ruh menüsü: muzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ruh menüsü: muzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

05 Haziran 2016

Festivallerden havadisler: Chill Out Festival İstanbul ve Babylon Soundgarden

Yıl 2004...
Üniversite sınavı sonuçları açıklanmış, en yakın arkadaşımla birlikte telefonlara yapışıp birbirimizi arıyoruz. Hangi üniversite ve hangi bölümden daha önemli bir şey var bizim için: İkimiz de İstanbul'da mı okuyacağız?
Aynı şehir olması yetmiyor bize, ikimiz de İstanbul'da olmalıyız.
Telefonu mutlulukla kapatıyoruz, direk evden çıkıp Rock'n Coke için birer bilet alıyoruz.

Böylece, benim İstanbul'a taşındığımda yaptığım ilk şey Rock'n Coke'a gitmek olmuştu. Ayrıca, henüz 18 yaşına girmek üzereydim ve bu benim hayatımda gittiğim ilk müzik festivali olmuştu.

Ardı ardına konserleri dinlemek, çimlerde yayılıp güneşlenerek bira yudumlamak, o kadar çok genç insanı bir arada görmek, çeşitli markaların standlarını tek tek gezmek o kadar hoşuma gitmişti ki, o gün bu gündür de İstanbul'daki festivalleri çok olağanüstü bir şey olmadıkça hiç kaçırmadım. Hatta bazen harika seyahatleri bile festivalleri kaçırmayacak biçimde planlamak için çaba harcadım.

O zamanlar, içki-yemek almak ve tuvalete gitmek için sıra beklemeyi, alana zorlukla ulaşıp işkence ile dönmeyi, mutlaka aksilikler çıkmasını, izdiham içinde güçlükle sahneyi görmeyi de festivalin olağan bir parçası sanıp, kabul etmiştim.

Yıllarca festival ruh hali aşkına, bütün bu zorlukları kabul etmişken, yolum 2013 yılında Londra'da yapılan Fieldday Festival'e düştü. Katılımcıya hiç bir şey için eziyet çektirmeyen bir festivalin olabildiğini ilk defa ben orada deneyimledim. Hiçbir şey için beş dakikadan fazla sıra beklemeden, sabahtan akşama kadar altı ayrı sahnede müziğin dibine vurdum.

Henüz Coachella ve Burning Man gibi dünya çapında efsaneleşmiş festivallere yolumu düşüremediysem de -yapılacaklar listemdeler tabii ki- , 2014 yılında Heineken Opener Festival beni tam anlamıyla büyüledi.

Geçtiğimiz iki hafta İstanbul'da iki ayrı festivale katılımcı oldum: Chill Out Festival İstanbul ve Babylon Soundgarden.

Bir yandan daha önce yurtdışında görüp imrendiğim bazı şeylerin bizim festivallerde de olmasından mutluluk duyarken, bazı konularda da büyük şoklar yaşadım: Bir müzik festivalinde saat 17:00'de bira nasıl bitebilir ki?



Chill Out Festival İstanbul, İstanbul'da gittiğim, festival katılımcısını en mutlu edecek organizasyondu. "Festival organizasyonu nasıl olmalı?" konusunda bence Türkiye'deki diğer bütün organizatörler kendilerini örnek alabilir, almalı.

Kapıdan girişte 50TL ve katları olabilecek şekilde jetonlar satılıyordu. İçerideki para birimi bu kelebek desenli jetonlardı. Bir sürahi votkalı kokteyl mi alacaksınız? 12 jeton. Bir bira mı alacaksınız? 4 jeton gibi...

Bu sayede, hiçbir içecek ve yiyecek standında, fiş al, para üstü bekle, kredi kartı şifresi gir gibi seramonilere gerek kalmadığından, bütün bir gün boyunca çok pratik biçimde sıra beklemeden ne istediysek hemen aldık. Festival bitiminde artan jetonları paraya çevirmekte de, hesap kitap yapmakta da hiç zorlanmadık.

Festival girişinde şarjı bitenler için taşınabilir şarj ünitesi kiralanması ve Bridgestone çadırında üzerine oturmak için hasır matlar dağıtılması da bence festival bakımından harika detaylardı.



Üç ayrı sahne vardı ve sahnelerin sesleri birbirine karışmayacak şekilde konumlanmıştı. Biz güne ana sahnede gölgede yayılıp, sohbet ederek başladık. Daha sonra herkesin nedense en sevdiği sahne olan Next Stage'e göz atıp, yalnızca birkaç dakika kaldıktan sonra hemen kaçtık. Lise piknik partisi gibi bir ortamı vardı bize göre :) 

Other Stage'e ise tam anlamıyla vurulduk: Ormanın içinde, renkli ampullerin arasında bir dans pisti, dans pistinin etrafı örtüler matlar sermiş yayılıp sohbet eden festival katılımcıları ile dolu. Oldukça egzotik, oldukça keyifli bir alandı. Günümüzün çoğunu Other Stage'de orman içinde yayılarak veya renkli ampullerin altında dans ederek geçirdik.




Ayırca etkinlikler yalnızca müzik ile sınırlı değildi. Yine ormanın içinde, çeşitli ürünler satan bir alışveriş alanı vardı. Bütün standlar oldukça keyifli ve zevkli tasarlanmıştı. Alışveriş dışında, ormanın içinde sessiz bir alanda yatmalık minderler, piknik yapmalık ahşap masalar ve yoga etkinlikleri de vardı. Müzikler ilgimizi yeterince çekmediğinde, bu kısımlarda da oldukça keyifli zaman geçirdik.





Festivalin yapıldığı Life Park'a kesinlikle bayıldık. Bizi bir günlüğüne İstanbul hayatımızdan tamamen uzaklaştırdı. Alanın geniş olması, kalabalığı dağıtması, pek çok kısmına çok sayıda tuvalet konulabilmesi keyfimizi arttıran unsurlardandı. Bence bütün festivaller burada yapılsın!

İlla ki bir şeyi eleştirmem gerekirse, yemek konusu olur. Seçenek az olduğu gibi, fiyatlar da havalimanı fiyatının bile iki katı civarındaydı.

Gelelim müzik keşiflerine, benim Chill Out İstanbul'da dinlediklerim arasında ilk üç: Hugo Kant, Guts ve Mimi Love & The Sorry Entertainer







Babylon Soundgarden, yüksek beklentiler içinde gittiğim bir festivaldi.  Çünkü Cappadox harika bir festival olmuştu. Cappadox'u organize eden ekip arkasında olduğu için yine sıra dışı bir deneyim beklemeye başlamıştım. İkinci olarak da Oscar and the Wolf sahneye çıkacaktı. Son bir sene içinde en çok dinlediğim şarkıları canlı dinleme fırsatı oldukça heyecan vericiydi.



Festival alanına girdiğimizde, gün batım saatiydi, deniz kıyısındaki alan harika görünüyordu. Dalış hocamdan, eski komşuma kadar çok özlediğim bir sürü kişi ile adım başı karşılaşmak eğlenceliydi. Taptığımız kozmetik markası, Kiko'nun pop-up standını görmek güzeldi.







"Hadi bir bira alalım. Festival ruh haline girelim." dedik. Sıraya girdik, bitmek bilmeyen bir sıra bekledikten sonra, "Bira bitti." dediler. Tek günlük festival, satılan bilet sayısı belli, saat 17:00! Bira nasıl biter? 

İki saat sonra tekrar bira ulaşılabilir oldu, ama tuvalet sırası o kadar uzundu ki! Bir arkadaşım, "Şimdi sıraya girin, sıra size gelene kadar çişiniz de gelir zaten." dediğinde espri yaptığını sanıp gülmüştüm, gerçekmiş. O yüzden kokteyle geçelim dedik. Yine upuzun bir sıra bekleyip, kokteyl için fiş aldıktan sonra, kokteylimi almak için upuzun ikinci sıraya girip sıra bana geldiğinde "Kokteyl bitti." demezler mi?! "O zaman fişi niye satıyorsunuz? Çeyizime mi koymamı tercih edersiniz, götüme sokmamı mı?" diye çemkirmek üzereydim ki, arka taraftan okkalı bir gin tonik desteği ile sakinleştim :))

Özetle oldukça kötü bir organizasyondu, bütün akşam boyunca sürekli upuzun sıralar bekledik ve çoğu zaman istediğimiz şeye ulaşamadık. Ama Oscar and the wolf o kadar iyiydi ki! <3 gelsinler="" hep="" span="">



Festivallerle, İstanbul'un tadını çıkararak kalın!

24 Mayıs 2016

Puslu Ay, Puantiyeli Peri Bacaları, İlhan Erşahin ve Hüsnü Şenlendirici: Cappadox

Üzerlerine şelale, puantiye ve deniz anası görselleri yansıtılmış peri bacalarının arasındayız. Peri bacalarının daha da üzerinde, bulutların arasından kendini göstermiş puslu bir ay var.

Doğa harikası peri bacaları, mistik kocaman ay ve modern visuallar, tezatları ile büyüleyici bir birliktelik yaratıyor. İçinde bulunduğum ortamın güzelliğine inanamıyorum. 


Bakışlarımı peri bacalarından ayırdığımda, gördüğüm görüntü de en az o kadar inanılmaz. Geçen sene Çeşme'de Aqua'da havuzun içinde tanıştığım sevgili Duygu ve Dilara, birlikte Amerika'ya work&travel macerasına gittiğim cici eşim Gizem, son bir kaç ayda hayatıma giren ve inanılmaz hızla kaynaştığımız komşum Hande ve aynı günün sabahı Kapadokya'da tanıştığım ve birlikte çok keyifli bir gün geçirdiğim Betül ve Başak. Hepsini bambaşka şekillerde, bambaşka yerlerde tanıyıp çok sevdiğim bu insanlarla orada olmam da en az içinde bulunduğumuz ortam kadar sıradışı.

Ellerimizdeki ışıklı bardakları tokuşturuyoruz, ağzımızda salatalıklı votkanın tadı, yüzümüzde kocaman bir gülümseme. 

"Kapanış partisine bir bakalım, sevmezsek kaçarız." diye oraya gelirken, böylesine güzel bir ortam ile karşılaşacağımı gerçekten düşünmemiştim. Her anı kayıt altına almak istiyorum, her bir detayı... Gelgelelim hiçbirimizin şarjı yok. O yüzden tuvalete ve içki tazelemeye gitmek için ayrılmamız gerekirse, eski usul buluşma noktaları belirliyoruz. Bölünüyoruz, toplanıyoruz, geziniyoruz. Kimse whatsup'tan yazışmıyor, kimse fotoğraf çekmiyor, kimse snap atmıyor, ilk defa hepimiz gerçekten anı yaşıyoruz.

Sahneye İlhan Erşahin çıkıyor. İlhan Erşahin'i severiz, defalarca konserlerine gittik; ama bu sefer apayrı güzel. Çünkü bu sefer alıştığımızın dışında, elektronik soundlar yerine, arka fonda bateri var. Daha da önemlisi, kapalı bir konser alanında sıkış tepiş dizilmiş değiliz. Aksine, büyüleyici bir ortamdayız ve dans edecek alanımız var. 

"Türkiye'nin en iyi festivalinin Cappadox olduğuna" karar veriyoruz o anda. Kendimizi müziğe bırakıp, dans ediyoruz. Tam "daha iyi olamazdı." derken, İlhan Erşahin'in yanında, Hüsnü Şenlendirici beliriyor. O kadar iyi bir müzik yapıyorlar ki, trans anı gibi bir şey yaşıyoruz.



Ertesi gün "Acaba ben mi abartıyorum, kafam mı çok güzeldi?" diye düşünürken, Başak "Ah özellikle o konser bitip de alkışlarla geri geldikleri parça var ya, gerçekten ben o sırada transa geçtim, inanılmazdı." dediğinde ve herkes desteklediğinde abartmadığımı anlıyorum.

Konser bittikten sonra, yukarıdaki sahnede çok kötü bir DJ, çok korkunç şarkılar çalıyor. Onun yerine  gerçekten dans etmeye devam edebileceğimiz güzellikte bir müzik olsa, her şey o kadar gerçek üstü olurdu ki, gerçekliğini sorgulamaya başlayabilirdim! 

"İyi ki gelmişiz, iyi ki gelmişiz." 24 saat boyunca en çok kurduğumuz cümle oluyor. Aslında ayakta zor duruyoruz; çünkü:

Bu partiden bir önceki gece... Günlerden cuma...
İşten çıkmışım, "Daha Türkiye'ye ayak basalı bir kaç gün olmuşken, Amerika üstüne bir  tek Kapadokya eksikti." diye kendi kendime söylenerek, valiz boşaltıyor, Kapadokya için çantamı hazırlıyorum.

Ardından Hande ile Bender valizleri ile bana geliyor. Hep birlikte bende kalacağız, çünkü sabah 7:00 uçağı ile Nevşehir'e uçacağız. Hande ile benim daha önce otobüslerin arkasından el sallamışlığımız var, Bender'in Alman disiplini ile bizi sabahın köründe uyandırmasına ihtiyacımız var. Yoksa Hande ile ben o uçağı biz net kaçırırız, biliyoruz.

Üçümüz birlikte laflayarak birer kadeh şarap yuvarladıktan sonra, Bender "Ben yatıyorum. Siz de geç kalmayın, saat 4:00'te kaldıracağım sizi." diyor.

Bender yattıktan sonra, Hande ile boş şarap şişesine bakıyoruz. Bize evde içmeyi en sevdiğim kokteyl olan Aperol ile şampanya karışımından hazırlıyorum. Onları içerken, niyeti bozup, dışarı çıkmaya karar veriyoruz. Hande, bizim bu civarlarda yaşayan bir arkadaşına gitmemizi öneriyor. Pijamalarımızla gidebileceğimiz için, Efendi'ye gitmekten daha cazip bir teklif. 

Bender evden çıktığımızı öğrenirse, bize muhtemelen kızar. O yüzden lisede, annemizle babamız uyuduktan sonra evden kaçar gibi, Aperol ile şampanyayı bir poşete doldurup,  pijamalarımızla evden parmak ucunda fısıldaya fısıldaya çıkıyoruz. Sokağa çıkar çıkmaz "Lingo lingo şişeleeer" diye şarkı söylemeye başlıyoruz.

Yalnızca birkaç apartman sonra, bahsedilen arkadaşın evindeyiz. Niyetim bir saat kadar oturup, sonra eve gidip duş alıp, biraz uyumak.

Ev sahibi, üzerinde bir röpdoşambr, elinde bir rakı kadehi ile karşılıyor bizi. O an anlıyorum, o gece bir saatten uzun sürecek kadar matrak olacak. 

Sanki Teşvikiye'nin ortasında değilmişiz gibi, yeşilliklere bakan harika bir balkonda oturuyoruz. Laf lafı açarken, balkon giderek kalabalıklaşıyor, ortaokuldan arkadaşım Gökçe bir yanıma, Karaköy'de çok sevdiğimiz bir kokteyl barın sahibi karşıma geldiğinde, "Oturduğum bölgeye aşığım, sürekli enteresan insanlarla tanışıp, enteresan geçeler yaşıyorum." diye mırıldanıyorum kendi kendime. 

Biz hiç uyumadan, balkon partisinden, önce Sabiha Gökçen Havalimanı'na, sonra Nevşehir'e bağlıyoruz. Dilimde sürekli "Bir ortak geçmişimiz var, bir de hep açık yaralar. Kendine hep hatırlattığın fazla parlamış anılar." Nevşehir'e ayak bastığımızda, niçin şarkının dilime dolandığını çözüyorum; dün gece balkonda yanımda Pamela ile facetime üzerinden geyik yapıldığını hatırlıyorum. Bir de "Acaba bu kadar yorgunluğa değer miydi Kapadokya için? Zaten geçen sene de mayısta gelip günlerce köşe bucak gezmiştim." diye düşünüyorum.



Ve aradan 12 saat geçtikten ve hala hiç uyumadıktan sonra, anlattığım ortamda, sahnede Hüsnü Şenlendirici ve İlhan Erşahin varken, seneye dünyanın neresinde olursam olayım tekrar Cappadox'a gelmeye kendime söz veriyorum.

Diğer Cappadox etkinlikleri ve Cappdox bittikten sonraki pazar keşifleri çok yakında.

Yazın gelişini hissederek kalın!



06 Şubat 2015

“Everything will be amazing, like a pineapple”


Yıl 2001. Lise, her sene bir fotoğrafçı ile anlaşıp kayıtlar için bütün öğrencilerin vesikalık fotoğraflarını çektirirken,iki öğrenci çok parlak bir fikir ile ortaya çıkmış: "Dijital kamera ile bu fotoğrafları biz çekebiliriz, fotoğrafçıya gerek yok. Okul da para ödemek zorunda kalmaz." O yüzden, okulun geri kalanı dersteyken, bu iki kız "Fotoğrafları düzenlememiz lazım." diye dersten çıkmış, müdür yardımcısının odasında keyifle oturuyorlar. Sevmedikleri kişilerin en çirkin fotoğraflarını kullanılmak üzere özenle ve kikirdeşerek seçiyorlar.

Yıl 2004. Lisenin çok kısıtlayıcı, saça, makyaja, çoraba, gömleğin içine giydikleri atlete karışan müdürünün odasının kapısının önü. Ah, o müdür onlara ne çok çektirdi. Okulda mezuniyetten ve üniversite sınavından önceki son günleri, bunu yapmazlarsa içlerinde kalacak. Disipline bile gitmeye hazırlar. Okul eteklerinin üstünde rengarenk t-shirtlar, bellerine şıngırtılı kemerler takılmış. Kapıyı tıklatıyorlar, içeriden o sert ses "Girin!" diyor. Giriyorlar, müdür kılık kıyafetlerine öfke ile bakarken, odanın ortasında göbek atmaya başlıyorlar: "Çadırımın üstünde şıp dedi damladı, Allah canımı almadı almadı." Disipline gitmiyorlar, hatta müdür "Ah başımın belaları, sizi çok özleyeceğim." diye başlayan duygusal bir konuşma yapıyor.

Yıl 2005. Artık İstanbul'da yaşıyorlar, hukuk fakültesinde okuyorlar. Bir önceki gece hiç uyumamışlar, Taksim'de güneşi doğurmuş, Bebek'e kadar yürümüşler. Gece hiç uyumamış olarak, sahildeki Gloria Jeans'te kahve içiyorlar. Uykuya ihtiyaçları da yok. Önlerinde bir gazete iş ilanlarına bakıyorlar, kimseye muhtaç değiller, bir işe girecek, çok para kazanacak, aşık oldukları adamları da alıp başbaşa bir eve çıkacaklar. Çok aşıklar, çok hayalperestler.

Yıl 2012. Artık ikisi de avukat olmuş. Kızlardan birinin İstanbul'dan taşınma kararı üzerine acil durum toplantısı yapılmak üzere toplanmışlar. Eşyaların yarısı kolilenmiş bir salonda oturmuş Amarula içiyorlar. Çok fazla plan, hayal ve umut var.

Yıl 2014. Arada görüşmedikleri ve konuşmadıkları onca zaman olmuş, oluyor. Ama hala bir koltukta oturdukları zaman aradan hiç zaman geçmemiş gibi saatlerce konuşabiliyorlar. Birlikte o kadar harika anıları var ki. Eski günleri ve ne kadar salak olduklarını anıp kahkahalar atıyorlar. Aradan geçen zamanda bir sürü hayal kırıklığı yaşamışlar, çok dibe vurmuşlar. Ama hala umutları, planları var. Bir de kahkahaları... Bazı şeyler hiç değişmiyor.

Ve umarım hiç değişmez.

Geçen haftasonu, hayatıma 13 yaşındayken giren Gökçe'nin doğum gününü kutlamak için bir araya geldik. Aslında doğum günü bir hafta önceydi; ama ben zehirlendiğim ve planlara katılamadığım için bir fazla kutlamanın kimseye zararı olmayacağına karar verdik.



İlk istikametimiz Taksim'deki M.A.C oldu. Evet bildiğimiz kozmetikçi M.A.C. Hala bilmeyen varsa, işe yarar bir bilgi olarak, M.A.C mağazalarından makyaj randevusu aldığınız zaman, ödediğiniz makyaj bedeli kadar dilediğiniz kozmetik ürününü alabiliyorsunuz.

30 dakikalık express makyaj 110TL. Makyajınız bittikten sonra 110TL tutarında ürünü ek hiçbir ücret ödemeden gönlünüzce seçip, çantaya indirebiliyorsunuz.

Ben bu randevudan pek çok işe yarar bilgi ve pek çok göz makyajı malzemesi ile çıktım. Bir kere göz kapaklarınız benimki gibi büyükse ve sürdüğünüz her türlü farın bir kaç saat sonra göz kapağınızda toplanmasından şikayetçiyseniz, şiddetle tavsiye ettiğim ürün, göz kapağı için olan alt baz. Bir haftadır kullanıyorum ve gerçekten ne sürersem olduğu gibi kalıyor.

Ayrıca alt baz olarak kullanacağım açık pembe farı kaşlarımın altına kadar sürmem gerektiğini, gölge yapacak kahverengi farı da gözlerim kapalıyken değil, açık ve karşıya bakarken uyguladığımda çok daha iyi bir sonuç çıktığını da öğrendim. Sonuç çok daha taze ve doğal bir görüntü.



İkinci istikametimiz Nişantaşı'ndaki Makas kuaför oldu. Ben ofise yakın olduğu için Levent'teki makasa gidiyordum. İlk defa buraya gittim ve bayıldım. Önünde masa olmayan boy aynalarının karşısında saç fönletmek oldukça eğlenceliydi ve arka fonda çalan şarkılar da tam cumartesi gecesine hazırlayan bir ortam yaratıyordu.



Yeterince süslendiğimize karar verdiğimizde, yogitam ile buluşmak için Union 22'nin yolunu tuttuk. Nişantaşı'nın curcunasından uzak, güzel dekorasyonlu, keyifli bir mekan olmuş.

Dekorasyonda özellikle neon tabelalar dikkat çekiyor, benim favorim "There are no strangers here, only people you never met before."

Bu slogan, gerçekten de buradaki ortamı tanımlıyor. Atiye Sokak'ın kitlesinden ve kalabalığından yorulan bizim muhitin insanları ile dolu. Her masa kendi halinde ve neşeli. Servis inanılmaz güler yüzlü.

Asıl olay ise barda. Kokteyl menüsünü rica ettiğimizde, "Bence menüye bakmayın, bara gidin nasıl bir şey istediğinizi tarif edin." tavsiyesini aldık. Bu tarifle kokteyl yaptırmayı en son Varşova'da deneyimlemiştim ve sonuç harikaydı. Beklentilerimiz yükselmiş halde bara gidiyoruz, üçümüz de nasıl bir şey istediğimizi anlatıyoruz, sorulan soruları cevaplıyoruz ve masamıza geri dönüyoruz.

Sabırsız bekleyişin sonunda kokteyllerimiz geliyor. Üçümüz de, diğerlerini tadıp, en çok kendi kokteylimizi beğendiğimizden, gerçekten bu "bara git tarif et" formülünün menüden seçmekten çok daha güzel olduğuna karar veriyoruz.



Ekip kalabalıklaştıkça masamıza sığamaz hale geldiğimizden, kokteyllerimizi bitirip Kozmonot'a geçiyoruz. Burası kesinlikle Teşvikiye'ye taşınmış bir Moda ruhlu mekan.

Teşvikiye'nin parlaklığının, ferahlığının yerini, rahat, gürültülü ve sokaklara taşan bir kalabalık almış. Mekan, bir zamanlar, Asmalımescit'in en hip olduğu dönemlerde, fındık votkası ve mojitosu ile İstanbul'u sallamış olan Parantez'den kesinlikle hatırlayacağınız Orkun'un ellerinde.

Koltuklar, masalar, ayakta takılmak için alanlar ve daha sessiz bir ortamda sohbet etmek isteyenler için arka bahçesi var. Ah bir de bir sürü çeşit birası...





Pazar sabahı, babamın kahvaltıya gelmesiyle erkenden uyanıyoruz. Kahve içerek ve koltuğa yayılarak sohbet ettikten sonra, Osman ile buluşmak için evden çıkıyoruz.

Osman, dünya tatlısı bir köpek. Ah bir de Karaköy civarında o kadar popüler ki, önünden geçtiğimiz bir cafe'de içeriden fırlayan bir adamın "Osman, naber ya?" diye sorması karşısında, kimsenin bizim için sokağa fırlamamış olması karşısında biraz bozulduğumuzu itiraf etmeliyim. : )



Karaköy'de Muhit'e oturuyoruz. Ve saatlerce kalkmıyoruz. Menüsündeki neredeyse her şeyi yedikten sonra tavsiyelerimiz: Muhit Tost, Hamburger ve Tiramisu.



Pazar akşamı da Mr. Feelgood ile istikametimiz Babylon oluyor. Fink konseri için.

Son zamanlarda gerçekten şikayetçi olduğum bir şey, insanların etkinlikte görünme aşkı. Elbette ki, herkes her şeyi yapmak ve her yere gitmek konusunda özgür; ama bir kitle var ki, gerçekten ilgili olmadığı halde, sırf o etkinliklerde boy göstermek için gidiyor.

Mesela geçen yaz gittiğim Opener Festival'de en çok etkilendiğim şeylerden biri buydu. Festivaldeki herkes oraya müzik dinlemek için gelmişti. Ah çok popüler bir şeyi kaçırmayayım veya güzelce süslenip püslenip boy göstereyim mentalitesi yoktu. Herkes konseri izliyor, avaz avaz eşlik ediyor ve çok eğleniyordu.

Bizde ise, bir etkinlik yeteri kadar tanıtım yaparsa, alakasız bir sürü insan geliyor. Ve organizasyon konusunda hala çok geride olduğumuz için sonuçta gereksiz kalabalık, bara gitmesi sıkıntı, tuvalet sırası sonsuz ve konserden alakasız biçimde sağı solu kesmekle meşgul insanlarla dolu bir ortam çıkıyor ortaya.

Bu yüzden pazar günü yapılan Fink konseri bize özlediğimiz ortamı verdi. Konser harikaydı, içerideki kalabalık tam kıvamındaydı ve herkes müzik dinlemeye gelmişti. Pazar günü konserlerini şiddetle tavsiye ediyorum.


Bir Fink şarkısı ile yazıyı kapatayım. Siz bu satırları okurken, ben güneye doğru uzun bir araba yolculuğu yapıyor olacağım. 100 günlük bir "daha iyi ben" projesi başlatmayı düşünüyorum. Ayrıca aklımda ve ajandamda bir sürü seyahat ve plan var. Öncesinde biraz dinlenmek ve keyif çatmak eminim harika gelecek.

Keyifle kalın!

29 Kasım 2014

Abbas yolcudur anam endamı işliyor

Siz bu satıları okurken, ben muhtemelen Almanya'da  Chritmas ruhu ile şenlenmiş sokaklarda, elimde sıcak şarabım ile fotoğraflar çekiyor, yepyeni keşifler yapıyor olacağım.


Ben giderken size biraz müzik bırakıyorum. En son ne zaman saatlerce hayal kurdunuz hatırlıyor musunuz? Çayınızı kahvenizi hazırlayın, pofuduk pijamalarınızı giyin, koltuğunuza yayılın, hayaller kurun.

Bu playlist bir buçuk saat kadar sürüyor, bitmeden hayal kurma seansını bitirmeyin ve beni çok özleyin olur mu? :)


19 Temmuz 2014

Heineken Opener Festival Rehberi

Berlin, Varşova gezi notlarımı paylaştıktan sonra, sıra geldi gitme asıl nedenimden bahsetmeye: Heineken Opener Festival.

Ne zamandır aklımda, niyetimde olan bir şeydi, yurtdışında yapılan bir müzik festivaline katılmak. Heineken Opener Festival'ini gözümüze daha aylar öncesinden kestirmiştik; ama line-up açıklandıkça coşku ve heyecanımız arttı; çünkü bayılarak dinlediğimiz pek çok kişi ve grubu canlı dinleyebilecektik.

Gitmeden önce aklımıza takılan pek çok sorunun cevabını, internette pek çok blog ve web sitesinde festival hakkında yazılanları okumamıza rağmen bulamadığımızdan, sonunda "hadi bakalım artık bahtımıza ne çıkarsa" diyerek bilinmezliklerle yola çıktık.

Festivalde dört gün geçirmiş ve bayılmış, kapsamlı bir Opener Festival rehberi sunmaya hazır olarak huzurlarınızdayım. Aklıma gelebilecek her türlü detayı paylaşmaya çalışacağım; ama yine de gitmeye niyetlenir ve bu yazıda cevabını bulamadığınız bir şey takılırsa aklınıza, memnuniyetle onları da cevaplarım.



Festival Nerede Yapılıyor? Oraya nasıl gidebilirim? 

Festival, Polonya'nın en tepesinde, Baltık Denizi'nin kıyısındaki Gdynia şehrinde yapılıyor. Daha doğrusu, şehirde de değil, şehrin dışında Gdynia Kosakowa Havalimanı'nda...

Açıkçası ben Polonya'ya gitmeden önce bu kadar sıkı line-up'a sahip olan bir festivalin niçin başka bir ülkede yapılmadığını dahi sorgulamıştım. Ne de olsa Polonya, diğer Avrupa ülkeleri ile kıyaslayınca turistik cazibesi o kadar da yüksek olmayan bir ülke...

Polonya'da geçirdiğim haftada bu sorumun cevabını çok net olarak buldum. Bu ülkede inanılmaz bir müzik zevki var. Taksiciden, yoldaki evsize; Nero gibi zincirlerden, yoldaki hot dog arabasına kadar herkes çok güzel şeyler dinliyor. Polonya'da gezinirken duyduğumuz şarkılar ya gerçekten çok sevdiklerimizdi, ya da ne olduğunu merak edip, hemen telefona davranıp Shazamlama isteği uyandıracak kadar güzellerdi. Bulunduğumuz hiçbir yerde "Bu müzik de ne böyle?" demedik ki, bilirsiniz İstanbul'da taksiler ve hatta bazı restoranlar müzik seçimleri ile insana baygınlık geçirtebilir.


İkincisi de Polonya'nın inanılmaz bir genç nüfusu var. Mesela Türkiye'nin de genç nüfusu oldukça yüksek; ama şehirde yaşayan, bu tarz müzikler dinleyip, festival peşinde koşacak kesim, Polonya'nınki ile kıyaslayınca gerçekten solda sıfır.

Tamam ama neden daha büyük bir şehir değil de çoğumuzun bugüne kadar adını duymadığı Gdynia derseniz, cevabından çok emin olamamakla birlikte, benim varsayımım bu kadar kalabalık bir kitle şehirdeki hayatı ve trafiği bloke edebileceğinden...

Gdynia'ya ulaşmak için en yakın havalimanı Gdansk'ta. Ben İstanbul'dan buraya doğrudan uçan bir havayolu bulamadım; ama dönerken Pegasus'un Gdansk'tan Antalya'ya uçağı olduğunu keşfettim. Bu uçuşun peşine düşebilirsiniz veya Polonya'da herhangi bir başka şehre uçup tren ile ulaşımı sağlayabilirsiniz.

Bu noktada, Türkiye'den Polonya'ya direk uçuşların da gereksiz pahalı olduğunu söylemeliyim. Ben baktığımda karşılaştığım fiyatlar, THY ile New York'a gidiş dönüş direk uçak biletim ile kapışabilir vaziyetteydi. Bu nedenle bana sorarsanız Almanya'ya uçun, tren ile geçin Gdynia'ya. Hem biraz daha gezmiş olursunuz :)

 

Festival boyunca nerede kalacağız? Festival alanına nasıl ulaşacağız?

Biz tam festival insanıyız, her türlü koşulda yaşarız, festival ruhunu sonuna kadar yaşamak istiyoruz derseniz çadırınızı kapıp giderek festival çadır alanında konaklayabilirsiniz. Üstelik içki almak için festival alanına kadar gitmenize bile gerek yok, çadır alanına yakın barlar, yiyecek standları ve hatta diğer bütün ihtiyaçlar için market bile kurulmuştu. Ancak Baltık Denizi kıyısına gittiğinizi unutmayın, gündüz güneş ısıtsa da, gece hava gerçekten çok soğuk oluyor. Polonyalılar soğuğa alışkın, zibidi gibi giyinmiş dolanabiliyorlar ortalıkta; ama siz çadırda konaklamaya kalkmadan önce soğuk direncinizi dürüstçe göz önünde bulundurun derim.

İlla festival alanında konaklamak istiyorsanız da bir şekilde karavan bulun kendinize. Karavanlar çadırlardan farklı, alandan çıkışa daha yakın bir yerdeydi; ama karavancıların ortamları süper güzel, keyifleri pek yerindeydi.

Böyle çadır ve karavan maceraları peşinde değilseniz, Gdynia'da pek çok hostel ve otel mevcut. Ancak şehrin küçük olduğunu ve bütün kapasiteyi karşılayacak bir konaklama sunamayacağını hatırlayın, çook önceden yerinizi ayarlayın.

Biz konaklamayı ayarlamaya kalktığımızda Gdynia'da yalnızca gecesi 300 euro gibi fiyatlarda olan otellerde boş yer kalmıştı. O yüzden Gdynia'ya yakın Sopot diye bir şehirde, airbnb'den ayarladığımız bir evde kaldık. Tekrar gitmeye niyetlensem, tekrar da aynı yerde kalmak isterim, bilinçsizce harika bir tercih yapmışız. (Sopot ve evden daha sonra detaylı olarak bahsedeceğim.) Yani illa ki Gdynia'da konaklamak zorunda değilsiniz, trenle birkaç durak gitmeyi göze alırsanız Sopot harika bir alternatif, tren yolculuğunu daha da uzatmaya razıysanız civardaki en büyük şehir olan Gdansk'ta bile kalabilirsiniz.

Ulaşıma gelince... Gdynia'nın tren istasyonu ile festival alanı arasında düzenli ve ücretsiz servis hizmeti mevcut. Üstelik de kusursuz işliyor. Rock'n Coke'ta saatlerce servis beklemişliği olan biri olarak, festivalin dağıldığı saatte çıkıp, o kalabalığa rağmen servis beklememe gerek kalmadığında tam puanı verdim organizasyona.



Peki ya Sopot veya Gdansk'ta kalıyorsanız, servisin kalktığı noktaya kadar nasıl gideceksiniz? Festival bileti ile birlikte SKM bileti satılıyor, bu SKM bileti bu hatta işleyen trene ücretsiz olarak binmenizi sağlıyor. Konser bilekliği ile birlikte kolunuza takıyorsunuz, festival boyunca bilet filan uğraşmadan istediğiniz gibi biniyorsunuz trene. Hatta riski seviyorsanız, SKM bileti almadan da takılabilirsiniz; çünkü festival boyunca bir kere bile bilet kontrolüne ben rastlamadım. Tren yalnızca 4:00 ile 06:00 arasında çalışmıyor, onun dışında her zaman var.

Örneğin bizim Sopot'taki evimizden çıkıp festivale gitmemiz tren, servis ve servisten indikten sonra alana giriş yaklaşık bir saat kadar sürüyordu. İstanbul bazında düşününce hiçbir şey...

Festival biletini nereden alacağım?

Festival ve SKM biletini online olarak Altershop'tan alabiliyorsunuz. Aldığınız online bileti, basıp yanınızda götürmeniz yeterli, festival alanına ilk girişte bunları teslim ederek, bilekliklerinizi alıyorsunuz.



Organizasyon nasıl? Festival neye benziyor? 

Türkiye'nin festival konusunda daha çok fırın ekmek yemesi gerektiğini anlatacak kadar iyi bir organizasyon. Hiçbir şey aksamıyor, hiç bir şey insanı germiyor festival alanında. Festival alanının pek çok yerinde tuvaletler var. Ve benim yıllardır olması gerektiğini savunduğum üzere, kadın-erkek diye ayrılmadıklarından, hiçbir zaman öyle uzun uzun tuvalet sırası beklemek zorunda kalmıyorsunuz. Heineken de parayı akıtmış, aynı şey bira için de geçerli. O kadar çok bira standı var ki, dilediğiniz anda hemen biranıza kavuşabiliyorsunuz.

Sıra yalnızca popüler yemek standlarında oluyor. Bir hamburgerci vardı mesela, inanılmaz lezzetliydi, yemeğe kalktığınızda en az 30 dakikayı gözden çıkarmanız gerekiyordu. Yine de çok açım ne yesem fark etmez, dediğiniz anda hiç beklemeden yiyecek bir şeyler alabileceğiniz garantili.



Organizasyona ilişkin bizim yadırgadığımız tek şey, yeme içme alanlarının, sahnelerden ayrılmış olmasıydı. Festival alanında üç ayrı, kapıdan giriş yapılarak geçilen ve çıkılan yeme içme alanı düzenlenmişti. Buraya kadar tamam; ama elinizde içkiniz ile sahneye geri dönmeniz yasaktı. Yani bira içerek konser izlemeniz yasak. Kapıda sırf bira içenlerin konser alanına geçişini önlemek için dikilmiş pek çok güvenlik çalışıyor. Bize çok saçma ve garip geldi.


Festivale gelince... Konserlerle hiçbir alakası olmayan biri bile burada oldukça iyi vakit geçirebilir. Festival alanında, tamamen hit şarkıları çalan, mağara gibi tasarlanmış, kocaman bir silent disco var. Bugüne kadar hep minicik silent discolar gördükten sonra, buradaki bana çok büyükleyici geldi ve içeride gerçekten çok eğlendim. Ayrıca tiyatro sergilenen bir sahnesi, ödüllü filmleri gösteren bir sinema salonu, canlı defilelerin yapıldığı Fashion Stage, ilk yardım gibi eğitimlerin verildiği çadırlar var. Yani yalnızca müzikten oluşan bir festival değil Opener Festival.



Festival için şöyle can alıcı tavsiyelerin var mı?

1) Gördüğünüz üzere, festivale ilişkin fotoğraflarım çok sınırlı ve boktan. Çünkü içeri belli bir megapikselin üzerinde çekim yapan fotoğraf makinesi sokmak yasak. Fotoğraf çekmek istiyorum ben ne yapacağım derseniz, ya bir Lomo alın kendinize analog harikalar yaratın, ya da festivalden çok önce bir e-mail atın size istisna tanınmasını talep edin. Böyle bir sistem olduğunu ben keşfettiğimde başvurular kapanmış olduğundan, faydalanmam mümkün olmadı.


2) Festivalde satılan tek alkollü içecek, Heineken sponsor olduğundan, bira. Başka bir seçenek yok. Yukarıda bahsettiğim gibi, birayı da konser alanına sokmanız yasak. İlk gittiğimde bunlardan habersiz olduğum için tedbirsiz yakalandım; ama sonraki günlerde marketlerden küçük şişe votkalar alarak gittim festivale. Kapıdaki üst ve çanta araması çok üstün körü olduğundan, hiçbir sıkıntı yaşamadan da votkalarım ile girdim içeri. Sahnelerin olduğu alanda alkolsüz içecek satan standlardan meyve suyunuzu alıp, votkalı kokteylinizi yapabilir, konserinizi izlerken de afiyetle içebilirsiniz.




3) Kalın kıyafetler mutlaka götürün. Hava pek belli olmuyor. Festivalin ilk iki günü, kazak üstüne sweatshirt ile takıldık biz geceleri. Son günlerde ise hava bir anda ısındı; ama yine de akşam t-shirt ile gezilecek kadar sıcak olmuyor.

4) Festival alanı gerçekten çok büyük. Tent Stage'te bir konser dinlerken, ana sahneye gitmeye karar verdiğinizde o gidiş kırk dakikadan uzun sürüyor. O yüzden line-up'a sıkı çalışın, neleri izlemek istediğinize kararınızı verin. Yoksa oradan oraya savrulurken, bütün konserleri kaçırabilirsiniz. :)


5) Güvenlik açısından hiçbir endişe taşımayın. Ben kız başıma bile gidebilirmişim. İçip sapıtan, saçmalayan kimseye rastlamadığım gibi, gecenin bir vakti tren istasyonu da 18 yaş altı kızların bile tek başlarına seyahat edebileceği kadar güvenli.


Çok fazla konser izledik, içlerinden özellikle dinlemek için yanıp tutuştuğum Black Keys, Metronomy ve Pearl Jam tabii ki çok iyiydi. Gitsek mi gitmesek mi diye düşündüğümüz Foals şaşırtıcı biçimde harikaydı, aklınızda bulunsun bir yerde konserlerine denk gelirseniz, sahne performansları olağanüstü.


Müzikle kalın!

25 Haziran 2014

all up in the clouds from a thousand miles, it's like we're never gonna hit the ground*

Anladım ki, mesele hangi şehirde yaşadığın değil, o şehirde nasıl yaşadığın...

Ben bu hafta pazar gününü, güneşten kızarmış bacaklarıma after sunı boca etmiş, omzuma rüzgardan korunmak için havlumu atmış, püfür püfür esen rüzgar tuzlu saçlarımı uçuştururken ve bir yelkenlinin burnunda oturmuş, blush yudumlarken ve biri ilkokuldan beri çok yakın arkadaşım olan, diğer ikisi ile daha bir kaç gün önce tanışıp çok sevdiğim üç kız ile kahkahalar atarak kadın-erkek ilişkileri hakkında laflarken kapattım. O anda gerçekten dünyanın başka herhangi bir yerinde, başka herhangi bir şey yapmayı diliyor olamayacak kadar mutluydum. Ve İstanbul'daydım.






Her insan gibi benim de korkularım var, oldu. Bir kısmı yaşadıkça törpülendi ve yok oldu. Bazıları ise tam tersine yakın geçmişte hayatıma sızıverdi. Bunların içinde, yıllardır hayatıma ve kararlarıma en somut biçimde etki eden ise sanıyorum ki "standarda bağlama korkum".

Fobik bir biçimde korkuyorum, her günü bir önceki günün aynısı olarak yaşayan, hayatının otuz senesi aynı 24 saatlik dilimi 10950 kere tekrar eder biçimde geçiren insanlardan biri olmaktan.

Hayata karşı şevkimin azalmasından, o döngüye kapılıp da bir gün kendimi şiddetli hazları ve hatta öfkeleri törpülenmiş bir kadın olarak bulmaktan...

Lüksü seviyorum; ama lüks ve konforlu bir monotonluğu dahi istemiyorum hayatımda. Çünkü biliyorum aslında en çok bu insanı tembelleştirip tekdüzeleştiriyor.

Bu yüzden her sabah erkenden uyanıp oradan oraya koşturmama rağmen ve sıkı mesai saatleri ile çalışmama rağmen sürekli oradan oraya koşturuyorum. Her fırsatta seyahatlere çıkıyorum, yeni insanlarla tanışmaya bayılıyorum, işten çıkıp doğrudan eve geldiğimde kendimi eksik hissediyorum, huzursuz oluyorum. "Yeni" ve "bilmediğim" besliyor beni.


Bu yüzden sanıyorum, teknede geçen o pazar gününe bayıldım. İstanbul'dan hiç ayrılmadan, bambaşka bir İstanbul deneyimledim. Yepyeni hisler, duygular, hayaller gelip yerleşti aklıma.

Fenerbahçe yat limanından çıkıp, biraları ve blushları gümleterek denizin üstünde yol alarak güneşlenmek Burgazada açıklarında demirleyip kendimizi güverteden suya bırakmak, sonra acıkınca Sedef Adası'ndaki Eleos'a gidip mezeleri ve gerçekten leziz bir balığı mideye indirmek, hepimiz için cennetin tanımına uyuyordu.

İstanbul'da olduğumuzu unutturan bir pazar gününden sonra, güneşin batışı ile birlikte yelkenli ile vedalaştık. Çakırkeyfimiz, kahkahalarımız, bronz tenimiz yanımıza kar kaldı.

"Durduk yerde icat çıkarma evladım"larla büyüdük, ama inadına kendinize bol bol icat çıkararak kalın! Yoksa yaşamanın keyfi neresinde ki...


Bu yazıyı da bu aralar taptığım ve sürekli dinlediğim iki parça ile kapatayım. Pek bilinmeseler de bence harikalar! =)



13 Haziran 2014

I'm only good sometimes. Taking my time to go home.*

Yıllar geçti.
Pek çok şeyin üstünden yıllar geçti.

Adana'daki evimizin salonunda nefret ettiğim matematik testlerini çözerken, mola verip bomboş sokaklara ve Seyhan Nehri'nin manzarasına bakıp İstanbul'a taşınmayı dilediğim sessiz geceler 12 yıl önceydi.

Annem ile babamın bana bir kardeşim olacağını müjdelediği ve çok net hatırladığım gecenin üzerinden 20 yıl geçti. İlkokul birinci sınıfta karnemi aldığım gün, doğan kardeşim ile şimdi tatillere çıkıyor, yeni hobilere merak salıyor ve hayata dair her konuda konuşabiliyoruz. 

Hala en yakınım olan ilkokul arkadaşımla, annemin barındaki "Ne güzel kokuyor bu!" diyerek yarım şişe Archers devirdiğimizden beri yirmi yıl oldu.

Hayatımda ilk defa tek başıma yurt dışına çıktığım ve Münih havaalanının büyüklüğünden büyülendiğimde, yıl 1998'di.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin kapısından içeri kalbim güm güm atarak adımımı attığım ilk gün 2004 yılının eylül ayındaydık. Cihangir'de Kafika'nın tam karşısında ilk defa yalnız başıma bir eve çıktığımda ve hala kullanmakta olduğum kırmızı nostaljik buzdolabını aldığımda üniversitenin ikinci sınıfındaydım. 

Taksim'in ara sokaklarında cover grupları dinlediğimiz, Muse eşliğinde el ele, kol kola, dudak dudağa ve sarhoş olduğumuz yıllarda Türkiye'de kapalı alanlarda sigara içmek serbestti.

Mr. Feelgood ile Mouse on Mars konserinin olduğu gün Babylon'un kapısında tanıştığımız gece bile, neredeyse bir buçuk sene önceydi.

Çok zaman geçti. Çok gün yaşadım. Çok şey yaptım. Neredeyse uyumadan, soluk soluğa yaşarken ve sürekli bir şeyleri kovalarken, zamanın akışını takip edemiyorum. Zaman algım 24 saatlik bir dilim ile sınırlı oluyor, seneler kontrolümden çıkıyor.

Ne zaman ki "Kaç yaşındasın?" veya "Kaç yıldır İstanbul'da yaşıyorsun?" sorularını cevaplamam gerekiyor, o zaman fark ediyorum. "Ohaaa ben 27 yaşındayım!", "2004 yılında taşındım. Bir dakika, bir dakika, ben İstanbul'a taşınalı 10 sene mi olmuş? Yok artık!"


Geçen yılın sonlarına doğru, Napoli tren istasyonunda, Roma trenimi beklerken aldığım kırmızı Moleskine ajandama, uzun uzun 2014 yılına ilişkin hedeflerimi ve bu yıldan beklentilerimi yazmıştım.

"Değişiklikler, denemeler, heyecanlar, sallantılar, büyük adımlar derken son birkaç yılım dolu dolu; ama karmaşık ve dağınık geçti. Bu yıl denge, düzen ve gelişim peşinde olmak istiyorum. Dağınık olarak attığım adımları ve şimdiye kadar yaptıklarımı, düzenli, sistematik biçimde geliştirmek ve gerekenleri noktalamak niyetindeyim. 2014 yılı, fazlalıklardan arınacağım, dengemi bulacağım, çok çalışacağım, seyahat edeceğim, seyahat ederken dalış ve fotoğraf hobilerimi geliştireceğim, sağlıklı yaşamaya başlayacağım, evimi düzenli tutacağım bir yıl olsun istiyorum."

Yılı neredeyse yarılamışken, bir dönüp bakmak istedim. Nerede durduğuma ve ne kadar yol kat ettiğime...

Çok çalışıyorum, çok seyahat ediyorum; ama gerisi yok.

Değil hayatımı hizaya sokmak, düzenli ve sistematik bir hayat yaşamak, atmış metrekarelik evimi bile tek başıma çekip çevirmeyi beceremiyorum. Elime ütüyü aldığımda kendime yabancılaşıyorum, dilini hiç bilmediğim bir ülkenin sokaklarında bile daha rahatım. Evde yemek pişirdiğimde, kendimi olağanüstü bir iş projesi tamamlamış gibi hissediyorum, benim için hiçbir zaman olağan bir gün aktivitesi olmadı yemek pişirmek.

Belki de kabul etmem lazım, ben hiç büyümeden yaşlanacağım.

Son bir aydır çok seyahat ettim, New York'tan Adıyaman'a çok sokak arşınladım, seyahat etmediğim günlerde de bilgisayarın başında on saati geçen mesailerle çalıştım. Yorulmuşum. Fark etmemişim. Kendimi bu haftasonu güneşin, annemin ve anneannemin kollarına teslim etmeye gidiyorum, Teos'a... Hayata iki günlük mola vereceğim, hazır her şeyi benim yerime düşünecek birileri varken... Karne günü gelmiş, yaz tatili başlamış bir çocuk kadar huzurluyum.

Size de biraz müzik bırakıyorum, keyifle kalın!


* Başlık da yukarıdaki Blonde Redhead'in şarkısından...

15 Şubat 2014

Ben giderken size biraz müzik bıraktım...

Siz bu satırları okurken, ben bir elimde fotoğraf makinem, diğerinde ya bira ya da çikolata ile Belçika sokaklarında dolanıyorum.

Hayatım, yaptıklarım, istediklerim, kararlarım hakkında sağlıklı ve realist düşünebilmem için hayatımdan uzaklaşmam gerekiyor. Çünkü İstanbul'dayken gerçekten durmuyorum, düşünmüyorum, hayal kurmuyorum. Ajandam da beynim de hiç boşalmıyor. Yapmak istediğim o kadar çok şey var ki, durduğum her an için suçluluk hissediyorum.


Geçenlerde bir akşam işten eve çok yorgun ve geç geldiğimde, Mr. Feelgood dağılmış halime bakıp, "Hadi bir duş al ve uzan biraz." dedi. Oysa ki aklımda önce pilatese gitmek, sonra da dilekçe yazmak vardı. Duş ve uzanmak ancak bunlardan sonra geliyordu. Gerçekten de önce pilatese gittim, sonra dilekçemi yazdım. Böyle bir tempoda yaşıyorum. Başka türlüsünü yapamıyorum; çünkü hem işimde iyi olmak, hem spor yapmak, hem fotoğraf çekmeyi öğrenmek, hem bu blogu düzenli olarak yazmak, hem düzenli bir evde yaşamak, hem bol bol kitap okuyup film izlemek, İstanbul'da yeni açılan bütün mekanları keşfetmek, konserlerden tiyatrolardan eksik kalmamak, hem de ışıl ışıl görünmek istiyorum. Tabii ki hepsi birden olmuyor. Ama ne kadar fazlasını yaparsam o kadar mutlu oluyorum.

Seyahat etmek hem çok sevdiğim bir şey, hem de gerçekten kendi hayatım hakkında düşünmem, yapmak istediklerimi sıralamam, planlar yapmam konusunda bana ihtiyacım olan zamanı sağlıyor. Uzun süre seyahate çıkmadığımda bocalıyorum, kendimi ve hayatımı planlayamamaya başlıyorum.

Bu satırları perşembe akşamı yazıyorum, blogger'in planlama özelliği ile yeni tanıştım. Çok pratik, çok güzel, yazamayacağım zamanlarda burayı atıl bırakmamam için inanılmaz işe yarayabilir. Yokluğumda dinlemeniz için, size playlistimi bırakıyorum, bu aralar en sevdiklerim:

05 Ocak 2014

Ben bu "gerçek" sözcüğünün hayattan çıkarılmasını istiyorum.

İlişki içinde olmanın olumlu ve olumsuz yanları var. Bu konuya ilişkin satırlarca liste hazırlanabilir, biri için olumsuz olan bir şeyi, bir başkası olumlu olarak değerlendirebilir.

Benim açımdan, ilişkinin en sevilesi yanlarından biri, sevgilimin arkadaşlarının benim de arkadaşım sayılması. ("Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık." gibi oldu, ama evet, öyle.) Normalde yeni insanlarla tanışmak ve kaynaşmak zaman alır, oysa sevgilinin arkadaşları ile muhabbetin tutuyorsa, o mesafeli dönemi hooop diye atlıyorsun.

Yeni evlerini hayırlamak için, Mr. Feelgood'un liseden yakın bir arkadaşı ve sevgilisinin yanına Şile'ye gittiğimizde düşündüm bunu. Onların evindeyken, sanki benim liseden bir arkadaşımın evindeymiş kadar rahat hissettim kendimi.

Duygusal açılımlarımı geçip keşiflere gelirsek, akşam yemeği için, kıyıya daimi demir atarak restorana dönüşen bir tekneye gittik: Papalina Balık Restoran. Arada sırada vuran dalgalarla şöyle hafiften sallandığımızda "Noluyor, o kadar içtim mi?" paniğiyle hatırladık teknede olduğumuzu, yoksa salaş ve samimi bir restoran havasında...

Masaya gelen her şey inanılmaz lezzetliydi; salata, hamsiler, karides güveç, kalamar, damla çikolatalı helva... Ve aynen tahmin edebileceğiniz gibi, fatura İstanbul'a kıyasla çok uygundu.





Karnımız doyduktan sonra, Şile gecelerini test etmek üzere, Panaroma Cafe'ye gittik.

Türkçe Pop benim oturup da özellikle dinlediğim ve takip ettiğim bir müzik türü değildir. Ama evde temizlik yapıyorsam, kalabalık bir grupla seyahat ediyorsam, çıkıp şöyle bir kurtları dağıtasım varsa, Türkçe poptan daha ideal bir şey düşünemiyorum. Hatta bazen kelimenin tam manasıyla pop damarım çıkıyor, fena halde canım çekiyor, Türkçe pop çalan bir yere gidip eller havaya moodunda dans etmeyi... Bu damarımı uzun zamandır besleyemediğim için Panaroma Cafe benim için büyük bir fırsattı.


Panaroma Cafe, adı her ne kadar "cafe" olsa da, tam bir akşam mekanı. Sahende canlı müzik yapan bir grup var, herkes biraları götürüyor. İçerideki kitle bana üniversite yıllarını ve Tophane'yi hatırlattı. Süslenip püslenip gelenler de var, eşofmanları ile takılanlar da... Sahnedeki adamın sesi güzeldi aslında; ama bütün şarkıları aynı müzik ve aynı tempo ile söylemeleri, yalnızca şarkı sözlerinin değişmesi yordu bizi, bir bira süresince dayanabildik, sonra eve geçip saatlerce sohbet ettik.


Öğlene doğru çok güzel bir manzaraya karşı gözlerimizi açtıktan sonra, brunch için istikametimiz Bilir Pattisserie oldu. Yer karolarına, kedisine ve İspanyol omletine bayıldım.



Sonra da kendimizi sokaklara vurup, saatlerce yürüdük.


Şile'nin en çok tezatlarını sevdim.

Arka fonda nefis bir deniz manzarası varken, manzaranın farkında bile olmayacak kadar ağır işler yapan işçileri, aynı yeşil alanın bir ucunda birisi paraşüt çalışırken, diğer ucunda birinin koyunlarını otlatmasını, apartmanın ön tarafı çok havalıyken, arka tarafının kullanılmayan eşyalar yığını olmasını...









İstanbul'a döndüğümde (Şile İstanbul il sınırları içinde, ama benim İstanbul il sınırı olarak kabul ettiğim bölgenin dışında), vapur ile Kadıköy'den karşıya geçerken, İstanbul dışındayken çok daha sakin, uyumlu, tahammüllü bir insana dönüştüğümü düşündüm. "Her saniye bir şeyler yapıyor olma" takıntımdan kurtuluyor, yavaşlıyor, dengemi buluyorum. Bu yüzden  İstanbul'daki hayat bana göre değil mi acaba, diye sorguladım kendimi bir kere daha. Belki de kendime daha çok zaman ayırabileceğim bir yerde yaşamalıyım, dedim.

Sonra vapurdan indim, Beşiktaş'taki bıcır bıcır insan kalabalığının içine karıştım, Kabalcı'da kitapları kurcaladım, Kahve Dünyası'ndan bir kahve aldım, Akaretler'i eve ulaşmak için boylu boyunca yürüdüm. Kulağımda 123'ten Binalar... Tamamlandım, ait hissettim, iyi ki İstanbul'da yaşıyorum, dedim.

27 yaşında kocaman bir kadınım ve hala kendi içimde hala çok büyük çelişkilerim var.
Ve bunu seviyorum.





"Ben bu sıkıcı ve kayıtlar ve kurallar dolu hayatı sevmiyorum. Belki benim günaha yatkın bir doğan olduğunu düşünüyorsun, ama değil. Ben şaşırtıcı işler yapmaktan tat alıyorum. Ben bu "gerçek" sözcüğünün hayattan çıkarılmasını istiyorum." - Furuğ Ferruzad







Pinterest'im

Instagram'ım