Kendisini ilk ve son görüşümüz de o oluyor. Kendisi ressam, barmenlik yaparak para kazanıyor, birkaç ay sürecek Japonya tatili için heyecandan ölüp bitiyor.






Odamız gerçekten harika. Yatak müthiş rahat, odada ne ararsan bulursun şeklinde kitaplarla dolu bir kütüphane var -, Anes'in tabloları güzel,  bitkiler, aynalar, her dinden semboller ve kırmızı ışık ile mistik bir oda. Üstelik camdan çıkabildiğimiz minnoş bir balkonumuz da var. Evin geri kalanı leş gibi, ama kapımızı kapattığımız anda cennetteyiz.


Yine de evde çok miskinlik yapma lüksümüz yok, son iki günümüze sığdırmayı planladığımız çok şey var. Evden çıkıyoruz, hemen yan tarafımızdaki CUP'tan kahvelerimizi kapıp, -bütün lokaller burayı çok methetti, ama bence gayet sıradan bir kahveydi- karşısındaki vegan donutçu Dunwell'e geçiyoruz. Burası sağlıklı olan şeylerin lezzetsiz olduğu tezinin aksini kanıtlamak için yaratılmış sanki!




Dükkanın kapısından içeriyi izleyen köpeklerin fotoğrafından oluşan çerçeveye de en az yediğim donut kadar bayılıyorum. İleride bir gün ben de bir yer açtığımda, bu fikri kullanacağım.


Hava çıldırıyor, fırtına çıkıyor, yağmur başlıyor, ama kararlıyız Özgürlük Heykeli'ne gideceğiz. Ben feribot adaya yaklaştığında ve inmeye kadar verdiğimde, dışarıdaki fırtına ve yağmuru görünce, "Başlarım Özgürlük Heykeli'ne! Ben hayatta bu fırtına ve yağmurda gezinmem!" diye huysuzluk yapsam da, sonra kardeşimin peşinden tıpış tıpış gidiyorum. Objektife yağmur damlası düşmeden fotoğraf çekmeye imkan yok gibi, ama elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Olmazsa New York eksik kalır ya!

 

Feribot seferinin bir parçası olarak, bir zamanlar plajları ve eğlence parkları ile ünlü olan Coney Adası'na da uğradıktan sonra hedefimiz alışveriş. Little Italy dolaylarında Unlimited Jeans Co diye bir mağaza var. Ben çok az pantolon giyen biri olarak pantolon alışverişinde çok mızmız bir insanımdır. Bir mağazaya pantolon almak için girer, 30 tane pantolon dener, yine elbise alıp çıkarım. Burada o kadar çok seçenek var ki ve çalışanlar o kadar işinde iyi ki, kadının bana seçip verdiği ilk Calvin Klein jeani giydiğim gibi aldım. Üstelik de Türkiye'ye kıyasla şaka gibi bir fiyata. Spring Street ile Brodway kesişiminde de kocaman bir valizci var. Sert kapak, yumuşak kapak, sırt çantası her boydan onlarca seçenek var. O kadar alışveriş yaptıktan sonra illa ki ihtiyacınız olacaktır aklınızda bulunsun.



Alışverişten sonra Soho'ya çıkıyoruz. Yine eski ofis arkadaşımın bana hazırladığı listeye göz atıyor ve Meksika restoranı olan Papatzul'a kuruluyoruz. Happy hour uygulaması sadece barda geçerli, porsiyonlar kocaman ve doyurucu.




Prince Street'te Apple Store, Greene Street'te sanat galerileri var. Bleecker Street'te yer alan Marc Jacobs'un kitapçısı Book Marc ile tasarım pazarı da görülesi yerlerden.




Dönüş yolunuz eğer Union Square'den geçiyorsa, daha önce bahsettiğim DSW ve onun üst katındaki Burlington'a uğrayabilirsiniz. Büyük beden giyiniyorsanız buradan harika markaların harika parçalarını çok iyi fiyatlara kapabilirsiniz; ama ben bir S beden olarak elbise ve montlardan yana oldukça şanssızdım. Yine de pas geçmeyin, çanta almadan buradan çıkmanız imkansız.


Yine Union Square civarında Paragon isimli kocaman bir spor eşya mağazası var. Aklınıza gelebilecek her türlü spor eşyasını da buradan temin edebilirsiniz.


Ayaklarıma kara sular inmiş halde, kredi kartlarımdan ilki yetersiz bakiye uyarıları vermeye başlıyor, cep telefonumuza "Bugün sel olabilir, evinizden çıkmayın" gibi uyarı mesajları geliyor. Bizi bekleyen mistik odamızın yolunu tutmaya karar veriyoruz. New York'ta son güne hızla yaklaşırken...

28 Mayıs 2014

Grimaldi's, Love-lock köprüsü, Wall Street, Ground Zero ve malesef hayatımıza giren kavram: SOMA


New York'ta uyanmak güzel, ev sahibimizin işinin olmaması ve bizi istediğimiz yere götürmesi daha güzel, ofis maillerime baktığımda yapmam gereken acil bir şeyin beni karşılamaması en güzeli.

O gün öğlene doğru tek derdimiz pizzamızı nerede yiyeceğimiz. Hayat bazen çok kolay... Hemen duş alıp, üstümüze bir şeyler geçiriyoruz ve arabaya atlıyoruz. İstikametimiz Brooklyn Heights. Manhattan'ı karşıdan izlemesi keyifli, civarda bir sürü cafe var ve Grimaldi's hemen Brooklyn köprüsünün ayağında.





Grimaldi's kapısında upuzun bir kuyruk var. Sırayı yöneten adam, nereden olduğumuzu sorunca sohbet etmeye başlıyoruz. O da yıllardır New York'ta yaşayan bir Napoliliymiş. Daha yakın zamanda şöyle boydan boya İtalya lezzet turu yapmış olarak, "Da Mighele'de yedim pizza enfesti; ama benim favori şehrim Floransa" diyiveriyorum. O da Floransa'ya aşıkmış, tutuyor elimden merdivenleri çıkarıyor, bizi masamıza yerleştiriyor, "Burada yediğin pizza hakkında da yorumlarını bekliyorum." diyor.

Pizza önümüze geldiğinde, ilk ısırığı aldığımda kararımı veriyorum: "Belllaaa belllaaa, grazie molte"




Pizzanın üstüne de badem ve parça çikolata ile kaplanmış dondurmayı da mideye indirdikten sonra saatlerce yürümeye hazırım.

Pizza sevenlerdenseniz Grimaldi'si atlamayın; ama bu şubede alkol yok, akşam gidecekseniz alkollü bir şubenin peşine düşebilirsiniz.


Pizzayı yakmak ve Brooklyn'den Manhattan'a yürümek için hemen oradaki Brooklyn Köprüsü'ne çıkabilirsiniz. Bu köprüde bol bol fotoğraf çekerek yürümek turist aktivitesi, koşmak lokal aktivitesi. Köprünün üstünde harika magnetler alabileceğiniz tezgahlar da kuruluyor.




Ve tabii aşk kilitleri, Paris'te olduğu gibi köprü boyunca her yerde... Buraya üstünde sevgilisiyle adı yazılı bir kilit asan çiftin aşklarının, köprü gibi ikisini birbirine bağlayacağına inanılıyor. Bizim köprülerimizin üzerinden yürünüyor olsa, Boğaz Köprüsü'nün love-lock mekkesi olacağından eminim. İki kıtayı birbirine bağlayan köprünün, etkisi şehrin iki yakasını bağlayandan büyük olur! :))

Köprüyü geçtiğiniz zaman Downtown'a ulaşıyorsunuz. Doğrudan kendinizi sol tarafa doğru kaptırdığınızda, kocaman bir Urban Outfitter mağazası sizi karşılıyor. Hala Türkiye'de açılmamış olduğundan karşı koyamadıklarımdan. Kıyafetleri boşverip, kitaplara, ev aksesuarlarına ve fotoğraf makinelerine kapılıp gidebilirsiniz.

 

Aynı yolu takip ettiğinizde meşhur Wall Street'e ulaşıyorsunuz. Malum Dünyanın en büyük borsasının kalbi burada atıyor. Takım elbiseli insanlar oradan oraya koştururken, turistler kalabalık ve hızdan şaşkın halde sağı solu izliyor.




Wall Street'te bir boy yürümek adetten; ama buraya kadar gelmişken atlamamanız gereken yerlerden birisi de, Trinity Church. Gotik tarzdaki bu kilise, bir zamanlar şehrin en yüksek binası olarak gemilerin yol göstericisiymiş. Şimdi finansal bölgede bir huzur yuvası. İçeride harika bir sesle yumuşak yumuşak ilahiler söyleniyordu biz girdiğimizde. Buralarda tuvalete ihtiyaç duyarsanız da kilisenin tuvaleti gıcır gıcır, aklınızda bulunsun.






Dümdüz aşağı doğru devam ederseniz uzaktan Özgürlük Heykeli'ne selam verebilirsiniz, saat 17:30'u geçmemiş ise heykele giden turlara katılabilirsiniz. Trinity Church'un arka tarafına doğru yürürseniz, bir zamanlar İkiz Kulelerin olduğu yere ulaşıyorsunuz. Artık burada kulelerin yerine, ölen insanlar için yapılmış oldukça anlamlı ve güzel bir anıt var: Ground Zero.



Ne ironiktir ki beklenmeyen ve engellenemeyecek bir saldırıda hayatını kaybeden insanlar için yapılan bu güzel anıtı gezerken, bizim ülkemizde de beklenen ancak önlemsizlikten hayatını kaybeden insanlar için Başbakan "Bu işin doğasında ölüm var." gibi açıklamalar yapıyordu.

Ground Zero'dan, koşa koşa Union Square'e geçtik. Çünkü o gün Soma protestosu vardı. Sessiz, olaysız, ne demek istediğini çok iyi ifade eden, yasa uygun bir protesto oldu. Protesto için toplananların arasında Mert Fırat da vardı. Kendisine bir kere daha hayran oldum, "Bu ne?" diye gelen turistlere üşenmeden tek tek açıkladı ülkemizdeki durumu.







Şimdi yazarken fark ettim, malesef deprem falan filan derken şimdiden güncelliğini yitirmiş gibi oldu SOMA. Bu kadar kolay unutulmadı, unutulmayacak değil mi?

Pinterest'im

Instagram'ım