29 Ekim 2013

Roma'da kahvaltı, Napoli'de pizza, la dolce vita!

Roma'da ilk sabah...
Gece çok geç yatmış olsak da, sabah 8:00'de kurduğumuz alarm ile uyanarak güne başlıyoruz. Üzerimize rahat bir şeyler geçirip, mümkün olan en hafif sırt çantalarını hazırlayarak odamızdan çıkıyoruz. Duty free ganimetimiz rujları deniyoruz.

Bir önceki gece geç geldiğimiz için yapamadığımız otel check-in'i yaptırmak için yan binaya geçiyoruz, kadın annemin pasaportunu alıp doğum tarihini görünce, "Aaa, bu sizin doğum günü tarihiniz mi gerçekten? Ne kadar genç görünüyorsunuz!" diyor şaşırarak. Annem mest, ben de "Anasına bak, kızını al, lafını ciddiye alan varsa yaşadım." diye gülüyorum içimden.


Kahvaltımız, otelin anlaşması kapsamında Via Palermo'nun tam köşesindeki cafede. İtalya'dayız, kahve sevenler için güne en başlanılası şehirde... Kahvenin tadı da, kokusu da şimdiye kadar gittiğim başka hiçbir ülkede olmadığı kadar güzel. Kahvemize leziz hamur işleri eşlik ediyor.




İtalya'daysanız,  kremalı kruvasan ve cappuccino'dan oluşan kahvaltıya kendinizi hazırlayın, her şehirde bu böyle. Ayrıca sakın kahvaltı dışındaki öğünlerde sütlü kahve veya cappuccino ısmarlamaya kalkmayın, ben yaptım, "You shall only drink cappuccino, caffé latte, or any milky form of coffee in the morning, and never after a meal." diye azarı yedim. 

Yeni fotoğraf makinemi kurcalamak ve ona alışmak için, Termini'ye (Tren İstasyonu) yürürken gördüğüm her şeyi çekiyorum. 







Termini'den Napoli'ye giden tren biletlerimizi alıyoruz. İkinci sınıfta yer kalmadığı için, birinci sınıftan, kişi başı 34 euro. Tren istasyonlarındaki makinelerden bilet almak oldukça kolay, İngilizce dil opsiyonu mevcut. Sadece şöyle bir sıkıntı var; koltuk seçimi opsiyonu sunsa da, makineden aldığınızda değil yan yana koltuklara, farklı carozza (vagon)'ya bile düşebiliyorsunuz. Makineden alıp da, iki yan yana koltuğa kavuşabildiğimiz hiç olmadı bizim. Ya upuzun bir sırayı bekleyip bilet gişesinden alacaksınız biletinizi, ya da yan yana oturup oturduğunuz koltuğun sahibi gelince durumu izah edip biletlerinizi değiştireceksiniz. 


İki saatin sonunda Napoli'ye varıyor trenimiz. Tren istasyonundan görünen Napoli, şimdiye kadar gördüğüm en döküntü ve varoş İtalya şehri. Vagondaki diğer yolcular kameramı ve çantamı gösteriyor, dikkat edin bunlara diyorlar. O yüzden bu seyahat için aldığım Kanken'im önümde asılı geziyorum bütün gün, Napoli tarzım bu.

Trenden iniyoruz, açlıktan ölüyoruz, aklımızdaki ilk şey "Da Mighele"de pizza yemek. Julia Roberts, "Eat, pray, love" filminde burada pizza yediği için var olan ünü daha da artmış bir pizzacı Da Mighele.

Elimizde adres yok, harita yok, istasyonun önündeki polise soruyoruz. O da bir anneme, bir bana bakıp bakıp "Anne? Kız?" diyip duruyor.


Neyse sonunda, öğreniyoruz adresi. İstasyondan çıkıp dümdüz gidiyorsunuz, karşınıza çıkan heykelden sola yol devam ederken sağdaki sokaklardan birinde. Kime sorsanız biliyor. Zaten, Da Mighele'e ulaştığınızı önündeki sıradan da anlayabilirsiniz.



Diğer pizzacılar sinek avlıyorken, Da Mighele'in kuyruğu trafiği kesiyor. Sıra numaramızı alıyoruz 95! Önümüzde bekleyen 20 kişi var; ama neyse ki hızlı ilerliyor. Sıra numarasını sadece İtalyanca söyledikleri için, 95'in italyancasının "noventa cinque" olduğunu öğreniyoruz bu vesile ile.




Kapıda beklerken, ekibin güzel bir fotoğrafını yakalamaya çalışırken, yakışıklı ve fırlama garson beni fark edip, İtalyanca bir şeyler söylemeye başlıyor. Rahatsız mı oldu acaba, ne diyor diye düşünürken, kolumuzdan tuttuğu gibi bizi mutfağa alıyor ve o günkü en harika kare ortaya çıkıyor. Üzerimdeki beyaz yakalı t-shirt ile ekibin bir parçası gibi değil miyim? : ) 



Pizza konusunda sadece iki seçenek var ve buradakiler şimdiye kadar yediğimiz pizzalara hiç benzemiyor. Peyniri çok az, hamuru yumuşak ve domates sosu tazecik. Lezzetten ölüyoruz. İki kişi tıka basa doymanın bedeli sadece 10 euro.




Yediklerimizi hazmetmek için Napoli sokaklarında dolanmaya başlıyoruz. Dikkatimizi en çok iki şey çekiyor: 1) Burada herkes çok renkli giyiniyor. Neon neon neon. 2) İnanılmaz güzel çocuk kıyafetleri satılıyor. Annem, anneanne olduğunda tekrar Napoli'ye gelmeye karar veriyor.







Sonra biraz tehlikeyi göze alarak, ara sokaklarda gezinmeye başlıyoruz. Çok acayip, çok renkli ve çok döküntü.





Yağmur yağmaya başlayınca, rastgele bir cafeye oturuyoruz. Espresso ve sigara keyfimize, çok güzel gitar çalan bir amca eşlik ediyor.


Durmak yok yola devam; istikamet Pompei! 

22 Ekim 2013

Pompei'den Milano'ya İtalya Turuna Başlangıç ve Roma'da bir konaklama önerisi

Yeni yaşımın ilk günü, adliye, Ticaret Odası derken koşturmaca içinde geçiyor. Saat 16:00'yı gösterince ofiste bayram vesilesiyle düzenlenen 'happy hour'da, artık bir klasiğim olan ve neredeyse herkes tarafından sevilen "Nutella Shot"ım ile ofis arkadaşlarımı da tanıştırıyorum ve saat 17:30'u gösterince ofisten koşarak çıkıyorum. 



İstikametim Sabiha Gökçen Havalimanı ve 10 günlük bayram tatili sebebiyle İstanbul resmen tahliye ediliyor. IBB trafik uygulamasına göre inanılmaz bir trafik var şehrin her noktasında. 

Bu yüzden Havataş'a kadar metro ile gitmeye karar veriyorum. Valizim, sırt çantam, el çantam, fotoğraf makinem ile yürüyen merdivenlerde cebelleşmekteyken, "Karıcım, bırak ben yardım edeyim." diyor birisi. Sesin geldiği tarafa hışımla dönüyorum, o an en son ihtiyacım olan şey, malum, espri yapan bir yabancı. 

Dönmemle kahkaha atmaya başlamam bir oluyor, iki sene önce bir gece, Tektekçi çıkışında kurtlarımızı dökmek için gittiğimiz Kasette'de dans ederken tanışıp, evlenmemizin çok mantıklı olduğuna karar verdiğimiz - Tektekçi sonrası mantığı tabii- Mert karşımda duruyor. Şakalaşmalar, sohbet derken uçağa yetişme gerginiğimi unutuyorum. Sağolsun Havataş'a kadar eşlik ediyor bana ve çantalarıma. 


Birkaç saat sonra, elimde şarabım, yanımda annem Roma uçağına biniyorum.(Lütfen yukarıdaki fotoğrafta arkamdaki saçını tarayan amcaya dikkat :) ) 

Son günlerim o kadar yoğun geçmişti ki, tatile motive olamamıştım. Ancak uçak havalanırken tam anlamıyla farkına varıyorum, yine İtalya'ya gittiğimin. Sokaklarındayken kendimi süreki mutlu, aşık, aç ve yaratıcı hissettiğim ülkeye... Üstelik bu sefer uzun haftasonu kıvamında da değil, dolu dolu on gün geçirmek için.

Pilotun açıklamasına göre "bir şey olduğundan" uçağımız Roma'nın üzerinde yarım saat kadar tur atıyor ve ancak gece 2:00'de iniyoruz şehre. Havalimanından şehre shuttle servisi yalnız sabah 4:00 ile akşam 23:00 arasında varmış, o yüzden zorunlu olarak taksiye biniyoruz. 

Kalacağımız Maison de Julie'un olduğu Via Palermo 67'ye gelip de kapı zilini çalıp çalıp açan olmayınca eyvah diyorum. En son Londra'da da başımıza gelmişti Mr. Feelgood ile, rezervasyon yaptırdığımız otele gece geç gitmiş ve odamızın başkasına satıldığını öğrenmiştik. 

Gece 3:00'te Roma'da ve valizlerimizle sokaktayız! 

Annemle birer sigara yakıp merdivenlere oturuyoruz, telefonla arıyorum rezervasyonda gösterilen numarayı, birinin açıp açmayacağından emin olamayarak. 

Telefonu açan birinin olmasına ilk önce çok seviniyorum, ama adam gayet net bir biçimde 23:00'ten sonra check-in yapmadıklarını söylüyor. Ben rezervasyon yaparken  check-in saatini bildirmiş ve ayrıca mail atmışım, böyle bir bilgi iletmemişler, bir anda sesim yükseliyor, konuşmam hızlanıyor.  Sinirle neler söylediğimi bilmiyorum; ama biraz sonra süper tatlı kız kardeşi gelip bizi odamıza götürüyor, check-in işleminizi yarın sabahtan yaparız diyor.

Ve odamız beklentimizin çok üstünde! 
Eski ama gıcır gıcır döşenmiş bir apartmanda, asansörü filmden çıkmış gibi, yer karoları tapılası, lokasyon şahane, fiyat makul. (Otelin Facebook sayfası için tık, rezervasyon yapmak için tık





O zamanlar bilmiyoruz; ama "Nasıl başlarsa öyle gider" deyişini doğrulayan bir tatil oluyor. Maceralı; ama sonu hep kahkahalı. 

Pompei'den Milano'ya günde en az 10-15 km yol yürüyerek ve şehirler arasında tren kullanarak yaptığımız İtalya turunun her anını anlatmaya ne hafızam ne de zamanım yeter. Ama elimden geldiğince, özellikle de lezzet duraklarını atlamadan anlatacağım. 

Şimdiye kadar bunu tamamen bencil bir amaç güderek yapıyordum. Kayıt altına almak ve unutmamak için. Bu sefer ise bambaşka bir amacım var, tur ile gidip de sadece turistik meydanlarda oturanlardan en azından bir ikisinin yolu bu yazılara düşer diye umuyorum.

Çünkü bu tatil boyunca, Toskana'nın en ücra köşesinde bile Türkiye'den gelen turistlerle karşılaştım. Çekik gözlüler kadar karakteristik fiziksel bir ortak özellikleri yoktu; ama sürekli bir hoşnutsuzluk hali ortak özellikleriydi.

Ya seyahat etmeyi sevmemelerine rağmen, sırf eşe dosta şuradaydım demek için gelmişlerdi, ya da gerçekten önceden okuyup araştırarak seyahat etmeyi bilmiyorlardı.

Ara sokaklarda, ücra noktalarda, yemek yerken hazdan öldüğümüz noktaların bir tanesinde Türkiye'den gelen turistlere rastlamadık. Ama ne zaman sırf tuvalet, internet gibi ihtiyaçları gidermek için turistlere yönelik bir mekana otursak, en az iki masa Türkiye'den gelenlerle doluydu ve "İtalyan pizzası bu mu yani?", "Eee bu makarnanın matah bir tarafı yok.", "Ayy çok sıkıldım, ne var burada yapacak?" gibi cümlelerle aralıksız olarak mızmızlanıyorlardı.

Biz ise lezzetten, keşfettiklerimizden başımız dönmüş halinde, şaşkınlıkla onları dinliyorduk. Hatta birkaçına "Burada oturmayın, bakın şu sokaktan gidin makarna alın." diye müdahale etmekten kendimizi alamadık. 

Karış karış çözdük, her noktasını öğrendik gibi bir iddiam yok; ama on gün boyunca lezzetten ve mutluluktan dört köşe olarak gezdik. İngilizce kaynak okumaya üşenenler için, hepsi önümüzdeki günlerde burada olacak.

Keyifle kalın, öperim. 


21 Ekim 2013

“Çok kitap okuyan insanlara hayatın yetmediğini biliyordu.”*

Haftanın ilk günü.
Upuzun bayram tatilinden sonra İstanbul'daki ilk günüm.
Yeni yaşımda yazdığım ilk blog yazısı.
Bir sürü ilk.

Türkiye'ye dün gece geldim, sabah koşa koşa işe gittim. İşten çıktım, doğru tiyatroya...

Şimdi salonun ortasında açılmamış valizim, ayağımda Roma'dan aldığım çorap gibi rahat, ayağımdan çıkartmak istemediğim ayakkabılarım, aklımda bir yandan Pompei'den Milano'ya İtalya'yı kat ederken yaşadığımız anılar, bir yandan yarın katılmam gereken önemli bir toplantı ve akşam gideceğim davet için "Ne giysem?" sorusu... Ütülü ve temiz nelerim olduğundan bile emin değilim. Zira son bir aydır evde o kadar az zaman geçirdim ve bu bir aya o kadar çok şey sığdırdım ki...

Şimdi evimi mi toparlasam, biraz bakım mı yapsam, valizimi mi boşaltsam, yaptıklarımı unutmamak için yazarak kaydetmeye mi başlasam, babamın harika doğum günü hediyesiyle çektiğim fotoğrafları mı bilgisayara yüklesem bilmiyorum. Anlatmaya nereden başlayacağıma bile karar veremiyorum.



Bütün bu curcuna arasında, doğum günüm oldu bitti, hayatımda 27 seneyi devirmiş oldum. 

Harika mesajların, beni çok mutlu eden kutlamaların pek çoğuna cevap bile veremedim. Buradan toptan teşekkür edeyim, iyi ki varsınız!

Bebeklik arkadaşlarım, eski iş arkadaşlarım, üniversiteden arkadaşlarım, Adana'dan arkadaşlarım, en yakın kız arkadaşlarım, özetle birlikte onlarca harika anım olan yakın çevrem ve tabii ki Mr. Feelgood ile leziz şaraplar devirerek Solera'da başladım yeni yaşıma. Ve yeni yaşımın ilk gününde upuzun bir İtalya turu için Roma'ya uçtum.


Mesleki kariyerimde, kulağa gelişi çok havalı ve büyük bir proje kapsamındaki görevimi birkaç gün önce tamamladım. Çok kısa bir zaman sonra sevgilimle birinci yılımızı kutlayacağız. 

Özetle güzel bir evim, iniş-çıkışlarına rağmen yolunda giden bir ilişkim, farklı evlerde bağımsız hayatlar yaşasak da birlikte gerçekten güzel vakit geçirdiğim bir ailem, ülke standartlarının üzerinde para kazandığım bir mesleğim, renkli arkadaşlarım, blog yazmak gibi bir hobim ve keşiflerle dolu sosyal bir hayatım var.

Üniversitedeyken hayalini kurduğum her şeye şu anda sahibim. O zamanlar, güzel bir ev, iyi bir iş ve düzenli bir ilişki üçlüsüne sahip olup bol bol seyahat ettiğimde hayattan başka hiçbir beklentim ol(a)mayacağını sanıyordum.

Oysa ki bana yetmiyor. Çok mutluyum; ama daha fazlasını istiyorum.

Daha fazla şeye sahip olmak değil arzum, daha fazla şey yapmak: Evde yemekler pişirmek, sağlıklı yaşama kafayı takmak, yoga yapmak, sürekli ışıl ışıl olmak, daha çok kitap okumak, bir yazı kursuna gidip daha iyi metinler yazmak, fotoğraf çekmeyi öğrenmek, hukuk dışında bir iş daha yapmak, başka diller öğrenmek, hamarat bir ev hanımı olmak istiyorum. Zamanım yetmiyor.

Daha az uyumayı veya var olan zamanımı daha etkin kullanmayı öğrenmem lazım. Yeni yaşımdan en büyük beklentim ve aynı zamanda yeni yaşımdaki en büyük hedefim bu: Çok çalışıp, çok gezerken, daha kaliteli bir hayat yaşamak için ihtiyacım olan zamanı yaratmak...

Gecikmeli de olsa, merhaba yeni yaş. Çok güzel başladın, noolur hep böyle devam et...

Dip Not: Başlık, Murathan Mungan'dan. 

07 Ekim 2013

You can't buy happiness, but you can buy wine. And that's kind of the same thing.

Günlerden pazar.

Sabahın köründe zilin ısrarcı çalmasıyla uyanıyorum. Pazar sabahları, babamla kahvaltı sabahı!


Kendisinin her pazar günü, üç farklı kişiyle kahvaltı planı olduğu için ve başlangıcı benimle yaptığı için, pazar sabahları, günün miskin ruhuna aykırı olarak erkenden kalkmam artık bir klasik. Yine de alışamadım hala. Nasıl üşenmiyor da, sabahın 9:00'unda duşunu almış, traşını olmuş, giyinmiş olarak karşıdan bana gelmiş oluyor anlamıyorum.

Annemin doğum gününde, anneme bayram için gidiş-dönüş İtalya bileti hediye ettiğinde, "Ben de böyle cömert eski koca istiyorum!" diye tutturduğumdan, kızının hayalinin "eski koca" olmasına yüreği elvermemiş, benim biletlerimi de ısmarlamıştı. Doğum günüm yaklaşıyor diye şansımı zorluyorum, taleplerimi laf arasına sıkıştırıp, "27 yaşımı dolduruyorum çok yakında." diye hatırlatma yapıyorum. Şakaya vurmayı tercih ediyor, "Neredeyse benim yaşıma geldin sen de!" diye takılıyor o da bana.

Kahvaltı demişken, bu araya leziz bir omlet tarifi de yapıştırayım.


Ben tavaya kırılıp karıştırılmış balçık gibi karman çorman yumurtaları yiyemediğim için, yumurtanın tadını azaltmak için de yumurtayı sütle birlikte çırptığımdan, şehirdeki bayıla bayıla yediğim tek omlet kendi yaptığım.

Hafif patatesli omletimin tarifi de şu şekilde: Patatesleri kızartmıyor, haşlıyorum. Sonra küçük küçük dilimliyorum. Bir kasede iki minik yumurta, azıcık süt, tuz, karabiber ve dereotunu çatalla güzelce çırpıyorum. Krep tavasına, biraz zeytinyağı döküyorum, tavayı sağa sola hareket ettirerek her tarafının yağlanmasını sağladıktan sonra, önce patatesleri, ardından da kasedeki karışımı tavaya döküyorum. Ocağın altı önce çok açık bir dakika bekletiyorum, kabarcık olursa onu patlatıyorum, sonra tabak yardımı ile tersini çevirip diğer tarafını da pişiriyorum. Varsa biraz parmesan, yoksa kaşar peyniri de üstüne serpince, pazar kahvaltısı keyfi tamamlanmış oluyor.

Kahvaltıdan sonra, bangır bangır müzik açıp valizimi toplamaya başlıyorum. Bayram vesilesiyle yine, yeni, yeniden İtalya yollarını tutacağım. Annemle, Napoli, Roma, Pisa, Floransa, Milano, Torino hattında on gün kadar dolanmayı planlıyoruz. Floransa ve Napoli hariç hepsini daha önce gördüm, tarihi kısımlarını gezdim. Bu seferki gezinin daha çok yemek, alışveriş ve şarap odaklı olmasını planlıyoruz. Her türlü tavsiyeye açığım. :)


Minik bir seyahat çantası hazırladıktan ve evi toparladıktan sonra, üzerime pazar ruh halime uygun rahat bir şeyler geçiriyorum.

Bu araya da bu aralar en çok dinlediğim, en sevdiğim parçaları yapıştırayım. Yenileri keşfetmiş, eskileri hatırlamış olursunuz. Bu arada müzik konusunda sıkı başvuru kaynaklarımdan biri de Mr. Feelgood. Keşfediyor, dinliyor, listeler oluşturuyor, eksen listesi benim favorim. Daha fazlası için tık!

Ara Not: ChetFaker'ı keşfettiren kişiye de buradan selam olsun!

Waste Of Time by MØ on Grooveshark,

Get Lucky by Daughter on Grooveshark

The National - About Today by The National on Grooveshark

Today by Zero 7 on Grooveshark

I'm Into You by Chet Faker on Grooveshark

Trials of the Past by SBTRKT on Grooveshark

After the Afterlife by Cocorosie on Grooveshark

Biraz daha mutfakta takılıyorum, ne zamandır bir şeyler pişirmemiştim. Bir zeytinyağlı kabak, bir de patates salatası yapıyorum.


Patates salatası dünyanın en kolay ve lezzetli tarifi bence. Patatesleri yıkadıktan sonra kabukları ile haşlıyorsunuz. Bıçağı üzerine daldırarak pişip pişmediklerini kontrol edebilirsiniz. Piştikten sonra ılıkken kabuklarını soymak da çok kolay. Çok aç değilseniz, dilimlemek için soğumalarını bekleyin, daha düzgün dilimler kesebilirsiniz. Sonra tek yapmanız gereken şey, dereotu, kapari, kırmızı pul biber, zeytinyağı, tuz ve limon serpmek. Dışarı çıkmayacaksanız soğan da çok yakışır evet.


Zeytinyağlı kabak için de ihtiyacınız olanlar kabak, domates, soğan, zeytinyağı, tuz, şeker, pirinç. Pirinçsiz yapanlar da var; ama ben yanına pilav yapmaya üşendiğim ve ekmek yemediğim için pirinçli daha doyurucu versiyonundan yanayım.

Öncelikle soğanları küçük küçük doğrayıp, zeytinyağını koyduğunuz tencerede şöyle bir çeviriyorsunuz. Ardından dilimlediğiniz kabakları da ekliyorsunuz üzerine. Rendeyi tencerenin üzerine tutarak dometesleri de tencerenin içine rendeliyorsunuz. Bir yemek kaşığı şeker, biraz tuz koyup karıştırdıktan sonra, en üstüne de yarım bardak pirinci atıyorsunuz. Su eklemeyin. Domateslerin suyunda pişsin, bütün suyu çektikten sonra, pirinçler henüz pişmemişse, yarım bardak sıcak su eklersiniz.


Mr. Feelgood ile Galata'da buluşuyoruz. Tamir edilmesi gereken kırgınlıklarımız, kızgınlarımız var. Şarap böyle zamanları kolaylaştırır ya, istikametimiz en sık gittiğimiz şarap evi Sensus oluyor. Son iki seferdir servise ilişkin şikayetlerimiz oluyordu, ama sevdiğimiz şarapları bulabiliyoruz diye hala gitmeye devam ediyorduk.

Üzerinde rezerve yazan ve yazmayan masalar var. Rezerve yazmayanlardan birine oturuyoruz. Bir garson bitiyor yanımızda, bu masa rezerve yalnız, saat 19:00'a kadar oturabilirsiniz, diyor. Saat 18:15, birer kadeh şarap içmek için yeterli zamanımız var. Tamam, diyoruz. Oturuyoruz. 25 dakika boyunca masaya kimse sipariş almaya gelmiyor. En sonunda ben huysuzlanmaya başlıyorum, iki kere iki garsonu yakalıyorum, "Bakar mısınız?" diyorum, "Tamam" diyip dönüp arkalarını gidiyorlar. Çıldırıyorum.

Şarap alıp kalkalım diyoruz, şarap alacağız, orada çalışan yardımcı olmakla görevli olan birine çok da ahiretlik olmayan birkaç soru soruyoruz. Aldığımız cevap "Şeeey ben çok anlamıyorum şaraptan."

Yaklaşık 45 dakikanın sonunda birer kadeh şarabımız geliyor, kadehlerimiz bittiğinde masaya rezervasyon yaptırmış kimse gelmiyor, hatta boş masa var. Garson kadın gelip, önümüzden boşalmış bardakları alıyor. Şarap evinde olması gereken "Size buna benzer şunu verebiliriz." gibi tavsiyeleri geçtim, "Bir tane daha alır mısınız?" diye bile sormadan, boş bardaklarımızı alıp gidiyor. Şoktayız!

İş yapmaya başlayan her güzel yerin kötü işletmecilik örneğine dönüşmesinin geleneksel sonucu olarak, sevdiğimiz bir mekanı daha kaybetmiş olarak, bir daha da hayatta gelmeyiz diyerek kalkıyoruz oradan.

Kiva'ya oturuyoruz, güzel yemekleri vardı eskiden, ne zamandır yemedik diye, yine rezerve yazmayan masalardan birine yerleşiyoruz, birer sigara içiyoruz, menü bekliyoruz. Bir garson geliyor, "Eee bu masa rezerve!" diyor. "Rezerve yazsaydınız veya oturmadan uyarsaydınız." diyoruz, ukalaca "Siz de sormadan oturmasaydınız." dediği anda ayaklanıyoruz. Arkamıza bile bakmadan.


O sinirle, Galatasaray'ın arasındaki minik, pek bilinmeyen şarap evimiz Solare'ye kadar hızlı adımlarla yürüyoruz. Masaya oturduğumuz gibi güleryüzlü bir garson geliyor, menülerimizi veriyor. Şarap sorularımıza tatmin edici cevaplar veriyor. Oturduktan hemen sonra, şişemiz önümüzde, kadehlerimiz doluyor. Peynir tabağımız, ardından mezelerimiz hiç bekletmeden hemen geliyor. Hatta şişeyi bitirdikten sonra, tek kadeh almamız için şarap tavsiyesinde bile bulunuyorlar. Neyse İstanbul'da hala bozulmamış yerler var, diyerek rahatlıyoruz.

Mr. Feelgood, yan taraftaki büyük masayı gösteriyor, ikimiz de aynı şeyi düşünüyoruz, doğum günü yemeğimi yapacağım yeri buluyorum böylece. Önceki mekanların yarattığı gerginliği unutuyoruz, şarapla ısınıyoruz, şarapla kırgınlıklarımızı sarıyoruz.

Elele kikirdeşerek çıkıyoruz oradan. Pazartesiye, yeni haftaya, her şeye hazırız.
Soğuk havaları çok sevmiyorum; ama kırmızı şarap sezonu açıldığı için mutluyum. Kırmızı şarap ile hayat, başka her şeyle olduğundan daha güzel.

Lezzetle kalın!

05 Ekim 2013

Yalnız aşıklar hayatta kalır. *

Havalar soğuduğunda ilgimi en çok çeken etkinlik film izlemek oluyor. Evde, tercihen sevgiliyle, bir battaniyenin altında birbirine dolanmış olarak izleneni en makbul, ama çantaya atılmış, salona gizlice sokulan bir bira ile sıcacık sinema salonunda güzel bir görüntü ve ses sistemi ile film izlemenin keyfi de ayrı güzel.

Biliyorsunuzdur, her sene olduğu gibi, İstanbullular bu yazı da filmekimi ile kapattı. Filmekimi bu haftasonu, sona eriyor.

Ben, öğrenciliğimde gündüz matinelerinin tadını çıkarmış bir insan olarak, çalışmaya başladığımda, film festivallerinde akşam seanslarına terfi etmek durumunda kaldım. Bilet bulamadığım için isyan ettiğim birkaç festival sonrası, kendime Lale Kart edinerek bu sorunu da çözdüm.

Lale Kart'ın en havalıları olan siyah ve beyaz lalenin yıllık aidatı çok yüksek kabul ediyorum; ama hala öğrenciyseniz -ki ben yüksek lisans sayesinde hala öğrencilik avantajlarından faydalanmaya devam edebilen çalışan kesimdenim- sarı lale edinin. Yıllık aidatı 125 TL, ön satışlardan faydalanabiliyorsunuz ve her bilette %25 indirim kazanıyorsunuz. Ayrıca anlaşmalı olduğu pek çok noktada indirim sağlıyor, örneğin Cafe Nero'larda bir kahve alınca ikincisi hediye oluyor. Yani ödediğiniz parayı fazlasıyla çıkarmış oluyor size. Benim son birkaç yıldır harcadığım en anlamlı para, lale kart aidatım.

Bu seneki filmekiminden de kendime beş film seçtim. İzlediklerim hakkındaki yorumlarım, bu yazı ile huzurlarınızda. Cinsel içerikleri nedeniyle gösterime gireceklerini çok sanmıyorum; ama bizim kuşağın pek de yasal olmayan yolları ile hepsine ulaşmanız pekala mümkün.

Yasadışı yollara teşvik gibi oldu farkındayım; ama festival filmleri oynatan bir sinemamız olmadığı ve var olan Alkazar Sineması da yıllar önce kapatılığı için başka bir alternatif malesef yok.

1) Blue is the warmest colour:

Cannes'da Altın Palmiye ödülünü almış, on iki dakikalık sevişme sahnesiyle çok konuşulmuş, Filmekimi kapsamında ek seans açılmasına rağmen izleyici taleplerine yetişememiş bu filmi, bir Lale Kart sahibi olarak, galasında, şahane görüş açılı bir koltukta izleme fırsatı buldum.

Filmden çıkıp, arkadaşlarımla buluşmaya gittiğimde "Nasıldı film?" sorusuna cevap veremedim. Çünkü farklı bir filmdi. Çok mu beğenmiştim, beğenmemiş miydim, karar veremedim. Çünkü filmin bir kısmı film değil pornoydu, bir kısmı fotoğraf kareleri gibi çok sanatsaldı, bir yandan da çok fazla mesaj içeriyordu.




Filmi izleyip uyuyup uyandıktan sonra, çok etkileyici ve iyi bir film olduğuna karar verdim.
Seven sevmeyen, herkesin hemfikir olduğu tek bir şey var; oyunculuk muhteşem.

Konusuna gelince, lisede bir edebiyat sınıfında başlıyor film. Bir aşk romanını okuyor ve tartışıyorlar. "Kalpte boşluk olması ne anlama gelir?" diye soran ve bunu tartışmaya açan bir edebiyat öğretmeninin dersi ile başlayan ilk sahnede baş kahramanımız ile tanışıyoruz:  Her bakımdan ortalama bir ailede yaşayan Adele... Ailesi ne tutucu, ne de çok modern; ne yokluk içinde, ne de çok zengin. Öğretmen olmayı hayal eden, erkeklerden hoşlanan bir kadın. Okulun çok yakışıklı çocuklarından birisi ile flört etmeye başladığı zaman, yolda mavi saçlı bir kadın görüyor ve kelimenin tam manası ile hayatı değişiyor.

Çok fazla spoiler vermek istemiyorum; ama bana çok fazla şeyi sordurttu ve düşündürttü. Aşk cinsiyetten bağımsız bir kavram mıdır? İlişki yaşadığın kişi seni ihmal etmeye başladığı için kendini başkaları ile avuttuğunda aslında suçlu kimdir? gibi...

Türkiye'de vizyona gireceğini sanmıyorum, o yüzden bir şekilde edinip, izleyin.



2) The Look of Love:

Gerçek bir öykü. Paul Raymond'un önce açtığı striptiz klübü, ardından çıkardığı soft-porn dergisiyle ve "En kalıcı saygınlık mülk ile olur." anlayışı ile Soho Kralı'na dönüşmesini, bu dönemde kadınlarla ilişkilerini ve piyasayı anlatıyor. Muhteşem güzel kadınlar, harika kıyafetler, keyifli müzikler eşliğinde...



Olağanüstü bir film değil, ama bambaşka bir dünyanın kapılarını açıyor. Kızını kokain içerken yakalayınca sadece iyi mal içmesi konusunda uyaran bir baba, kocası eve sabah gelince "Kadın nasıldı?" diye soran bir eş, "Soho benimmm!" diye bağıran gerçekten Soho'nun mirasçısı bir kız ve çok renkli garip hayatlar yaşayan daha bir çok karakter...

Spoiler olacak ama sadece olayları gösteriyor, kimsenin aslında ne düşündüğünü ve hissettiğini filmden anlamak mümkün değil.  Ben, kızının neden mutsuzluğa sürüklendiğini de; ikinci birlikte olduğu kadının gerçekten Raymond'a aşık mı olduğunu, yoksa sonunda dünyanın pek çok yerinde otel zincirleri sahibi olmasını sağlayan planlı yolu mu yürüdüğünü anlamadım. Bu oyuncuların performansının mı yoksa senaryonun eksikliği mi bunun kararı beni aşar, film eleştirmenlerine bırakıyorum.

Güzel kıyafetler, güzel evler, güzel görseller ve keyifli iki saat geçirmek için izlenebilir.



3) (The Necessary Death of) Charlie Countryman:

Romantik komedinin aksiyonlu versiyonu olan bu film, benim açımdan, Filmekimi kapsamında pazar akşamı izlemek için harika bir seçim oldu 

Film,  İngilizce'de "Bucharest" ile "Budapest"in birbirine çok benzemesi üzerine kurulmuş.

Annesi ölen, Charlie, bundan böyle ne yapacağını bilemezken, annesinin "Bükreş'e git." tavsiyesine uymaya karar verir ve kendini,  kaldığı hosteldeki "uyuşturucu kullanalım, striptiz klüplerine gidelim"ci oda arkadaşları, aşık olduğu kadın ve mafya babaları üçgeninde bulur.

Biraz aksiyon, biraz aşk ve harika müzikler. Filmden geriye aklımda kalan en güzel şey de, ilk sevişme sahnesinde The XX - Stars çalması oldu.

Çok derin ve yorucu olmayan, keyifli bir şeyler izlemek istiyorsanız, bu sizin filminiz.




4) Only Lovers Left Alive: 

Filmekimi katoloğunu incelerken adının güzelliği ile ilgimi çeken, "fetişist, havalı, güncel, romantik vampir dramı" olarak tanımlanmış bu filmi izleyip izlememek konusunda kararsızdım. "Vampir filmi?! Modası çoktan geçmedi mi?" diyordum.


Hakkında duyduğum harika şeylerden sonra, iş çıkışı koşa koşa gittim. Ne de iyi yapmışım. 

Festival kapsamında en çok beğendiğim film oldu.

Filmin ana karakterleri, birbirleri ile evli olan iki vampir: Adam ve Eve. Adam Detroit'te yaşıyor, harika müzikler yapıyor; ama bunları dış dünyaya sızdırmaktan özenle kaçınıyor. İnsanoğlunun -ki filmde insanlar "zombi" olarak nitelendiriliyor- geldiği durumdan ve yaşadığı hayattan çok umutsuz. Fena halde depresif ve intihara meyilli.


Eve onun tam tersine, dans ederek, her şeyin tadını çıkararak yaşamaya meyilli, kitaplara fena halde düşkün bir iyimser. Tanca'da yaşıyor.




İkisi de insanların kanını emmeyi çok tehlikeli ve eski model buluyorlar. Ne hastalığa sahip olduklarının ve kanlarının kalitesinin ne olduğu meçhul olduğundan...


Laboratuarlardan O Rh+ kan tedarik ediyor ve bununla besleniyorlar. 


Film plağın dönüşü ile aynı hızda döndürülen iki karede, bambaşka odalarda kanı içip kendinden geçmiş olan Adam ve Eve'i ardı ardına göstererek başlıyor.


Konu ve metaforların güzelliği kadar, müzikler ve görüntüler de uçuyor. 


Hatta birisi üşenmemiş soundtrack listesi yapmış, şuradan ulaşabilirsiniz. Ama dürüst olmak gerekirse, ben hiçbirini sonra evde dinleyince beğenmedim. Filmde görseller ve an ile o kadar güzel uydurulmuş ki, onlar olmadan manasızlaşıyor. 

Mutlaka ama mutlaka izlenmeli! 


5) Young &Beautiful:


Filmi izlerken aklıma Murathan Mungan'ın kitabından bir cüme geldi: "aslında ne kadar duygusal bir şey orospuluk etmek..."


17 yaşındaki Isabelle'nin hayatındaki dört mevsimi anlatıyor bu film. "Çok güzel, hiç paraya ihtiyacı olmayan birisi niçin kendisinden yaşça çok büyük adamlarla para karşılığı birlikte olur?"u sorguluyor.


Sırf kızın güzelliği için bile izlenebilir. 1990 doğumlu Marine Vacth, hayatımda gördüğüm en güzel insan!








Filmlerle kalın!

02 Ekim 2013

Beş yaşındaki moda ikonu Alonso Mateo huzurlarınızda!

Küçük çocukların kıyafetleri söz konusu olduğunda cimri ve özensiz davranmaya meyilli oluyor aileler genellikle. Çocuk nasıl olsa oynarken onları kirletecek diye, çok pahalı olmayan ama yıkamaya dayanıklı sağlam ürünlerden yana tercih yapıyorlar ve nasıl olsa hızlıca boyu atacak diye her şeyi bir kaç beden büyük alıyorlar. 

Mantıklı ve ekonomik bu görüş açısınının sonucunda, sokaklarda rüküş ve sakil çocuklar görmeye alıştık. Havalı kadınların muhiti olan Nişantaşı'nda bile çocuklar çoğunlukla rengarenk, özel bir çaba harcamadan giydiriliyor. 


Eski ofis ve oda arkadaşım pek sevgili 'mandalin', geçen hafta beni küçük herif kılıklı, inanılmaz şık bir çocuk ile tanıştırdı, instagram'dan... O kadar etkileyiciydi ve o kadar sıkı bir takipçisi oldum ki Alonso Mateo'nun, paylaşmadan duramayacağım.




Bu çocuk, moda dergisinde yer alan adamların minyatürü gibi bir şey. Giydiği kıyafetleri de o kadar iyi taşımaya alışmış, öyle bir pozlarda ki, insan kesinlikle yadırgamıyor. 















Bu minyatür Meksikalı adam, Marc Jacobs, Dior, American Apparel giyiyor. Arkasındaki insan ise, freelance stilistlik yapan, Harper's Bazaar Meksika ve Latin Amerika'ya katkıda bulunan annesi Luisa Fernanda Espinosa.



Yaratıcılarından bir diğeri de aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz baba. Barbie ve Ken'in canlı versiyonu gibiler, çok acayipler.



Bizde de galiba Ece Sükan ile Ümit Benan bir çocuk doğurmaya kalksa ortaya böyle bir çocuk çıkar. :)

Hayran olursunuz veya müsrif bulursunuz bilmiyorum ama instagramdan @luisafere takibe alınası!


Alonso Mateo ile kapışamam tabii ki, ama devam etmeye söz verdiğim üzere, çalışan bir kadın olarak bu aralar neler giydiklerim de huzurlarınızda:




Cumartesi akşam evden çıkıp, pazar akşam geri geldiğim için üzerimde iki gün boyunca bu elbise vardı. Malum bienal yazısı fotoğraflarından hatırlayacağınız üzere... :)

Havaların gidişatına bakılırsa burnu açık ayakkabılarla vedalaşma zamanı geldi. 

Elbise Terkos'tan, ayakkabılar Logan, çanta Longchamp.



Fotoğrafta hala uyuyorum resmen. Etek Teşvikiye'deki House Cafe'nin arasındaki adını bilmediğim butikten, gömlek görünümlü lacivert t-shirt Mango'dan, ayakkabılar eBay ganimeti.



En sevdiğim iki renk: Siyah ve beyaz! Etek, klasiğim siyah bandaj eteklerden, t-shirt Nişantaşı'ndaki butiklerin birinden ayakkabılar Tommy Hilfiger, beyaz ceket Mango, laptop çantası Bershka'dan.


Altımdaki kocaman eşofmanı nereden aldığımı bile hatırlamıyorum, dünyanın en rahat şeyi. 
T-shirt kardeşimin Amerika'ya göçerken geriye bıraktıklarından...



Mavi gömlek Marks &Spencer, krem rengi bandaj etek Stradivarious, ayakkabılar Tommy Hilfiger.

Beli zımba detaylı bandaj etek Bershka'dan, beyaz bluz Koton'dan, kolej ayakkabılar İtalyan, Luca Grossi'den fatte a mano. Dünyanın en hafif ve en rahat ayakkabıları. Onlar olmasa adliye günleri nasıl geçerdi bilmiyorum. 


T-shirt Terkos'tandı hatırladığım kadarıyla, jean Que'dan, ayağımdaki ayakkabılar fotoda yok Converse'ti.


Jean üstteki foto ile aynı, ayakkabılar Casette'den, t-shirt pasajların birinden.

Ve yazlık kıyafetlerle vedalaşma zamanı.
Merhaba Ekim. Merhaba Sonbahar. Merhaba Doğum Günü Ayım.

Dip Not: Üzerimde gördüklerinizin tamamı çok yakında tabii ki chucha boutique'te. Böylelikle hala bilmeyenler de öğrenmiş olsun; ısrarla kilitlendiğim, giymeye doyamadığım parçalar hariç, bir iki kere giyip her şeyi yeni sahiplerine iletiyorum. Böylelikle küçücük evimde, sürekli alışveriş yaparak ve sürekli başka şeyler giyerek yaşamaya devam edebiliyorum :) Üstelik de kıyafetlerimin yeni sahiplerinden paketlerini alınca, teşekkür mesajları almak da süper keyifli!



Pinterest'im

Instagram'ım