california etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
california etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Eylül 2015

Dolunaya karşı night spa, bulutların üzerinde kahvaltı, ormanın içinde konaklama: Big Sur

Okyanusa karşı, dik bir yarın tam kenarına yerleştirilmiş, sıcacık suyla doldurulmuş büyük bir küvetin içindeyim. Gece saat 1:00. Küvetin dışındaki hava oldukça esintili ve soğuk. O yüzden çeneme kadar suya batmış halde oturuyorum. 

Karşımdaki okyanusa yansıyan dolunayın yaydığı loş ışık dışında hiçbir aydınlatma yok. 

Küvetin içinde benim dışımda birkaç kişi daha var. Bazıları bikinili ve mayolu, bazıları tamamen çıplak. Bu insanlardan biri hariç diğerlerini hayatımda ilk ve muhtemelen son defa görüyorum ve tanımadığım bu insanlarla tek ortak noktamız, büyülenmiş halde ve çıt çıkarmadan ayı ve okyanusa yansımasını izlememiz.

Duyduğumuz sesler yalnızca su ve dalga sesi. Kimse konuşmuyor. Müzik yok. 

Aslında içinde bulunduğum anı parçalara bölersek, her şey çok absürd: Gecenin 1:00'inde orada olmam, hiç tanımadığım çıplak insanlarla bir küvette oturmam... 

Ama o an hiçbir şey absürd gelmiyor, aslında olabilecek en doğal şey bu gibi hissediyorum. Manzara büyüleyici, çıplaklık kesinlikle cinsellik değil, doğallık çağırıştıyor. Hiç meditasyon pratiği olmayana bile meditasyonun kralını yaptıracak sakinlik ve hareketsizlik ortama hakim ve okyanus dalgalarının sesinin eşlik ettiği dolunay manzarası tek kelimeyle büyüleyici. 

"Böyle anlar ve böyle yerler var dünyada ve biz ne kadar saçma sapan şeylerle uğraşıyoruz." diye düşünüyorum. Bu anı herkes hayatında bir kere mutlaka ama mutlaka deneyimlemeli. 

Olduğum yer, Big Sur'daki 1962 yılında açılmış, yoga, çift terapi, pelvis çalışmaları, kabala, yaratıcı yazarlık gibi insanın içindeki potansiyeli açığa çıkarmayı hedefleyen çeşit çeşit workshop düzenleyen The Esalen Institute bünyesindeki Night Spa. 



Başa saralım...

Phil's'te leziz bloody mary'leri yuvarladıktan sonra, San Francisco'dan Los Angeles istikametine Highway 1 üzerinden yolumuza devam ediyoruz. Yolculuk benim için tam bir görsel şölen, kafamı sağa çevirmekten boynuma ağrılar girecek kadar harika bir okyanus manzarası yolculuğumuza eşlik ediyor. 


Bölgenin karakteristik noktalarından biri olan, Heroes gibi dizilerde bile kendine yer bulan ve 1931 yılında inşaa edilen Bixby Bridge'e gelince bir fotoğraf molası veriyoruz. Köprünün estetik tasarımı kadar, bulunduğu noktadaki manzara da görülmeye değer.





Ardından konaklayacağımız Big Sur Camp'a gidiyoruz. Nehrin kıyısında, kocaman bir ormanın içindeki Big Sur Camp, tertemiz, düzenli ve huzur verici bir alan. Kapısından içeri girdiğimiz anda çam kokusu ile kuş sesleri geliyor. 

Çadır kurmak isteyenler için çadır alanı ve karavanı ile gelenler için park alanları var. Tuvalet ve mutfak gibi ortak alanların hepsi gıcır gıcır. 

İkimiz de çadır kurmaktan anlamadığımız için tercihimizi ağaç evden yana yapmıştık. Evimizi gördüğüm anda bayılıyorum. Tek bir odadan oluşan yüksek tavanlı çok şeker bir ahşap kulübemiz var. Kapısı dereye ve ormana açılıyor ve evin önünde gece ateş yakmamız için bütün düzenek ve iki adet sandalyemiz hazır. 



İki küçük çanta ile seyahat ediyoruz, çantalarımızı ve Philste bitiremeyip paket yaptırdığımız yiyeceklerimizi evimize bıraktıktan sonra, hem bir şeyler içmek, hem de akşam bonfire keyfimize eşlik etmesi için şarap almak üzere, ormanın içinden yürüyerek, market, bar ve birkaç minik mağazanın bulunduğu kısma gidiyoruz.

Marketten ihtiyaçlarımızı almış, çıkarken ücretsiz dağıtılan gazeteler takılıyor gözüme. Tam o sırada O elini atıp rastgele biraz gazete alıp, poşetimize koyuyor. Sabah plajda çantasından çarşaf çıkartan adam O, biliyorum gazeteleri de bonfire için aldığını. Benim daha aklımdan geçerken o yapmış oluyor.

Alışkın olmadığım bir şey bu benim. Genellikle ben her şeyi organize eden, tedbirleri alan, sorun çıktığında çözen insan olurum, sürekli bir şeyler tembihlerim. Karşımdaki adamlar tarafından "fazla kontrolcü" olmakla suçlanırım. Üstelik işlerin yolunda gideceğini bilsem, bütün ipleri bırakmaya dünden razı olmama rağmen...


Dışarıdan bakınca çok sıradan görünebilecek bu hareket benim için o kadar anlamlı ki! Mutlulukla gülümsüyor, koluna giriyorum. "Ateşi tutuşturmak için" diye açıklama yapıyor. Biliyorum ve bayılıyorum.

Birkaç dakika sonra bara girerken aklıma geliyor, "O yengeçleri de atsak iyiydi. Oda fena kokacak." diyorum gülerek. "Ben onları dışarı koydum." diyor.


O bilmiyor, ama ben o bar taburesine oturduğum an itibarıyla kendimi gönül rahatlığı ile ona bırakıyorum. Her konuda... Ve o andan itibaren tamamen kendim oluyorum, oynamıyorum, kontrol etmiyorum, kendimin hiç bilmediğim kadar itaatkar, dişi ve doğal haliyle tanışıyorum.

Barın adı The Maiden. Ormanın içinde, film seti gibi bir kulübe. Dünya tatlısı bir barmen servis yapıyor, barda oturanlar kendi aralarında çok keyifli bir oyun oynuyor. Biralarımızı içiyoruz, Amerikan usulü kızarmış atıştırmalıkları yiyoruz, laflıyoruz. Sonra kulübemize geri dönerken hava kararmış oluyor, fena halde korkuyorum karanlıkta ormanın içinde yürümekten. O, önce korku hikayeleri anlatıp benimle eğlenmeye kalkıyor; ama sonra görüyor ki ben gerçekten çok korkuyorum.


Gece bonfire başında harika kafalara ulaştıktan sonra, mayışıyoruz. Gece aslında Esalen'in night spa'sına gitmeyi çok istemiştim; ama daha önce rezervasyon yaptırmak mümkün olmadığından, gün boyu telefonları meşgul çaldığından ve biz ulaşmayı başardığımız zaman 30 kişilik kontenjan dolmuş olduğundan -daha doğrusu ben öyle sandığımdan- night spa'dan umudumu kesip, kamp alanının içinde, üstümde battaniyem biraz gezinip, kampta kalan diğer insanlarla tanışıp ayak üstü laflamalık bir tura çıkıyorum. Sonra da donmuş olarak kulübemize geri dönüp onun yanına kıvrılıyorum. 


Gece yarısı gibi beni uyandırıyor, "Hadi Esalen'e gidip şansımızı deneyelim." diye. Dünya kadar yol gideceğiz ve kapısından geri dönme ihtimalimiz yüksek. Yine de yola düşüyoruz. İçeri gidiyoruz, "Ne kadar şanslıyız, içeri girebildik." diyorum saf saf, gülüyor, çok gülüyor. Meğerse rezervasyonumuzu yapmış bana sürpriz olarak. 1:00 ile 3:00 arasında yazının başında bahsettiğim muhteşem ortamı yaşıyoruz. 

Ertesi sabah uyanıyoruz, kahvaltı için sabah 9'dan akşamüstü 4'e kadar brunch servisi yapan Cafe Kevah'a gidiyoruz. Uçurumun kenarına kondurulmuş devasa bir terasta, gerçek olamayacakmış gibi görünen bir manzaraya karşı kahvaltımızı ediyoruz. Bölgenin özelliğiymiş, yazları sis çökmesi ve okyanusun üstündeki sis tepeden bakınca bulut gibi görünüyor. Bulutların üstünde, yengeçli olağanüstü bir eggs benedict yemenin keyfini nasıl tarif edebileceğimi inanın bilmiyorum. 




Cafe Kevah'ın bir üst katı da 1949 yılından beri aynı aile tarafından işletilen Nepenthe. Buraya gelmeyeni Big Sur'a gelmiş saymayacakları kadar meşhur bir restoran bar. 



Big Sur için "The face of the earth as the creator intended it to look." diyen meşhur yazar Henry Miller'in kütüphanesinde o gün ilgi çekici bir etkinlik olmadığı için orayı pas geçerek, Julia Pfeffer Burns State Park - McWay Falls'a giderek, yeşil ve mavinin tonlarının sefasını biraz daha sürüyoruz. O kadar harika bir manzara vaad ediyor ki, insan fotoğraf bile çekmeye kalkmadan önce bir kaç dakika kilitlenip bakakalıyor.




Arabayla Carmel'e gidiş yolumuz boyunca molalar veriyoruz. Her bir kavşaktan sonra, "Böyle bir mavi, böyle bir yeşil, böyle bir bulut olabilir mi?" diye sorduracak güzellikte bir manzara karşılıyor çünkü.






Uzun zamandır Avrupa'da hepsi bir yerden sonra birbirine benzeyen şehirlere yaptığım seyahatlerden sonra, California bana çok iyi geliyor. Şaşırıyorum, büyüleniyorum, keyifleniyorum. Ne iyi yapmışım da, kalkıp delicesine bir hareketle buralara gelmişim, diye kendimi kutluyorum; beni yalnız San Francisco'da değil buralarda da gezdirdiği için O'na bayılıyorum.

Dünyada keşfedilecek çok harika şeyler var, harekete geçme planları yaparak kalın!


23 Eylül 2015

Mr. Holmes Bakehouse, Half Moon Bay Ritz-Carlton, Phil's Fish Market ve enenenen iyi Bloody Mary

Pek çok şarkıya söz olmuş, pek çok kitapta anılmış, yıllar içinde kültleşen pek çok karakteri ağırlamış, her gencin planları dahilinde olan Highway 1 için yola çıkma zamanımız geliyor. 


Benim California'da geçireceğim gün sayısı sınırlı olduğu için, bütün Highway 1'ı katetmemiz mümkün değil, yalnızca San Francisco ile Big Sur arasını birlikte keşfedeceğiz; ama bu bile yeteri kadar heyecan verici.

Gelmeden önce bu seyahati planlarken, dokuz gün, her şeye yetebilecek kadar uzun bir süre gibi gelmişti bana. Gelgelelim hem yapılacak çok fazla şey var, hem de O'nunla gerçekten düşündüğümden bile daha keyifli geçiyor günler. Biraz pişman oluyorum, daha uzun süreliğine gelmediğime...




İstanbul'dan San Francisco'ya yalnızca bir kabin boy bagajla geldiğim ve nemlendirici dahil hiçbir kozmetik taşımadığım için, sabah öncelikle temel ihtiyaçlarımı gidermek üzere bir markete uğruyoruz. Ardından istikametimiz kahvaltı için Mr. Holmes Bakehouse





Burası her gün sınırlı sayıda ve her gün başka bir çeşitte çıkardığı 'cruffin' ile meşhur. Sabah erken uyanmak için kesinlikle harika bir motivasyon niteliğinde. Sıraya giriyorsunuz, şansınız varsa o günkünü tatma fırsatı yakalıyorsunuz. Yoksa da, diğer her şey de inanılmaz lezzetli olduğundan çok üzülmenize gerek yok.



Mr. Holmes'un harika tasarımlı karton kutusu içinde çeşit çeşit kalori ve haz bombası ile, O'nun Brezilyalı arkadaşının yanına uğruyoruz. Ülkesine dönmeden önce vedalaşmak için. Ben arabadan Mr. Holmes kutusu ile indiğimde mutluluktan ölüyor, çünkü hem tatlılar inanılmaz; hem de o tam bir foodie. Yolun ortasında hazdan ölüyoruz.




Sonra yola çıkıyoruz, ilk durağımız Half Moon Beach'teki Ritz-Carlton. İnanılmaz güzel manzaralı bir yamacın kenarına kurulmuş bu devasa otel, asil bir lüks sembolü gibi. Hiçbir şey ışıltılı, abartılı, yorucu değil; aksine oldukça kaliteli ve mütevazi bir şıklık içinde. Her şey krem tonlarında ve ahşap ağırlıklı; ama koridorlarında asılı tablolar gibi detayları ve özellikle manzarası baş döndürücü. Biz de elimizde biralarımız, tepeden bu harika manzarayı izlemenin tadını çıkartıyoruz.







Ardından, aşağıdaki kum alana iniyoruz. Okyanus yüzülemeyecek kadar soğuk; ama parlayan güneş ile esen rüzgarın birlikteliğinde harika güneşlenilir.

Ben üstümdeki kıyafetleri çıkarıp, bikinim ile kaldığımda, kuma oturmadan önce "Acaba onda havlu var mıdır, üstüne otursak." diye düşünürken, o çantasından kocaman bir çarşaf çıkartarak beni olumlu anlamda oldukça şaşırtıyor. Çarşafı kumsalın kuytu bir köşesinde, incecik beyaz kumların üstüne serip uzanıyoruz. Saatlerce kumsalın tadını sonuna kadar çıkarttıktan sonra, yeniden yollara düşüyoruz. 





Ona yemek konusunda Shrek yedikten sonra koşulsuz güvenmeye başladığımdan, çok iyi olduğunu söylediği Moss Landing'teki Phil's Fish Market'te yemek yeme teklifine de hiçbir itirazım yok. Yol çalışmaları nedeniyle yavaş yavaş akan yolda, büyük bir sabırsızlıkla yemeğe kavuşmayı bekliyorum.


Burası oldukça salaş görüntülü, içeride sıraya girip kasadan siparişinizi verip ödeme yapılan, sonra da upuzun masalarda başka insanlarla birlikte oturup yemek yediğiniz bir yer. Deniz ürününün her çeşidini yapıyorlar ve yediğimiz her şey olağanüstü lezzetli.







"Bu arada burada Bloody Mary de çok iyi." diyor. Bloody Mary'e taparım. Hemen bara gidip, sipariş veriyorum. Barda duran adam çok özensizce, hiç bir şeyi ölçmeden, beş saniye içinde bloody maryi hazırlıyor. O kadar çabasız ve hızlı hazırlıyor ki, kesinlikle "çok iyi" olabileceğine inanmıyorum. 

Yalnızca bardağın kenarına tutuşturduğu karides ile bardağım harika görünüyor. Masaya geliyorum, bir yudum alıyorum ve hiç tartışmasız hayatımda içtiğim en iyi bloody mary.


O kadar çok seviyorum ki, günler sonra aynı yoldan geri dönerken, bir bloody mary daha içmek için tutturuyorum ve biz ikinci kez Phil'se gidiyoruz. Elbette ki o "bir bloody mary", asla tek bir tanesi ile sınırlı kalamayacağım kadar lezzetli ve masamız yine mükemmel bir deniz ürünleri sofrasına dönüşüyor. 





Bara gidip şevkle ikinci bloody mary siparişimi verirken, bardaki bir adam dönüp, "Biliyor musun, vereceğin siparişin bloody mary olacağını biliyordum."diyor. Kafam güzelce, gülüyorum, "Neden?" diye soruyorum. "Kesinlikle şu an görünüşündeki tek eksik elinde bir bloody mary bardağı çünkü" diyor. Hayatımda aldığım en enteresan iltifatlardan biri olarak bunu bir aklımın bir kenarına yazarken, "Bir de bunu tat." diye kendi bardağını uzatıyor. 

Bloody Mary'nin bira ile hazırlanan versiyonu gibi, adı Chevela imiş. "Seninki bitince, gel bundan da bir tane iç." diyor. (İçmeyi unuttuğumu da bu yazıyı yazarken fark ettim bu arada.)



İçeride geçmişte çiçek çocuklarmış gibi görünen dört tane ellili yaşlarda adam, çok keyifli bir müzik yapıyor. Onları dinleyerek, lezzetli ötesi yemeklerimizi yedikten sonra, bloody mary bardakları ile, hemen mekanın önündeki sahile çıkıp, gün batımını izliyoruz. California'da güneş o kadar harika batıyor ki, insan hiçbir gün batımını kaçırmak istemiyor.  







"Yolluk olarak alacak mısın bir bloody mary daha?" diye soruyor. Hayır, o an kafam güzel, ben güzelim, O'nunla yollarda olmak güzel, bulunduğumuz yol güzel. 

Ama olur da bir daha bu civarlara yolum düşerse, kesinlikle burada bloody mary içmeden geçmeyeceğimi biliyorum



Bloody mary ile kalın! :))

17 Eylül 2015

Yetişkinler için Disneyland: 7.000'e yakın şarap evi ile Napa Valley

Pazartesi sabahı, daha ben tam olarak ayılmamışken, O, elime bir fincan kahve tutuşturduktan sonra, "Ben arabayı alıp geleyim, sen hazır olunca aşağı in, aşağıda buluşalım." diyerek evden çıkıyor. 

Benim için heyecanlı bir gün çünkü, O'nun "bence dünyadaki en güzel yerlerden biri" diye tanımadığı Napa Valley'e gideceğiz. 





Daha haftalar öncesinde, ben İstanbul'dayken, bana "Şimdiden gitmek istediğin şarap evlerini seçmeye başla, bu zevkten seni mahrum bırakamam" dediğinde, şarabı oldukça seven ve daha önce Toskana'da bir şarap turu yapmış olan ben, büyük bir rahatlıkla bilgisayarımı açmış, yarım saat içinde gitmek istediklerimi listeleyeceğimi sanmıştım. 


Gelgelelim, şarap evleri arasında gezinmeye başladığımda aklımı kaybetmiştim. Şato, manzara, swarovski taşlarından yapılmış devasa avizeler, tasarım tadım odaları, begonviller altında bahçe, üzüm bağlarına tepeden bakan minderlerle dolu bir balkon gibi nasıl bir ortamın hayalini kurabilirsem, Napa'da hepsi vardı. Her şarap evi bambaşka bir mimari tarzda, bambaşka dekorasyondaydı ve hiç birine "Bunu istemem." diyememiştim. 



Üzüm bağları önünde güzel duracağını düşündüğüm çiçekli bir elbiseyi giyip, ayağıma rahat ayakkabılar geçirdikten sonra, evden çıkıp aşağı iniyorum. Ve O, üstü açık nefis bir Mustang'in içinde, ona çok yakıştırdığım biçimde bir blazer giymiş, mendilini bile eksik etmemiş olarak beni bekliyor. Kendi kendime "Bu pazartesi çok güzel bir pazartesi kızım." diyerek, büyük bir keyifle yan koltuğuna kuruluyorum.


"Napa'da mı bir şeyler yiyelim, yoksa aç mısın?" diye soruyor. Napa'ya yolumuz uzun, dünya kadar şarap içeceğimiz varsayımında kahvaltı etsem harika olur. Böylece The Mill'de bir mola veriyoruz. Burası, San Francisco'nun en çok instagramlanan kahvaltı mekanlarından biri. Ahşap ağırlıklı, geniş tavanlı, sade ve ferah bir dekorasyonu var. Çok lezzetli ekmekler kullanarak açık sandiviçler servis ediyorlar. Kahvesini nedense hiç beğenmiyorum; ama bu açık sandviçler gerçekten çok lezzetli.




Sandviçlerimizi yiyip, kahvemizi içerek, Golden Gate'ten geçiyoruz ve iki yanı üzüm bağları ile dolu yolları katetmeye başlıyoruz. Rüzgar, saçlarımı uçuşturuyor, güneş ışıl ışıl içimi ısıtıyor, sağım solum yemyeşil, çok keyifli müzikler çalıyor ve O, arabanın direksiyonunda gerçekten çok yakışıklı görünüyor. 


Napa Valley'e ulaştığımızda gerçekten her şarap evi davetkar görünüyor; ama aç gözlü olmamamız lazım. Sonuçta, şarap içme limitlerimizi düşünürsek, en çok iki üç şarap evinde tadıma katılabiliriz. 




İlk önce Del Dotto'da duruyoruz. Burası Napa'nın tarihi şarap evlerinden biri. 1885 yılında yapılan bu şarap evi, 1997 yılında David ve Yolanda Del Dotto tarafından bugünkü haline getirilmiş. Bağları da, binanın içi de inanılmaz gösterişli ve şık. Şaraplarını, şarap evinin bir parçası olan mağara mahzende yıllandırıyorlar ve bu nedenle şaraplarının modern usullerde yıllandırılan şaraplardan daha lüks ve lezzetli olduğunu iddia ediyorlar. 





İkinci durağımız ilk tadımı yapacağımız V. Sattui oluyor. Bu marka yalnız Napa'nın değil, Amerika'nın en eski şaraplarından biri. 1885 yılında Vittorio Sattui'nin başlattığı şarap geleneği, torunu tarafından 1974 yılında Napa'ya taşınıyor. Yaklaşık 125 yıldır bu aile şarap yapıyor ve şarapları sadece 2009 ile 2013 yılları arasında 410 ödül almış.


Şarap evinin bahçesinde yeşilliklerin arasında piknik masaları var, iç kısmında ise, şarap tadımı yapıp, çeşitli şarap malzemeleri satın alabiliyorsunuz. Hiç vakit kaybetmeden, kare şeklindeki ada tipi barın bir kenarına geçip, şarap tadımına başlıyoruz. İçtiklerimizin içinde yalnızca Dancing Egg Riesling'i beğenmiyoruz. 





Sauvignon Blanc, bir çeşit rose şarap olan Gamay Rouge, Pinot Noir, Cabarnet ve Zinfandel'in bir kaç çeşidini içiyoruz, hepsi ayrı ayrı gerçekten çok lezzetli.  Pinot Noir'ler arasında favorimiz Sattui Family; Cabarnet çeşitleri arasında favorimiz organik üzümlerden yapılan Vittorio's Vineyard oluyor. Gamay Rouge ise gerçekten bugüne kadar içtiğim en iyi rose. 



Toplamda 11 çeşit şarap tattıktan sonra tabii ki gözlerimiz kayık ve keyfimiz inanılmaz yerinde. Piknik bahçesinde oturup biraz keyif çattıktan sonra istikametimiz Castello di Amorosa. 




Burası o kadar güzel bir şato ki, çok turistik olmasına rağmen, gitmek konusunda ısrarcı oluyorum. Toskana mimarisindeki bu kale, 107 oda, 8.000 ton taş ve yer altındaki dört katı ile birlikte sekiz kattan oluşuyor. 30 hektarlık da üzüm bağına sahip. Kalenin içindeki odalar, avlusu, tepesinden görünen manzara harika.




Burada da şarap tadımına başlıyoruz. Standart tadıma dahil olan şarapların tatları, V. Sattui'den sonra oldukça başarısız. O yüzden ekstrasını ödeyip, şarap tadımına dahil olmayan bir üst sınıf şarapları tatmaya başlıyoruz. 


Aralarındaki lezzet farkı oldukça büyük. Bu nedenle, burada şarap tadımı alırsanız, bu farkı ödeyip standart tadıma dahil olmayan şaraplardan gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Bir nevi cennet olan Napa'ya gelmişken, cimrilik yapıp az keyif almaya hiç gerek yok. Burada tattığımız şaraplardan da en güzeli Anderson Valley, Pinot Noir oluyor.





Biz kale duvarlarının tadını çıkartırken, diğer ziyaretçiler bize "Odanıza gidin." diye takılmaya başlayınca,biz de kendimizi The Hall'a atıp, muhteşem üzüm bağlarının karşısında biraz keyif çatıyoruz. The Hall da oldukça davetkar ama şimdilik daha fazla şarap tadımı yapamayacağımızdan eminiz. 

  
Üzüm bağları arasında biraz yürüdükten sonra, karşılarına yerleştirilmiş şezlonglara yayılıp biraz güneşleniyoruz. 





Günü şampanya ile kapatmak için istikametimiz Domaine Chandon oluyor. Biz gittiğimiz saatte tadımlar sona ermiş; ama şişeyle şampanya alıp, bahçede içebileceğimizi söylüyorlar. Buz kovasının içinde şampanyamızı alıp, bahçede güzel bir köşeye kuruluyoruz. 




Az sonra her şey kapanıyor ve herkes gidiyor. Sanki arkadaki şato bizim evimiz, kocaman üzüm bağı bize ait de akşam üstü yemekten önce bahçemize çıkmış keyif çatıyoruz gibi bir ortam var. O araba kullanacağı için, bir şişe şampanyayı içmek bana düşüyor ve orada muhtelemen ikimizin de yıllarca kahkahalarla anacağı güzellikte saatler geçiriyoruz.



Napa'da her yer ayrı ayrı güzeldi, orada geçirdiğim her dakika çok mutluydum; ama aşağıdaki fotoğraftaki iki ahşap sandalye benim için ayrıca çok anlamlı. Çünkü biz orada hayatımıza yepyeni ve bambaşka 'ilk'ler ekledik, birbirimizi çok daha iyi tanıdık, o benim laf dinlemeyeceğimi öğrendi, ben onun lafını her zaman dinlememem gerektiğini... Her şey ve bizim iletişimimiz o ahşap koltuklardan kalktığımızda daha farklı oldu, seyahatimiz boyunca o akşamüstünü anıp kahkahalar attık ve biliyorum ki, yıllar sonra bir gün ve alakasız bir yerde bile, o akşamüstü ansızın gelecek aklımıza. 

Birkaç gün önce bana "looking at a photograph and wishing you could re-live that moment over and over again." yazdığında, "Napa" diye açıklama yapmasına bile gerek yoktu, biliyordum. 




Oradan, sonra ne yaptığımı bilmediğim,  dolu bir şampanya kadehi ile kalkıp arabaya biniyorum ve akşam yemeği için Yountville'deki Thomas Keller'in havalı restoranlarından Bouchon 'a gidiyoruz.




Yalnızca başlangıcımızın fotoğrafını çekebiliyorum, çünkü sonra hava kararıyor. Ama yediğimiz her şey gerçekten çok lezzetli. Yemekte her zaman olay soslar ve burada her şeyin sosu gerçekten leziz.




Sonrasını pek hatırlamıyorum, çünkü sızmışım; ama hatırladıklarım bile o günün hayatımın en güzel pazartesilerinden biri olarak kalmasına yetecek güzellikte.


Napa bence herkesin mutlaka en az bir kere yolunu düşürmesi gereken bir yer. Özellikle balayı için egzotik istikametler dışında bir yerlere gitmeyi planlayanlara Napa'yı şiddetle tavsiye ederim. Çünkü Napa, gerçekten şehvetli. Bütün o güzel şarapların, uçsuz bucaksız yeşilliğin ve masal gibi ortamların hormonlarınızı nasıl zıplatacağına kendiniz bile inanamazsınız. Bu yüzden de keyfini tam anlamıyla çıkartmak için, kesinlikle arkadaş grubuyla değil, çekici bulduğunuz birisiyle gitmelisiniz buraya. 


Tutkuyla kalın!


Pinterest'im

Instagram'ım