31 Temmuz 2009

Bekar kalın bol bol seks yapın!

Hayatınızın son 10 yıLını bir adada Cumali isimli bir adamla geçirmediyseniz Carrie Bradshaw'u tanımama ihtimaliniz yok. Türkiye'de "Sex and the city" akımının başlaması benim üniversiteyi kazandığım yıllara denk geldi. Ve o güne kadar tanıdığım bildiğim bütün idollerden daha cazipti bu 4 kadın.

Aşkı arıyorlardı, ama aşk uğruna erkeklere kul köle olmuyorlardı. Arkadaşlık bağları çok kuvvetliydi, bütün farklılıklarına rağmen birbirlerini kabullenmişlerdi. Çalışıyorlardı, para kazanıyorlardı; ama paralarını da yatırıma değil şahane ayakkabılara ve gezmeye harcıyorlardı. Türkiye'deki versiyonları "hafifmeşrep" veya "vaah yazıık kız kurusu, hala koca bulamadı!" diye küçümsense de, küçümseyen "saçını süpürge eden" kadınlardan olmak da bana hiç cazip gelmiyordu.

Veee roman karakteri olmayan canlı kanlı bir Carrie Bradshow keşfettim: Helen Gurley Brown!

1922'de doğan Helen, doğduğu taşra kasabasından paçayı kurtarıyor ve üniversiteye gitmeden önce çalışmaya başlıyor, 20ye yakın iş değiştiriyor, bütün patronlarıyla da yatıyor! Birlikte olmak için zengin adamları seçiyor ve büyük bir keyifle de onların paralarını yiyor. Yetmiyor, 30'una kadar evlenmemiş kadınların garip karşılandığı bir dönemde bekar kadınlara "Mümkün olduğunca uzun süre evlenmemelerini ve bol bol seks yapmalarını" tavsiye eden bir kitap yazıyor. Ardından Cosmopolitan dergisinin başına geçiyor, 32 yıl boyunca seks ve orgazm konuları ile ortalığı sallıyor. Spermden yüz maskesi yapmanın cilde iyi geleceğini dahi bir yazı konusu haline getirebiliyor.

Feministler kendisini seks objesi olarak kullandırttığı ve bekar kadınlara da bunu tavsiye ettiği için köpürürken, elbette diğer herkes de onu alkışlamıyor! Farklı olanlar pek sevilmezler malum. Yüzeysel olmakla, orospuluk yapmakla suçlanıp duruyor yıllarca. Lükse olan aşkını da hiç gizlememesi daha çok tepki toplamasına neden oluyor.

Bu senenin başlarında ise cinsiyet ve kadın araştırmaları yapan Prof. Jeniffer Scanlon, Helen Gurley Brown'un hayatını anlatan bir kitap yazıyor. Ve onun Amerikan kadınlarına çok olumlu etkisi olduğunu savunuyor. Onun kendine özgü çalışan kadın feminizmi oluşturduğunu ileri
sürüyor.

Ve klasik son: Yıllarca taşlanan kadın, bir anda feminizmin öncüsü bir ilah oluveriyor!

Kendi kendime not: Tatil bitip İstanbul'da yerleşik hayata dönünce Amazon'dan al, bir oku bakaLım kitabı!


" Sadece zevk almak için değil, haklarınızı elde etmek için de seksi kullanabilirsiniz."

Share/Save/Bookmark

Hayatımın olmazsa olmazlarından biri: Kahve!


Çok düşünceli çok efkarlı gibi çıkmışım fotoğrafta; ama alakası yok. Sadece daha afyonum patlamamış o saatlerde. Ayılma çabaları içindeyim...

Kahve benim için gerçekten bir bağımlılık. Yoksa huysuzlaşıyorum ve başım ağrıyor . Resmen insan özler gibi kahve özlüyorum.




İstiyorum ki herkes kahve sevsin, kahve ve tatlı kombinasyonu görünce dünyayı unutsun! Benim mutlu keyif sofralarımdan herkesin olsun.

Bir de yeni bir likör keşfettim: Mozart. Bence tadı Baileysten bile güzel. Kahveye çok ama çok yakışıyor!* =)



Kahvenin selülit yaptığına da tamamen muhalefetim. Hatun kişiler yiyorlar börekleri, yiyorlar her öğünde bir koca beyaz ekmeği, hayatlarında spor yapmıyorlar, bacaklarının nefes almasına izin vermeyecek darlıkta jeanleri giyip duruyorlar, sonra da popolarında ve bacaklarındaki portakal görüntüsünden içtikleri kahveyi sorumlu tutuyorlar. Yok canım! Ben sevgili kahveme iftira attırmam!!

Bir kere bazı vücutlar daha yatkın oluyor bunu kabullenmek lazım. Beslenmenin etkisi inkar edilemez; ama içtiğiniz kahveye de bütün suçu atmayın.

Ben şu anda mide rahatsızlığım yüzünden kahve yasaklısı olmama rağmen, günde 3 fincan içiyorum. Hiç içmediğim halim bu yani. Sınav dönemlerimde 100gr.lık kahve paketini çok çok 10günde bitiriyorum. Eğer selülitin en büyük sebebi içilen kahveler olsaydı, bu kadar çok tüketime benim selülit kraliçesi olmam gerekirdi!


Kahveyi de akladım sabah sabah! =) Gönül rahatlığı ile bir fincan daha içebilirim!

30 Temmuz 2009

en yeni yasaklarımız!

Korkulan, başladığında ne olacak acaba dediğimiz sigara yasağı başladı!!

Bence süper oldu! Hani öyle dumandan rahatsız oluyordum, çok havasız oluyordu, bıdı bıdı yüzünden söylemiyorum bunu. Artık sokaklarda yaşayacağız, aynen bu kış Asmalımescit'te olduğu gibi her yerde yaz kış demeden sokaklarda takılacağız, sokak sobalarıyla...

Ben mesela İstanbul'da her yerde sigara içmek serbestken ağzıma sigara sürmüyordum, sonra kapalı bütün mekanlarda ve binaların 5metre yakınında sigara içmenin yasak olduğu bir şehirde, sırf kapı önü muhabbetinden yoksun kalmamak için Djarum Black tütürür oldum.

Bir barda takılırken, birisiyle kesişiyorsun, aynı anda sigara içmeye çıkıp kapı önünde koyu sohbete girişebiliyorsun. İstanbul'da da aynısı olacak. Her mekanın kapısının önü belki de içeriden daha şen şakrak olacak. Sokaklardaki masalar artacak, sokak kültürümüz gelişecek.


Ama ikinci yasak konusunda bu kadar hoşnut değilim: "Yeni düzenlemeyle alkol reklamının araç ve gıda ile ilişkilendirilmemesi hükmü nedeniyle rakı, vazgeçilmezi olan balık ve beyaz peynir ile aynı reklamlarda yer alamayacak.”

Oldu mu bu şimdi? Balık demek rakı demek! Rakı içenlerden değilim, yine de balıkçıya gittiysem masamda rakı içen biri olmazsa kendimi eksik hissederim. "Rakı balık yapmak" diye bir kavram var yahu bizim hayatımızda.

Yeni Rakı'nın reklamlarına tam da bu yüzden bayıldım:





Son zamanlarda duyduğum en şeker aşk şarkısı!



Bir dizide duydum, büyük uğraşılar (!) sonucunda kendisine ulaştım.
Hemen burayı tıklayın myspace sayfasına yönlenin bakaLım! Kendileri xoxo panda, şarkı da Sleepy Tigers...

Aşk diye bir şey varsa bence böyle bir şey!
Bağıra bağıra avaz avaz da söylerim!! =))

Yeniden uyuma kabiliyetimi yitirdim!! Insomnia denilebilecek kadar süreklilik göstermiyor bende ama arada sırada bir kaç gün hiiiç yatağa bile giresim geLmiyor. O yüzden uyku sersemliği yok, enerji bol! Coşkuya boğacağım blogu!

Sabahın 07:57sinde bu şarkıyı avaz avaz söylediğime göre, bu saatte tepesinde "Oh I like you so very much so much in fact I gotta wake you up...It’s not that I have words to speak...I just wanna see you looking at me" diye dans etmemden yırtan adam yatıp kalkıp şükretsin! =)

Hepinize de en en en keyiflisinden bir gün olsun!*

Sözler de şöyle:

Oh I like you so very much so much in fact I gotta wake you up

It’s not that I have words to speak

I just wanna see you looking at me

In a way, that states

In an hour when the sun comes up

We’re gonna put on our shoes we’re gonna shake the dust

Open the door with your brand new key

We won’t be afraid of being sweet to ourselves

Or anybody! anybody else!



Oh I miss you so very much so much in fact i gotta call you up

It’s not that I have news to bring

I just wanna make your telephone ring

So it shows and you know

In a week when I fly back home

We’re gonna jump in bed and be all alone

you’ll make biscuits and I’ll make tea

We’ll curl up close and then fall asleep

To the sound… of no one else no else around



And if Ive learned anything at all

In this short life of mine (it’s this)…

If you hear that joy has come to town

Track it down, take a picture and tape it to your eyes



Oh I love you so very much so much in fact I'm gonna switch it up

I'm gonna take this room that I built for fun

And burn down the walls in front of everyone

So they see, you and me

Dancing in our sleepy clothes

With two big smiles and a bowl of hope!

That we’ll drink down like ginger tea

The heat will help us forget everything

That you and I, that you and I have seen



And if Ive learned anything at all

In this short life of mine (it’s this)…

If you hear that joy has come to town

Track it down, take a picture and tape it to your eyes

Parasızlık bazen eğlencelidir!

Bugün yeni bir şey keşfetmedim.
Bugün sadece keyif yaptım. Kahve her zaman içtiğim kahveydi, okuduğum zaten daha önceden okuduğum bir kitaptı, film izlemedim, internette keşif gezintisi yapmadım...

Ama bir süpriz sayesinde harika vakit geçirdim. Kanada'da yaşayan yakın arkadaşım bu yaz tatilini çok kısa tutmak zorunda kalmıştı. Halletmesi gereken işler vardı ve ancak 6 ay sonra yeniden görüşebilecektik. Ve daradaroooommm bugün havuzda güneşleniyorum kapıdan o girdi. Ailesel sebeplerle aniden gelmesi gerekmiş. O kadar tadı damağımda kalmıştı, o kadar yetmemişti ki birlikte geçirdiğimiz zaman; acayip sevindim.


Muhabbetimizde en kahkaha atarak andığımız anların tek bir ortak noktası vardı: O anlarda gerçekten ama gerçekten parasız ve çaresizdik. Hiç tam manasıyla parasız ve sokakta kaldınız mı? O her şeyi yapabilecek olma hissini yaşadınız mı?

Mesela interrailimin sonunda benim maceracı ruhum ağır basmış ve Sırbistan ile Bulgaristan'a da gideceğim ben, tek giderim, diye tutturmuştum. Annem ile babamdan interrail boyunca defalarca para istediğim ve tamamını harcadığım için daha fazla para istemeye yüzüm yoktu. İnterrail biletim vardı ulaşıma para ödemeyecektim ve cebimde son 100euro vardı. "Ohoo işte bir tek yemek parası ödeyeceğim, trende uyuya uyuya giderim konaklama da ödemem, bana her türlü yeter" demiştim.

Sırbistan'da Schengen vizesi geçmediğinden habersizdim. Gecenin bir yarısı trenden indirilip iğrenç bir karakola götürüldüm. Beni bırakın geri döneyim diyorum, yok! İlla ki transit vize çıkarttıracakmışım. Kaçak girdiğim için ceza da ödeyecekmişim. Cebimdeki paranın 70 eurosunu karakoldan çıkabilmek için ödedim mi... Gecenin o vaktinde bulduğum tek tren korku filminden fırlamış gibi bir trendi. Çiş kokuyordu, ışıksızdı, çok yavaştı, eskiydi ve içindeki yolcular korkunç tiplerdi. Cebimdeki 30 euro ile bir yerde sabaha kadar beklemem de minicik eteğimle o vakitte hostel aramam da mümkün değildi.

Belgrad'a ulaşmayı başardığımda 5 euromu onların parasına çevirip kendimi McDonalds'a attığımdaki mutluluğumu, yediğim hamburgerlerin bana ne kadar lezzetli geldiğini, parklarda geçirdiğim saatlerin hayatımın en huzurlu saatleri olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Ki bunların paralı sayılabileceğim dönemler olduğunu bilmiyordum o zamanlar.

Bulgaristan'a doğru yola çıktığımda, trenin aktarması için Sırbistan sınırındaki bir istasyonda gecenin bir yarısı iki saat beklemem gerekiyordu. Pasaportumu içime sokup biraz kestirmek için uyudum, uyandığımda hiç tanımadığım bir adamı bana sarılmış halde buldum. Ortak dil yok, para yok, gece konaklanacak yer yok!

Daha sonra son paramı marketten yiyecek bir şeyler almak için harcadığımdaki ruh halimi anlatamam. Meteliksizdim. Bir ay içinde Barcelona'da en güzel restoranlarda yemek yiyen, futbolcuların takıldığı clublarda boy gösteren, Roma'da hostelde kalamam diye otelde kalan, Fransız sahillerinde güneşlenen, bol bol alışveriş yapan ben evimden uzakta, parasız ve tek başımaydım. Önce çok korkunç geliyor. Sonra da çok keyifli. Bütün müzelere yalvararak ücret ödemeden girmek, parkta iki seksen yayılıp yazı yazmak... O an her şeyi yapabilecek olmak... Kaybedecek hiç bir şeyin olmamasının verdiği pervasızlık.... Bir hafifliyor insan, bir neşe geliyor, bakmaktan görme aşamasına geçiyor. Şunu mu yesem bunu mu; acaba buradan ne alsam, paramı nereme soksam da çalınmasa soruları yok oluyor. Etrafını daha iyi algılamaya başlıyorsun, hayat daha tatlı geliyor.


Bu resimdekinin mini etekli, bronz tenli ve çantasında en az 500euroluk alışveriş bulunan versiyonuydum işte.


Elbette bunun daimi olmayacağını bilmek bambaşka.
Sefilliğin tadını çıkartıyorsun.
Şimdi oturup düşündüğümde Amerika'daki en keyifli anlarımız en sefil olduğumuz anlar. Otele ödeyecek paramız olmadığı için arabada otoparkta uyuduğumuz gece, son paramızı votkaya yatırıp sarhoş kafa New York seyahatini iptal edip doğrudan Türkiye'ye bilet aradığımız gece, taksiye ödeyecek paramız olmadığı için tek arabaya 11 kişi sığmaya çalıştığımız an, bir otel odasında 10 kişi yaşadığımız günler....

O pervasızlık, o pür neşe, o her şeyi yapmaya razı olma ruh hali; en az bir kere yaşanmalı!Bir kere insan hayatla dalga geçme yeteneği kazanıyor ve umursamaz olmayı öğreniyor.

Bütün bunlardan sonra şu anda manzaralı balkonda oturup likörlü soğuk kahve yudumlamak normalde olduğundan daha çok keyif veriyor, evim gözüme saray gibi görünüyor.

Hala yaz için bir planınız yoksa sonunda gerçekten çulsuz kalacağınız bir tatil yapıp bu ruh halini bir kere tadın derim ben!

Bizim bu günkü muhabbetimizi dinleyenler "Yok artık! Çok korkunç... İyi de ailenizi arayıp durumu açıklasanız derhal para yollarlardı size. Ben gelemem öyle şeylere!" tepkileri verirken ikimizin gözünde apayrı pırıltılar yanıyordu. Paket turlarla tatil yapanların, her şeyi planlı olanların asla anlayamayacağı şekilde o hissi özlemiştik...

29 Temmuz 2009

Bir seri katile aşık olmak: PARFÜM


Le Parfum : histoire d’un meurtrier - Bande annonce FR
Yükleyen _Caprice_. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler

Bir seri katile aşık oldum! Gerçi Dexter hayatımıza girdiğinden beri seri katillere sempati beslememiz mümkün hale geldi. Ama ben yakışıklı seri katilimiz Dexter'dan değil, Jean- Baptise Grenouille'de bahsediyorum.


Filmin adı parfüm, veya orjinal adıyla: Le Parfume, historie d'un a meurtirier...

Başkahramanımız Paris'in çok pis olduğu bir dönemde çöplüğün içine doğar. Bütün çocukluğunu ve gençliğini oldukça "garip" biri olarak geçirir. İnanılmaz bir koku alma yeteneği vardır.
not: yazının bundan sonrası spoiler içerir; ama bunları bilmeniz filmin tadını kesinlikle kaçırmaz. masalsı anlatımı, sahneleri ve yaz yaz bitiremeyeceğim şık detayları ile defalarca izlenebilir.


Bir gün kölesi olarak çalıştığı adam ile birlikte şehre iner ve bir kadının kokusunu keşfeder. Kadının kokusu onun aklını başından alır ve kadını koklamak isterken yanlışlıkla öldürür. Kadının öldükten sonra kokusunun da uçup gitmesi onu perişan eder. Ve tek amacı bu kokuyu kalıcı hale getirebilmek olur.

Ardından artık yıldızı sönmüş, üretim yapamayan bir parfümcünün yanında işe başlar ve harika parfümler yartarak adamın işlerini yeniden canlandırır. Bu arada parfümcülük hakkında da çok şey öğrenir, damıtma yoluyla kokuyu kalıcı hale getirme teknikleri ve bir parfümün kaç notadan oluşması gerektiği gibi... Ancak bu teknikler de her şeyin kokusunu kalıcı hale getirmeye yetmiyordur.



Yeniden yollara düşer ve sonunda tekniği de keşfeder: Kadınları öldürüp bütün saçlarını kesip, vücutlarını hayvan yağı ile sıvayıp sardığında ve beklettikten sonra o yağı damıttığında kokuları kalıcı hale gelmiş oluyordur. Ortalıkta ölü ve kafaları kazınmış kadınlar bulundukça şehirdekiler tedirginleşiyordur.

Sonunda tam 12 kadını öldürerek parfümün esas 12 notasını yaratır; ancak bir de özel 13. notaya ihtiyacı vardır. Onu ekledikten sonra yakalanır. Ama yapmış olduğu parfüm öyle bir parfüm olmuştur ki; idam edilmek için çıktığı yerde ondan bir kaç damla sıktığında herkes "O masum!" "Sen bir meleksin!" "Seni seviyoruz!" diye bağırmaya başlar. Parfümün damlalarını arttırdığında ise herkes -papa dahil- soyunup sevişmeye başlar ki bence filmin en mükemmel sahnesi bu! Yüzlerce insan kadın erkek fark etmez çok yavaş bir tempoda birbirlerini soyar ve öpüşmeye başlar...

Yarattığı parfüm, ona tanrı gücü kazandıracak nitelikte olmasına rağmen, o parfümü bunların hiç biri için kullanmaz. Kendi teninin kokusuz oluşuna inat, nefis bir final sahnesi var filmin!

Masal gibi, bazen korkunç, bazen komik... Kesinlikle izlenmesi gereken filmlerden!

28 Temmuz 2009

kısadan hisse bir sürü şey! =)


#1: Issız Adam'ı fazla popüler olduğu için izlemeyi uzun bir süre reddetmiştim, daha yeni izledim. Anneannemi günlerce durup durup "Issızmış hıh, boktan adam, bok adam!" diye söylettiren adama ben hiçbir antipati beslemedim. Hatta adamı kendime oldukça da yakın buldum.


Ben bir adamla birlikteyken adam bir ay içinde evime neredeyse yerleşip, annemle samimileşip, bana evlilik imaları yapmaya başlasa, isterse George Clooney görüntülü Carlos Slim - aa yoksa biLmiyor musunuz, artık en zengin adam Bill Gates değil- olsun panik yapıp kaçarım.

Ayrıca her şeyiyle yeni nesil aşkı anlatmasına rağmen, bir aylık süre içinde birbirleri için bu kadar "vazgeçilmez" olmalarını ben anlayamadım. "Şapşal mısınız, silkelenip bir kendinize geLin" diye bağırmak istedim ikisine de...

Güzel film, ama abartmaya gerek yok.



#2: Ben de artık friendfeed'teyim. Picassa, Blogger, Twitter, Facebook filan bütün aksiyonları tek bir yerde toplayıp, tek bir siteden takip edebiliyorsunuz. Şık bir uygulama. Şuradan benim feed'ime göz atabilirsiniz.

Not: Keşfettiren Zekai'ye buradan pek çok teşekkür!

#3: Adımı taşıyan bir romen şarkısı buLdum =p "Mahallenin güzeli Sezen"



#4: Bazen playlistlerinizden ve radyo kanalınızdan sıkıyorsanız ve electronic müzikten hoşlanıyorsanız: http://citysounds.fm/'e bir göz atın derim. Şehirlere göre parçalar var. Benim tarzım değil şarkılar o yüzden pek sevişmedim; ama fikir olarak pek tuttum.

Not: Tolga'nın feed'inden araktır.

#5: Kartvizit'in en modern versiyonu:
card.ly

#6: Çeşitli yerlerde yayınlanan yazılarımın kaybolup gitmesine içim elvermedi. Ne de olsa onlar bu post.lardan çok daha emek ve zaman ile yazılan yazılar. Çok güzel template'li yepyeni bir blog daha açtım. Yayınlanmış, denememsi yazılarımın tamamını BURADA topluyorum.

Gran Torino



Sıcak yaz akşamlarında yapılabilecek en keyifli şeylerden biri de kucağında buz aküsüyle ve klima çalışırken topluca DVD keyfi yapmak =))


Bizim bu geceki filmimiz: Gran Torino'ydu. Gran Torino, Ford'un bir arabasının modeLi ve filmde önemli bir rol oynadığı için de filme adını vermesi pek yerinde olmuş aslında.



Clint Eastwood oLdukça yaşlanmış olmasına rağmen, hala pek bir karizmatik bu filmde. Hele aksi aksi bir bakışı ile köpek hırlamasına benzer bir ses çıkarışı var ki, bayıldım.

Walt Kowalski (Clint Eastwood) Kore savaşı gazilerinden biri, ailesiyle olan ilişkileri oldukça kötü, insanlara karşı tavırları oldukça aksi ve mesafeli, üstelik de Koreliler ile dolu bir mahallede karısı öldükten sonra tek başına yaşamaya başlıyor.


Yan komşuları da hmong denilen Korelilerden. Bu ailenin ezik ve dışlanan küçük oğlu kuzeninin de dahil olduğu çeteye katılmak istediğinde kendisine Mr. Kowalski'nin Gran Torino'sunu çalma görevi veriliyor. Bu başarısız girişimi Kowalski ile Hmong komşularının arasının iyice açılmasına sebep olsa da, sonraki bazı olaylar tam tersi şekilde iki komşu arasındaki ilişkileri sıcaklaştırıyor.




Aksi diye antipati toplayan Kowalski bir anda izleyiciye "çok bomba" bir adam gibi görünmeye başlıyor. Hele zencilere elini silah biçimine getirip ateş edişi var ki; filmi izleyen herkesin en favori sahnesi bu sahne.

Aynı anda bir sürü konu filme dahil edilmiş, aile ilişkilerindeki kopukluk, gazilerin psikolojisinde savaşların yarattığı etkiler, farklı ırkların bir arada yaşamalarındaki kültürel zorluklar, çete problemleri... Haliyle bazı konular, sadece üstün körü işlenebilmiş. Senaryoda eksiklikler olsa da, bazı şeyler yarım kalsa da bunların tamamını unutturabilecek kadar şık ve vurucu bir final sahnesi var. Sırf bunun için bile izlenebilir film.

27 Temmuz 2009

Kızkalesi'nde bir haftasonu

Artık kesin olarak karar verdim, ben "kısa tatiL"ci bir insanım.
Az gün olsun, hiç uyunmasın, koştur koştur her şey yapılsın, sonra eve dönülsün, sadece 2-3 gündür evden uzakta kalınmış olmasına rağmen, "wuuuh! Sanki bir haftadır ordaymışım gibi geliyor. O kadar çok şey yaptık ki..." denilsin.

Çok uzun süreli tatile gidince insanın üzerine bir mayışıklık çöküyor. "Daha çok vaktimiz var, onu sonra yaparız."lar başlıyor, her şey sonraya erteleniyor ve pek bir şey yapılmadan da geri dönülüyor.

Sadece bir gece kalmak için Kızkalesi'ne gittim ve iki günün sonunda bir aydır tatildeymişim gibi bir renkte ve ruh halindeyim.

Hemen sahilin dibindeki Baytan Otel'de kaldık. Şimdi otel sahibi benim arkadaşım olduğu için ne kadar objektif olabilirim bilmiyorum. Konaklayanların yarısından çoğu başka ülkelerden gelmiş insanlar, çalışanlar oldukça neşeli ve sempatik, bahçesinde köpek, kedi, ördek her şey var ve Kızkalesi'ne tam karşıdan bakıyorsunuz... Çok özellikli bir menüsü veya işte kral suiti filan yok tabii. Ama Kızkalesi genel olarak çok lükse müsait bir bölge değil. Daha salaş ve daha ucuz her şey...

Otel terasından bir poz:

Bütün günü sahilde biraz gölgede, biraz güneşte yatarak geçirdik. Susu'nun çabuk yanma formülünü denedim: Güneş yağı ile bebek yağını karıştırıp bir şişeye doldurmuş, onu fıs fıs sıktık kendimize.
Haftasonu inanılmaz kalabalık oluyor her yer. O yüzden mümkünse haftaiçi gitmenizi tavsiye ederim. Denize girdiğinizde boy derinliğinde olan kısım insanlarla dolu, insan duvarı gibi bir şey var kale ile aranızda. Ama boyu aşan 2 metreden daha derin kısma yüzdüğünüzde deniz bomboş ve su güzel. Yani amacınız yüzmekse açılmanız lazım. Yoksa her telden yüzlerce insanın ortasında denizde durmaktan başka bir şey yapmanız mümkün değil.

Su atraksiyonlarına girişmenizi de şiddetle tavsiye ederim. Parasailing benim favorim oldu. Yaptığımız sırada her şeyimizi resepsiyona emanet ettiğimiz için bizim fotoğraflarımız yok, google'dan bulunma foto koyuyorum. Önce adrenalini bol bir şey gibi gelmişti; ama hiç korkunç bir yanı yok. Aksine acayip keyifli. Üstelik Kızkalesi'nde yaptığınızda boş boş denizi değil, kaleyi de yukarıdan izlediğiniz için daha da bir güzel oluyor. Mutlaka yapılmalı!

"Fly Fish" diye bir şey vardı," muz"un daha çok uçanı... Ama hava fazla rüzgarlı olduğu için o gün yapılmıyormuş. Jet ile takıldık biz de...

Burada bir de ziLLice tatiL tavsiyesi: Hani deniz, güneş, kum flörtik ortamlar söz konusuyken ve tatiliniz iki günlük olduğu için adamın ailesi, okulu şuyu buyu hiç umrunuz değilken, kırıtmak için yakışıklı ve böyle su aksiyonlarını yaptıran tesisin sahibini/sahibinin oğlunu seçerseniz tatiLiniz kesinlikle daha eğlenceli bir hale gelir : ))

Akşam da Kızkalesi'nden bir sonraki bölge olan Susanoğlu'ndaki club'ları pek methettiler. O yüzden yemekten sonra yola koyulduk. La Rambla diyesim geliyor ama değil, La ile başlayan İspanyolca isimli yeni bir yer açılmış önce oradaydık. Açık hava olması güzeldi, müzikler de bizim alışageldiğimiz Kuruçeşme tarzındaydı: Türkçe pop hitler ve dans etmelik rNb ve electronic ortaya karışık... Fakat yaş ortalaması çok ilginçti. Çocuklarına bakmaya geldiler herhalde denilebilecek yaş ve kılıkta teyzeler de vardı, 16lik ortam piçi kıvamında veletler de...

6-7 sene önce lisede okul gezilerinde vişne suyu içiyoruz diye hocaları kandırırken içip durduğum vişne votka hala oranın en tutan içkisi olarak kalmış, öyle afilli kokteyller, mekanın kendine özel spesyali filan yok. "Elmalı smirnoff içine de çok az elma suyu"nu bile iki-üç kere söylemem gerekti barmene. Çok ilginç bir şey istemişim gibi hissettim kendimi.


Belli bir saatten sonra açık havada müzik yasağı olduğu için, bu tarz mekanlar en geç 3te kapanıyor. O yüzden de kapalı başka mekanlara geçtik. Lazer showlar çok popüler... Ve gerçekten lazere meraklı Discorium'da bile görmediğim efektlere sahipler.

Yine de yaşlanmak mı dersiniz, yoksa artık gece hayatının her türlüsünü görüp doymak mı dersiniz; ne derseniz diyin benim gecemin en keyifli kısmı Kızkalesi'ne karşı şarabımı yudumladığım saatlerdi. Hiç gerek yokmuş aslında öyle club aramaya, yollara düşmeye filan.


Pazar günü de yat gezisi yaptık. Civarlardaki koyları ziyaret ettik. 6 koyda durduk, hepsinin de suyu bambaşkaydı. Özellikle en ilgimi çekenlerden biri Caretta Caretta mağralarının olduğu koydu. Öyle dalış tüpü gibi ıvır zıvırlara hiç ihtiyaç duymadan kocaman olan bu mağralara girip içinde gezmeniz mümkün.


Diğeri de "Narlıkuyu" idi. Denize bir kaynaktan tatlı su karıştığı için, suyun üst kısmı buz gibi ve tuzsuzken; dibi sıcak ve tuzlu su. Çok keyifli ve çok eğlenceli bir deniz. Kıyıda da ayaklar suyun içindeyken yemek yenilebilecek restoranlar var.

Bu yat gezisini direk belli saatler için yat kiralayıp yapabileceğiniz gibi hali hazırda bu geziyi tur şeklinde yapan yatlarla gitmeniz de mümkün. Ancak çok dikkatli olunmalı, kıyıya bağlıyken çok şık çok temiz görünen bir yat, harekete geçtiğinde hayatımda duymadığım berbatlıkta şarkılar çalan bir gezici gazinoya dönüşebiliyor. Keyif yapacağım derken göbek atan magandalarla saatlerce gezmek zorunda kalabilirsiniz! =)

Denizler ne kadar güzel ve keyifliyse, insanlar da o kadar kötü zaten. İnsanın içi acıyor, güzelim koy ne hale gelmiş diye. Kıyafetleriyle yüzen türbanlılardan, altın zincirinin yanında kolluk takmış kocaman adamlara kadar yok yok! Hele yatın bir karaya demir atış anı vardı ki, gülmekten o anı videoya çekmeyi unuttuk. Sanki kıyıya yanaşan uzay mekiğiymiş gibi onlarca insan toplanıp, bizi izlemeye, fotoğrafımızı çekmeye filan başladı!

O noktada bize de üzerimize bir şeyler geçirip, kulaklarımızdaki müziğimizi son ses açıp keyif yapmak düştü!


Sadece denizin ortasında "şemmami şemmami" gibisinden sözleri olan Kürtçe bir türküye son derece senkronize olarak dansla eşlik eden 6 adama bayıldım. Yaptıkları dans da, aynı andaki hareketleri de süper sempatikti.

Özetle "gideyim gözüm gönlüm açılsın, Televole kameraları ortalıkta fink atsın, gece hayatı süper olsun, kendimi göstereyim" amaçlı bir tatilse aradığınız aman ha Kızkalesi dolaylarından uzak durun. Ama istediğim güzel bir deniz, insanlar da başka bir şey de beni bağlamaz, müziğimle, yüzüp açılmalarımla keyfime bakarım ben diyenlerdenseniz düşün yoLa! =)

Gizli kalmış ve henüz keşfedilmemiş bir koyda da beach club'ı Bodrum'dakilere taş çıkarır hoşlukta bir otel keşfettim. Önümüzdeki haftasonu da oraya bir ziyaret yapmayı planlıyorum, büyük umutlarım var bakalım bakalım!

26 Temmuz 2009

KızKaLesi


Kız Kulesi ile Kız Kalesi birbirlerinden çok farklı yerlerde olsalar da, ikisi de içinde bulunmaktan çok karşıdan izlemeyi sevdiğim yapılardır.

Kız Kalesi, Akdeniz Bölgesi'nde Mersin'in 50 km. kadar ilerisinde yer alır. Neden ve nasıl inşaa edildiği konusunda bir sürü hikaye olsa da, benim en sevdiğimde çok çok güzel bir prenses vardır. Sarayın falcılarından biri prensesin akrep sokmasından öleceği kehanetinde bulununca, babası onu korumak için denizin ortasına bir kale yaptırır ve kız orada yaşamaya başlar. Sahilden 200 metre kadar açıkta olduğu için akrepler de prensese zarar veremeyecektir. Kaleye giren çıkan her şey kontrol edilir, kontrolden geçmeden hiç bir şey kaleye giremez. Bir gün olabilecek en lezzetli incirlerle dolu bir sepet prensese hediye olarak yollanır. Kontrol edenler incirlerden birini yer, zehirli mi değil mi diye. Zehirli olmadığı anlaşılınca incir sepeti kaleye girer ve sepetten çıkan bir akrebin sokmasıyla prenses ölür.

Bugün ise KızKalesi, o civarlara giden herkesin yüzerek bir gidip-döndüğü, ışıklandırmasıyla da sahilden izlemesi oldukça keyifli bir yapı.

Otoyoldan çıktığınız anda, yol kenarında minik sepetler içinde incir satıcıları başlıyor. İki sepeti pazarlıkla 10TL'ye alıp, yolunuza afiyetle ve yapış yapış olarak devam edebiliyorsunuz. "Ya akrep çıkarsa?" sorusunu ilk inciri ısırıp o muhteşem kırmızı renkle karşılaştığınızda zaten unutuyorsunuz.


Peki ya bana nerden esti de Kızkalesi hakkında bilgi vermeye başladım?!
Haftasonunu orada oteli olan bir arkadaşımda geçirdim. Harika vakit geçirdim, tatil mooduna girdim ve gerçekten yandım! =))



Şimdilik tatiLden bir kare... (Arkası yarın... ) =)))

24 Temmuz 2009

♥ Samantha who?

Televizyondan dizi takip etmek bana oldum olası çok saçma gelmiştir. Bir diziyi seveceksiniz, mesela salı günleri 21:00'de yayınlanıyor olacak, bu yüzden sizi salı günü kim nereye çağırırsa çağırsın, aklınızda hep "yaa benim dizim var o gün" düşüncesi olacak. Gereksiz bir ayak bağı ve hayata müdahale.

Hele ki Türk işi bol göz yaşlı, bol racon kesmeli, bol duygu sömürülü, hepsi birbirine benzer dizilere tahammülüm yok. Değil oturup izlemek, fragmanlarına bile katlanamıyorum. Hele ki reklam reklam reklam reklam şeklinde bir bölüm dizi bir filmden uzun zaman alıyor ki, hiç gerek yok.

DVD'den veya internet üzerinden dizi takip edenlerdenim ben. Sex and the city ile dizi furyasına başladım, LOST ile kendimi kaptırdım, sonra bir sürü diziyi birden takip eder hale geldim. Yine de yetişemiyorum hepsine. Birini izlerken aklım diğerinde kalıyor. Çok güzel işler var.

Arada kaçırıp sonradan keşfettiklerimden biri de Samantha Who?!
Süper tatlı, süper komik!

Samantha, kılıfına uydurarak yasa dışı işler yapan ve güzel paralar kazanmasını sağlayan bir şirkette çalışan bir kadındır. Birlikte yaşadığı dünya tatlısı adamın yanında, flört ettiği birlikte olduğu bir sürü adam daha vardır. Duygusallık ve zayıflık göstermeyen, kaşarlanmış ve erkeklerle eğlenerek yaşarken, ailesiyle yıllardır görüşüp konuşmamaktadır veee bir araba kazası geçirerek hafızasını kaybeder.


Komadan çıktıktan sonra her şeye en başından başlar. Artık "iyi niyetli", "kuralları olan", "etik değerlere uyan" ve ailesiyle arası iyi birine dönüşür; ama o her şeye sıfırdan başlamışken; geçmişte yaşadıkları ve geçmişte hayatına giren insanlar aynen durmakta ve onu hatırlamaktadırlar. Bu yüzden de sıfırdan başlamak o kadar da kolay olmaz.

Bir yandan her şeyi yeniden keşfetmesini yeniden ilk seksini yapmasını, yeniden ilk defa aşık olmasını; bir yandan da geçmişte yaptıklarıyla yüzleşip onları düzeltme çabasını anlatıyor dizi.



Birlikte yaşadığı sevgilisine rağmen, birlikte olduğu başka bir adamı öğrendiğinde martinisine yumulup, "Uuu anladımm. Ben kötüyümmm" diyişi ile tavladı beni ilk bölümde ve kaptırdım kendimi diziye.




İtalyan Jeniffer Esposito'nun canlandırdığı Andrea karakterine de hasta oldum. Belki de çok kaşar ve eğlenceli bir avukat olmasının da payı vardır! =))


"Little tip: Don't ever underestimate how drunk i am!" de bayıldığım repliklerden sadece biri.

Yalnızca iki sezonunu bulabildim ben. Yayından kaldırılma gibi bir şeyler de duydum, umarım ki doğru değildir.

Görüntü kalitesi çok da önemli değil derseniz. Diziport'ta var iki sezon da... Ancak siteye erişim mahkeme kararı ile engellenmiş, doğrudan yazdığınızda uyarı çıkıyor. Google'dan aratıp tıklarsanız açılıyor site....

Siz Samantha Who'yu izleyedurun, ben haftasonluk bir Kızkalesi'ne gidip geliyorum =))

Pinterest'im

Instagram'ım