28 Haziran 2016

İki biradan sonra herkes herkesi sever, sen beni kahvaltıda sev.

Bir sabah uyandınız, işiniz yok, yetişmeniz gereken hiçbir şey yok, arayıp soranınız yok. Bilgisayarınızı alıp sürekli gittiğiniz, pijamanızla bile sizi kabul edecek köşe başındaki cafe'ye gitmek hiç cazip gelmiyor. Diğer yandan hava çok şık giyinip, makyaj yapıp çıkmak için de çok sıcak. Yatakta döne döne ne yapacağınızı düşünüyorsunuz.

Veya daha iyisi, bir arkadaşınızla buluşacaksınız. Saatlerce kafa kafaya verip konuşmanızı gerektirecek 'acil bir durum' yok. Niyetiniz, kapısında "Rezervasyonunuz var mı?" diye soracak kimsenin olmadığı, oturmak için sıra beklemek zorunda olmayacağınız bir yerlere gitmek. Yeni bir yerler keşfetseniz de fena olmaz hani...

Avrupa yakasında bile ikamet ediyorsanız, üşenmeyin vapura atlayın martıları denizi izleyerek püfür püfür Kadıköy'e geçin. İstikametiniz Yeldeğirmeni olsun. Hala çok keşfedilmemişken... İşletmeler Karaköy'dekilerin ukalalığına henüz sahip değilken... Sokaklarda modern ile eskinin karmaşası hala sürereken... Tüpçünün yanında harika bir cafe; izbe bir sokaklarda bile harika muraller varken...


Yogitam ile yaptığımız Yeldeğirmeni keşfinden ve sürprizlerle dolu sokaklarında yürümenin ne kadar keyifli olduğundan daha önce bahsetmiştim. Burada keşfedebileceğiniz bir sürü cafe var; bu yazdıklarımı boşverip, tamamen spontane biçimde, içinizden gelen bir tanesinin kapısından içeri girebilirsiniz. Yine de garanticiyseniz, tavsiyesiz adım atmam derseniz, bizim keşfettiklerimiz karşınızda:

Bop! Breakfast of Pan

İşgal evinin biraz ilerisinde yer alan Bop! Breakfast of Pan, dışarıdan bakınca yalnızca bir masalık bir mekan gibi görünüyor. Ayağınızı korkak alıştırmayın, içeri girin, yiyeceklerin hazırlandığı barın sonunda çok şirin bir avluda daha fazla masa var.

Adından da anlaşıldığı üzere burası bir kahvaltıcı. Klasik sevenler için serpme kahvaltı tabakları da var, tuzlu katmer gibi başka yerlerde olmayan farklı kahvaltı alternatifleri de... Ekstradan istemeye gerek olmaksızın kahvaltı tabağı ile birlikte zahter gelmesi ve ekmeğe sürmelik spesiyalleri ile bizi tavladı.


"Porsiyonlarımız biraz ufak." diye uyarmışlardı, o yüzden biz gerçekten minicik tabaklar bekliyorduk; ama Teşvikiye porsiyonlarından sonra bize oldukça doyurucu geldi, hatta hiçbir şeyi tamamen bitiremedik.

Tamamen doğal ve sağlıklı sebze, meyve ve baharatlardan yapılan "morning shot" benim buradaki favorim oldu.


Garda Cafe 

Haydarpaşa garından esinlenerek dekore edildiğinden adı kendisine cuk oturmuş cafelerden. Yeldeğirmeni'nin en işlek caddelerinden birinin üstünde olmasından sanırım, diğer mekanlara kıyasla bir tık daha kalabalık. Giyim kuşam tarzından, yaş aralığına oldukça geniş yelpazede bir müdavim kitlesi var.


İç kısımda oturduğunuzda kendinizi gerçekten, garda treninizi bekliyorken, bir şeyler içiyormuş gibi hissedebilirsiniz.

Ben burada en çok mutfak kısmının üstündeki cümleyi ("İki biradan sonra herkes herkesi sever, sen beni kahvaltıda sev." ve dış kısmında Haydarpaşa Garı'nın tarihçesinin asılı olmasını ve kahve içerken şehrin tarihi hakkında bir şeyler öğrenebilmeyi sevdim.


Haydarpaşa Mythos

Yeldeğirmeni kahvaltı etmek ve kahve içmek için harika bir istikamet; ancak biz sokaklarında dolanırken yemek için bizi çok cezbeden bir adres bulamadığımız için, karnımız acıkınca, ne zamandır aklımızda olan Haydarpaşa Mythos'a yolumuzu düşürelim bu vesileyle dedik.

Nedense ben Mythos'u, püfür püfür deniz esintili, manzaralı, açık ve aydınlık bir yer olarak canlandırmıştım kafamda. O yüzden kapısından içeri girdikten sonra, "Biz yanlış yere geldik galiba" diyip geri çıktık. Garın etrafında turladık turladık, geri döndük.


İyi ki de dönmüşüz, leziz mezeler eşliğinde gündüz rakısı ile keşif günümüzü kapatmak gerçekten çok keyifli oldu.

Mezelerin hepsi gerçekten oldukça lezzetliydi. Maş fasülyeli mezemizin içinden kılçığa benzettiğimiz ancak ne olduğunu çözemediğimiz bir şey çıkınca, garsonumuzun ilgi alakası diğer işletmelere örnek olacak kadar iyiydi. Hatta "Şimdi siz onu yemek istemezsiniz diye ben size deniz börülcesi getirdim." diyerek, ince düşüncesi ile bizi şaşırttı.



Yolunuz buraya düşerse, avlusuna çıkıp, terk edilmiş trenlere bakmayı, bir zamanlar yolu buraya düşenlere ilişkin hayaller kurmayı, yalnızca hayali bile olsa kabarık eteklerinizle o trenlere binip, işlemeli mendilinizle göz yaşlarınızı kurulayarak, sevgililerinize el sallamayı unutmayın.




Bir de bahsetmeden geçemeyeceğim; ne zaman rakı içsem, içinden cümleler aklıma düşen bir yazı var. Benden çok uzaklarda olduğunda bile, hep yanımda hissettiğim, kendimi ne zaman azıcık kötü hissetsem içine doğmuşçasına harika kelimelerini bana dokunduran, her yazısından bir iki cümle mutlaka aklıma ve dilime takılan Ozan Önen'in bir yazısı. Pek çok yerde yayınlanmasından, çok daha seneler öncesinden beri dilimde: "Bilirsin ki rakı içen kadın, herkesle rakı içmez ve eğer seninle rakı içiyorsa, senin için kalbinde en az yüz elli metrekare daha yer vardır." Kendisini hala keşfetmediyseniz, buradan buyrun, bu yazıyı (hatta hiçbir yazısını) pas geçmeyin.

Keyfile, keşifle kalın!

26 Haziran 2016

#dahaiyiben 2. hafta: “Siz hayatı neden çamaşır makinesi programlamak gibi bir şey sanıyorsunuz ki?“*

"Bundan beş yıl sonra kendini nerede görüyorsun?" gibi soruları soranlara da, bu sorulara kendinden emin cevap verenlere de hep şaşkınlık içinde bakmışımdır.

Çok beylik laflar edebilecek bir yaşta değilim; ama her şeye meraklı ve biraz gözü kara olmamın sonucu mudur, şansım mıdır bilmiyorum; hayatımın son on senesinde hep çok farklı insanlarla yolum kesişti, hep birbirinden farklı iş ortamlarında çalıştım ve birbiri ile ortak hiçbir noktası olmayan ilişkiler yaşadım. Hayata ilişkin sohbet etmeyi ve bu konularda gözlem yapıp kafa patlatmayı hep çok sevdim.

Ne gariptir ki, bu süreçte aklımda bir şeyler netleşmedi veya hayat hakkında temel bazı doğruları ve kuralları keşfetmedim. Aksine hiçbir şeyin net olmadığını, tesadüfen tanıştığın bir insanla yaptığın kısacık bir sohbetin hayata bakışını değiştirebileceğini; tanıştığın bir adam için o güne kadar uğraştığın her şeyi gözünü kırpmadan yakabileceğini ve bir iş değişikliğinin bütün hayat düzenini baştan aşağı etkileyebileceğini öğrendim.

Bütün bunlardan çıkardığım bir ders varsa o da şu oldu: "Yalnızca sınırlarını ve olmazsa olmazlarını belirle. Geri kalanını hayatın akışına bırak. Gözünü açık ve enerjini yüksek tut ve bak bakalım hayat sana neler sunuyor?"

Çünkü ne zaman hiçbir beklentim olmaksızın kendimi bütün güzel hislerimle hayatın akışına teslim etmeyi başardıysam karşıma hep harika şeyler çıktı. Her seferinde şaşırdım; hayatın benim tasarladıklarıma kıyasla ne kadar harika şeyler sunabildiğine...



Üniversiteden mezun olmuş, "Ay avukatlık çok sıkıcı bir meslek, şu anda daha eğlenceli işler yapmak istiyorum." derken ve bundan gayet eminken, çalıştığım reklam ajansının olduğu plazadaki bir hukuk bürosuna beklentimin çok üzerinde çalışma şartları ile geçiş yapmam, o hukuk bürosunun ortaklarından biriyle Starbucks'ta bir kahve içmem sonucunda gerçekleşmişti.

Aradan yıllar geçtikten sonra, geçen senenin sonlarında, hayatımın bundan sonraki kısmında avukatlık yapacağımdan oldukça eminken ve hatta uzun yıllar, o sırada çalıştığım hukuk bürosunda çalışmaya devam edeceğimi düşünürken, birkaç ay sonra bambaşka bir yoldaydım.

Sadece iş bakımından da değil, ne zaman "Hayatımda bir ilişki filan istemiyorum. Çok yoruldum." dediysem, karşıma  bütün beylik laflarımı bana yutturup ayaklarımı yerden kesecek bir adam çıktı ve kendimi, o güne kadar başkaları yaptığında eleştirdiğim şeyleri yaparken buldum.

Aynı şekilde, ne zaman hayatım hakkında çok şey bildiğimi, istediklerimi netleştirdiğimi düşündüysem ve kendime sayfalarca yıl yıl planlamalar yaptıysam, bir cafe'de, bir uçakta, bir sahilde tesadüfen ayaküstü sohbet ettiğim birisi bana yepyeni bir pencere açtı, yanıldığımı ve bir şeyleri gözden kaçırdığımı fark ettim.

"Ben avukatlık dışında başka iş yapmam." diye keskin bir çizgi çizmiş olsaydım, şu anda muhtemelen bir hukuk bürosunda çalışıyor, daha önceki dört sene boyunca yaptığım işleri biraz daha fazla yapıyor olacaktım. Şimdi çalıştığım işyerinde tanıdığım insanları tanımayacak, öğrendiklerimi öğrenmeyecek, kendimin bambaşka eksiklik ve yeteneklerini keşfetmeyecektim.

Bu yüzden ben bilmiyorum; değil beş sene sonra, bundan bir sene sonra hangi şehirde, ne iş yaparak, nasıl bir hayat süreceğimi... Keskin çizgiler koyarak, kendimi sınırlandırmak da istemiyorum.

Diğer yandan bugünkü ben ile bundan üç yıl sonraki benim hayattan aynı şeyleri bekliyor olup olmayacağımızı da bilemiyorum. Hatta aynı şeyi bekliyor olmanın, hiç gelişmemiş ve değişmemiş olmak anlamına geldiğini düşünüyorum.

En sevdiğim yazarlardan Murathan Mungan'ın bambaşka kitaplarından iki cümlesi de benim bu bakış açımı inanılmaz güzel özetliyor:

“Siz hayatı neden çamaşır makinesi programlamak gibi bir şey sanıyorsunuz ki?“

"Gelecekteki sen adına nasıl söz verebilirsin, o başka biri, şimdiki senin tanımadığı biri."

Bu nedenlerle, ben uzun vadeli ve detaylı planlar yapmaktan özenle kaçınıyorum. Diğer yandan da insanın hep bir amacı olması gerektiğine inanıyorum. Başkalarına komik ve önemsiz gelecek bir amaç bile olabilir; ama bir amacın olması enerji verir, sabah yataktan daha şevkli kalkmanı sağlar, somut bir ilerleme gördükçe de hayata karşı daha büyük bir tutku duyarsın, daha çok şey yapmak istersin.


Bu yüzden aslında gayet güzel bir hayatım varken -her şeyini kendi zevkime göre dekore ettiğim kendime ait evde yaşarken, bir işim varken ve para kazanırken, harika şekilde gezip tozup güzel zamanlar geçirirken, ailem ile ilişkilerim harikayken- her günüm, bir önceki günümle aynı olmasın diye kendi kendime #dahaiyiben projesi icat ettim.

Bundan ilham alıp, gaza gelip, ben tökezlerken, başlayıp başlayıp bırakırken, benim ortaya atıp verdiğim bir gaz ile benden iyi sonuçlar alıp, kendi olumlu gelişimini paylaşanlar oluyor, buna bayılıyorum. Diğer yandan, daha realist yaklaşıp, "Peki #dahaiyiben nasıl olacak?", "Kaç senelik bir planlama?", "Varmak istediğin nokta ne?" diye soranlar oluyor.

Farklı bakış açıları hep güzeldir ve düşünmeye sevk eder ya; bu sorular (eleştiriler de diyebiliriz) sonucunda ben de oturdum düşündüm. Yukarıda anlattığım sebeplerle, uzun vadeli net sınırlar çizmekten özenle kaçındım. Sonunda bu hafta aklımda bir şeyler netleşti ve vardığım sonuç şu oldu: Arınmak istiyorum. Fazla her şeyden arınmak. 

Her ne kadar geçen sene itibarıyla "Forever 29" doğum günlerimi başlattıysam ve bundan sonraki her sene "29. yaş" kutlaması yapacak olsam da :)), bu sene 10 Ekim'de resmen 30 yaşında olacağım. Hayatımda somut bir değişim yaratır mı emin olmasam da, sonuç olarak kağıt üzerinde bir dönüm noktası.

Bu tarihe kadar  (Önümüzde yaklaşık 15 hafta var) hedeflerim şöyle:

- Dolabımdaki kıyafetleri 50, çantaları 5, takıları 20 parçaya kadar düşürmek
- Evde varlığı beni mutlu etmeyen ve aslında her zaman yeniden alınabilir olmasına rağmen "Ya bir gün lazım olursa" diye sakladığım her şeyden kurtulmak. Eşya sayısını mümkün olduğunca azaltmak.
- Sürekli dergilerden koparttığım veya kağıtların üzerine notlar alarak oluşturduğum kağıt hazinesini ayıklamak, yapılacakları yapmak, blog yazısına dönüşecekleri yazmak, atılacakları atmak
- Her anın, her şeyin fotoğrafını çeken biri olarak bu fotoğrafları ayıklamak, arşivlemek, azaltmak
- Fotoğraf konusunda kendimi geliştirmek, Photoshop öğrenmek, iPhone yerine DSLR kameramı kullanmak
- Düzenli spor yaparak, 30 yaşıma şimdiye kadar sahip olduğum en iyi vücutla başlamak
- Saçma sapan beslenme alışkanlıklarımdan, yapay her türlü gıdadan ve şekerden arınmak
- İstanbul'da turist gibi yaşamak, aynı yerlerde aynı şeyleri yapmak yerine, keşfedebileceğim kadar çok şey keşfetmek
- Evdeki okumak istediğim kitapların tamamını okuyarak, hepsini hediye etmek veya satmak


"Bu hafta #dahaiyiben için neler yaptım?" raporuna gelirsek, uzun zamandır ilk defa evde bu kadar çok zaman geçirdim.

Mushaboom Dükkan'a yeni ürünler yükledim, evi toparlamaya başladım. Aylardır yaptığım seyahatlerden kalan ve henüz boşaltılmamış valizlerin hepsini boşalttım. (Bu ev arındırma süreçlerini başarıyla tamamladığımda detaylı olarak ayrıca bahsedeceğim. Ama süreci merak edenler, daha önce yazdığım "Yalnızca güzel anılar ve işlevsel eşyalarla dolu bir yatak odası" ve "Bekar Metropol Kadınına Küçük Evde Yaşama Rehberi-1 Mutfak" yazılarına göz atabilirler.) Daha önce nedense aldığım ve İstanbul'da veya Çeşme'de giymek için fazla transparan, fazla dekolteli, fazla iddialı olduğu için hiç giyemediğim ne kadar kıyafet varsa, hepsini dolabımın derinliklerinden çıkartıp, İbiza valizine konulmak üzere hazırladım.


İstanbul'da daha önce yapmadığım iki şey yaptım: Bir akşam Antalya'dan henüz şehrimize transfer olan bir arkadaşımla Boğaziçi'ne kaçak içki sokarak, harika manzaraya karşı derin sohbetler ettik. Cumartesi günü de sevgili Gülay'ın doğum günü vesilesiyle, burnumun dibinde ve hep aklımda olmasına rağmen, bir türlü fırsat bulamadığım bir şeyi yaparak, kızlarla Maçka Parkı'na pikniğe gittik. Üstelik de konsept belirledik ve herkes 50'liler havasında giyindi. Püfür püfür esintide, çok neşeli plastik kadehlerimizde salatalık votka kokteyllerimizi yudumlayarak, her zaman gittiğimiz yerlerde yapabileceğimizden çok daha keyifli bir doğum günü kutlaması yaptık.










50'liler havasında giyinmişken, elimizden akıllı telefonlarımızın düşmemesi; zeytinyağlı sarma yerken, Cucumber Basil Vodka Gimlet yudumlamak en sevdiğim ironiler!



Ve bu hafta da aksatmadan iki kere spora gittim ve canım çıkana kadar personel trainer'ıma koşulsuz itaat ettim. Kaytarmadım, pes etmedim. Yalan söyleyemem; hala "spor yapmadığımda kendimi eksik hissediyorum." aşamasına gelmedim. Hala işten çıkıp eve geldiğimde spora gitmek kesinlikle yapmak istediğim son şeylerden biri oluyor. Kilo vermedim veya incelmedim de. Diğer yandan, bundan üç hafta önce yapmakta inanılmaz zorlandığım hareketleri kolaylıkla yapabiliyor olmak ve antrenörümün bile gururla fotoğrafını çekmek isteyeceği kaslarımın oluşması gittikçe daha çok motive ediyor.


Bir de, herkesin motivasyonu farklı olabilir; ama ben spora gidiyorum diye evdeki tipi kaymış tshirtlar yerine gerçekten bayıldığım renk ve modellerdeki spor kıyafetleri giymenin beni motive ettiğini fark ettim. Aynı şekilde neşeli çorapların da...

Bu haftanın sağlıklı pratik tarifleri de, avokado ve mihaliç peynirli açık sandiviç ve muzlu smoothie.


Yumuşak bir avokadoyu ikiye kesip kabuğunun içinde dilimleyip sonra bir kaşık yardımı ile çıkartıyorsunuz. (Avokado dilimlenin en pratik yolu bu evet) Kızartmış olduğunuz ekmeklerin üzerine bu dilimleri yerleştiriyorsunuz. Salatalık filan soymak için olan soyma aparatları ile mihaliç peynirinden kesiyorsunuz. (Bu da annemin yöntemi, havalı peynir kesme aparatlarına ihtiyacınız yok, pazardan bile alabilirsiniz bu soyma aletlerini. Hatta annem, parmesan yerine makarnalara filan da mihaliç peyniri kullanıyor, çok yakışıyor.) Avokadoların üzerine, incecik peynirlerinizi koyduktan sonra, üzerinde zeytinyağı gezdiriyor ve kırmızı pul biber serpiyorsunuz. (Pul biber, çörek otu ve keten tohumu tozundan birini yaptığınız her şeye karıştırın, metabolizmanızı hızlandırın.) Kahvaltınız hazır!


Muzlu smoothie içinse, badem sütünü bir süre buzlukta bekletiyorsunuz. (Evde badem sütü yapmayı en kısa zamanda deneyeceğim, şimdilik Alpro kullanıyorum.) Bir muz, 100ml buz gibi badem sütü, keten tohumu tozu ve birkaç yemek kaşığı yulaf ezmesini blenderdan geçiriyorsunuz. Köpük köpük, lezzetli ve sağlıklı smoothie hazır!

Daha iyi kalın!


21 Haziran 2016

Yogitalar keşifte: Yeldeğirmeni

Yıl 2010... Hukuk fakültesinden mezun olmuş, bir süre dijital bir reklam ajansında çalıştıktan sonra, zorunlu avukatlık stajımı yapmaya başlamışım.

Legally Blonde'ler, Ally McBeal'lar izleyerek büyümüş bir kuşağın mensubu olarak, adliye stajım ile birlikte hayatımdaki en büyük hayal kırıklıklarından birini yaşıyorum. Şimdiki adliyelerin kullanışlılığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, o dönemlerde bu yeni "adalet sarayları (!)" açılmamış;  tuvaletine bile asla giremeyeceğiniz derme çatma binalardan oluşuyor İstanbul Adliyeleri. Dava dosyaları yerlerde, adliye binasının içindeki her şey havalı ve medeni olmaktan çok uzak...


Eşzamanlı Maslak'ta göz taramasıyla girilen bir plazadaki hukuk bürosunda da çalışıyorum. En azından plazanın altındaki Starbucks'tan kahve alıp havalı bir asansöre bindiğim ve topuklu ayakkabı giyebildiğim için hayalimdeki avukatlığa bir tık daha yakın.

Magazin dergilerinden tanıdığım mirasyedi bir aile müvekkilimiz, varları yokları icra yolu ile satılıyor. Sevimsiz süreçler ve bolca angarya içerdiğinden, tabii ki biz stajyerler koşturuyoruz bu işlere. Neyse ki satılanlar, içi kendisinden pahalı tablolarla dolu yalılar, Bodrum'da yazlık evler de, bu vesileyle Boğaz havası soluyor, adliyedeki işlerim bitince Bodrum'da bir iki saat denize girip güneşleniyorum filan. Haliyle genellikle ofis dışındayım.


Bir gün ofise dönüyorum, yeni işe başlayanlar olduğu için güncellenmiş bir telefon listesi var masamda. Listede acayip bir isim gözüme çarpıyor. "Bender de kim ya?" diye soruyorum ortaya. Aynı odayı paylaştığım, üstelik selam sabahım olan birisi "Benim." diyor. Potlar kraliçesi ben! :)

Ankara'dan İstanbul'a yeni taşınmış, arkadaşlarının çoğunu geride bırakmış, o yüzden sanırım bu efsane potuma rağmen, "Benimle yogaya gelir misin?" teklifimi hemen kabul ediyor. Birlikte iş çıkışları Cihangir Yoga'ya, sonra da o yıllardaki erkek arkadaşımın işlettiği Sıraselviler'deki otele gidiyoruz.

Derken benim vasıtamla tanıştığı, aynı zamanda benim o zamanki erkek arkadaşımın yakın arkadaşı bir adamla büyük aşk yaşamaya başlıyor. Bu vesileyle biz her gün ofiste, çıkışta yogada, oradan çıkışta da İstanbul'un çeşitli bar ve restoranlarında birlikte çok vakit geçirmeye başlıyoruz. Birbirimizin "yogitası" oluyoruz. (evet, "yogi"nin sevimlisi, bize özeli)

Sonra mı?
O adam, onun hayatının birkaç senesinin tam anlamıyla içine sıçtı; benim erkek arkadaşlarım değişti yogayı da bıraktık; ama birbirimizin "yogita"sı olmaktan hiç vazgeçmedik.

Senelerce, birbirimizin çok mutlu, çok aşık, çok başarılı, çok ışıldayan hallerine de, en dipte, en rezil, en depresyonda anlarına da eşlik ettik. Aslında birbirimizden çok farklı olduğumuzdan, birbirimize çok kızdığımız bir sürü an oldu.

O tam bir Alman, disiplinli, planlı; ben tam bir spontane "bakarız", "yaparız"cı. O birine takılır kalır, benim gönlüm leyla. Ona ihtiyacın olduğu saniye ulaşabilirsin; bana ulaşmayı başardığında acil durum ortadan kalkmıştır. Birbirimize hep takılıyoruz: "İkimiz de o kadar farklı uçlarız ki; ikimizi birleştirip, ikiye bölseler ideal kadınlar olacağız."



Bütün bu farklılıkların arasında, ikimizin bayıldığı bir şey var: Keşfetmek. Yenileri kovalamak, daha önce gitmediğimiz bir yerlere gitmek, tatmadığımız bir şeyler tatmak. Birlikte yoganın peşine düştüğümüz günden bu güne kadar, çok olağanüstü bir şey çıkmadıkça, neredeyse de her hafta birlikte yeni bir şeyler deneyimledik.

Ne zamandır bütün bir günü birbirimize ayırıp "yogita day" yapmadığımızı fark ettiğimizde, "Hadi, dedik, zamanı geldi." O benim sabah uyanamayacağımdan eminken, onu oldukça şaşırtarak, cumartesi sabahı 8:00'de ayağa dikildim. Kadıköy İskelesi'nde buluştuk. İkimizin de habersiz biçimde bir örnek giyinmiş olmasına bayıldık.



YELDEĞİRMENİ


İstikametimizi önceden belirlemiştik: İşgal evinin ardından bir anda popülerleşmeye başlayan Yeldeğirmeni'ni keşfedecektik.

Yeldeğirmeni'nin Kadıköy'de olduğunu biliyorduk da, tam nerede olduğu bir türlü aklımızda canlanmıyordu. Eminönü İskelesi'nin üst kısmı olarak tarif edebilirim; yani Kadıköy'den Moda'nın tam aksi istikameti.


İstanbul'dan ayrılmadan kendinizi turist gibi hissetmek istiyorsanız, mutlaka yolunuzu düşürmelisiniz. Çünkü neredeyse her sokakta, her köşe başında sizi çok keyifli bir sürpriz bekliyor. "Aman bu sokakta bir şey yok, geri dönelim." dediğiniz anda arkanızdaki binanın üzerindeki duvar resmine hipnotize oluyorsunuz, bölgedeki her bir cafe'de oturup saatler geçirme arzusuna kapılıyorsunuz.









Yazı sonsuz uzunlukta olmasın diye, keşfettiğimiz mekanlardan ayrıca bahsedeceğim. Şimdilik şunu söyleyebilirim ki; uzun zamandır İstanbul'da hiç bir semtte sokaklarda gezmekten bu kadar keyif almamıştık. O yüzden, eğer tezatları seviyorsanız, hiç bir yerde oturmasanız veya tek bir kahve içmeye bile gitseniz, bütün sokaklarında yürümeyi sakın unutmayın!

Bir de İtalyan Apartmanı'nı atlamayın. Zaten bölgedeki en heybetli bina olarak sokaklarda gezinirken dikkatinizi çekecektir. Dışı oldukça harap durumda olan bu bina, zamanında Haydarpaşa Garı'nı inşaa etmek için gelen mühendisler tarafından kendilerine oturacak yer olması amacıyla inşaa edilmiş. Binanın altından, gara bir tünel bulunduğu da rivayetler arasında.

Kendi şehrinizde turist olmayı unutmadan kalın!

19 Haziran 2016

#dahaiyiben 1.hafta: alışveriş orucu, karidesli şehriye, ölüm pornosu, spor çabaları, deniz güneş cenneti

Evimde, dış kapımın tam karşısında kocaman bir ayna var. Nereden öğrendiğim hakkında hiçbir fikrim olmayan milyon bilgiden biri olarak, bunun feng-shui açısından hatalı olduğunu biliyorum. Sokak kapısının tam karşısında ayna olduğunda, eve giren bereketin aynen dışarı çıktığına inanıyorlar.

Gelgelelim küçük bir evde yaşadığım için çoğu zaman fonksiyonellik, inanışlarımdan daha öncelikli olmak zorunda. Kapının tam karşısındaki duvarı boydan boya kaplayan ayakkabı dolabının, dışının tamamen ayna ile kaplı olması, ferahlık sağlıyor ve ayrıca evden çıkmadan nasıl göründüğüm konusunda son kontrolleri yapmama yarayacak başka bir ayna koyabileceğim alanım yok. 


Ve o anda, kesinlikle bana en çok yakışan renklerden biri olduğunu düşündüğüm yeşil mini elbisemin altından görünen bacaklarım hafifçe bronzlaşmış ve parıl parıl parlarken, uzun zamandan sonra makul saatlerde uykuya kavuşmuş gözlerim şiş değilken, o evden en son çıktığım halime göre "daha iyi" göründüğüm şüphesiz. Bu yüzden feng-shui inanışlarımı pas geçebilirim. 

Cuma günü tam bir kaostu. Evim ile vize işlemlerini yaptığım Vfs ofisi arasını tam dört kere yürüdüm, sonra İkitelli'ye şirkete gittim ve akşam da havalimanının yolunu tutarak İzmir'e uçtum. 



Ancak günün son saatlerine, Teos Marina'daki efsane kokoreççide babam ve ilkokul arkadaşımla oturmuş, kokoreçleri mideye indirirken kendime geldim. O kadar absürd ve keyifli bir andı ki o! :)

Çünkü bir dönem çok moda olsa da, biz birbirimizi yıllar sonra facebook'tan filan bulmadık, çünkü birlikte okuma ve yazmayı öğrendiğimiz seneden itibaren, farklı ülkelerde ve şehirlerde yaşasak bile arkadaşlığımızın arasına hiçbir zaman mesafe sokmadık. Geride kalan 22 senede, birbirimizle çok şey paylaştık, çok harika anılar biriktirdik. 

Gelgelelim son bir ayda, kendi rekorumuzu da kırdık. Bundan birkaç hafta önce onun yaşadığı New York'ta Only Employees'de leziz ötesi kokteyller yuvarladık, haftanın başında İstanbul'da Sur Balık'ta harika bir deniz manzarasına karşı kavun, beyaz peynir, ahtapot, rakı ziyafeti yaptık. Ve cuma akşamı da Teos Marina'da oturmuş kokoreç yiyorduk. 


Babamın Teos'taki evi benim için bir şarj olma alanı. Sessizlik içinde, harika bir deniz kıyısında, tamamen doğal besinler tüketilen, saatlerce harika manzaraya karşı kitabımı okuyabildiğim bir terasa sahip bir cennet. Oradayken, hiç bir sorumluluğum hiç bir zorunluluğum yok. 



Bu haftasonu da, cumartesi gününü en eski arkadaşımla deniz kıyısında güneşlenip, yüzerek; pazar gününü de babamla Bademler Köyü'nde zeytinyağlı gözlemeler ile leziz bir kahvaltı edip yine kendimi deniz ve güneşe adayarak geçirdim. 


Bunun doğal bir sonucu olarak, pazar günü kendi evime geldiğimde, kapıdan içeri girer girmez aynada gördüğüm gerçekten #dahaiyiben 'di. "Bunun ne kadarının tatil hilesi, ne kadarının listemdeki hedeflerden kaynaklanıyor?" sorusunun cevabını bulmak için eve gelir gelmez bir kahve demleyerek listemin başına oturdum. Dadadamm yüzleşme zamanı!

Hepsini tabii ki yapamamıştım. Bütün gün çalıştıktan ve haftasonunu evden uzakta geçirdikten sonra, doğal olarak listemdeki her şeyi yapmaya yetecek kadar zamanım kalmamıştı. Yine de başardıklarımdan notlar karşınızda, umarım bunlar arasından siz de işinize yarayacak bir şeyler bulabilirsiniz:

1) Spor Çabaları: It's never gets easier, you just get better


Yirmili yaşlarının son günlerini yaşayan ve bu güne kadar vücuduna çok da iyi bakmamış ve bolca sağlıksız şeyle doldurmuş, üstelik de masa başında işi olan bir ofis çalışanı olarak, bu senenin başında kabullendiğim şeylerden biri şuydu: Artık hayatımın bundan sonraki döneminde spor hayatımın düzenli bir parçası olmalıydı. 

"Ay ben spor salonu ortamlarını yapay buluyorum.", "Koşu bandında koşan insanların, kafesteki dönen aletin üstündeki hamsterlardan ne farkı var?" gibi repliklerimi bir kenara bırakmam gerekiyordu. Çünkü ne her sabah sahile inip koşacak zamanım vardı, ne de her haftasonu sahilde bisiklet sürmek veya arkadaşlarımla tenis oynamak gibi bir sosyal aktivite çevrem. 

İtiraf etmeliyim ki, senelerdir korkunç beslenip hiç spor yapmama rağmen, daha önce aktif biçimde spor yapmış olmamın ganimeti olan kas ve gergin bir tenin keyfini on sene kadar sürmüş, "Sezen gizli gizli spora mı gidiyorsun, nasıl bu kadar sıkısın?" diyenlere hep bel altı bir cevap verip muzip bir şekilde gülümseyerek yeteri kadar eğlenmiştim. Artık bu eski ganimetlerden faydalanma miladının sonlarına geldiğimin sinyallerini bacak aralarım ve kollarım vermeye başlamıştı. 

Manken değiliz, sürekli top model gibi ortalıkta dolanmak zorunda değiliz; ama insanın içinde kendini mutlu hissedeceği bir beden ölçüsünde olmasının da -ki kesinlikle sıfır beden de olmak zorunda değil, kıvrımlar güzeldir- oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. 

Spor salonuna yazılmanın spor yapmak anlamına gelmediğini ve hiç gitmesen de kredi kartından para çekilmesinin yeterli vicdan azabı yaratmadığını anladığımda, personal trainer ile çalışmaya başladım. Şiddetle de tavsiye ederim, geçen hafta eve geldiğimde, hep yorgun, uykusuz ve açtım. Yapmak istediğim son şey spora gitmekti. Her seferinde de antrenörümden "Huhuu antreman zamanı, hadi!" diye mesaj gelince, hemen spor çantamı kapıp evden fırladım. Hayatımda en çok itaat ettiğim adam sanırım kendisi. 

Ve geçen hafta aynen hedeflediğim gibi, iki kere canım çıkana kadar spor yaptım. Haftasonu denizde yüzmelerimi de bonus hanesine eklemekten gururluyum. :) 


Spora gitmeye hala üşeniyorum, üstelik o kadar yoruluyorum ki, sabah uyanmakta ve yataktan kalkmakta acayip zorlanıyorum (bu hafta bir kere işe bile geç kaldım!) ; ama yine de iki haftada bile, ufak bazı değişiklikler fark edebilmek ve bütün hafta boyunca çok şehvetli geceler geçirmişçesine sürekli hafif hafif kas ağrıları hissetmek güzel bir şey.

2) Kuşkonmazlı Karidesli Şehriye: Şehriyenin risottodan ne eksiği var canikom?


Sürekli dışarıda yemek yiyen, dışarıdan bir şeyler sipariş eden biri olarak, artık aynı şeyleri yemekten sıkılmam sonucunda mutfağa girmeye ve haftada en az iki kere evde yemek pişirmeye karar vermiştim. Bu hafta karides haftasıydı. Kinoalı karides ve kuşkonmazlı karidesli şehriye pişirdim.

İlkinin tarifini şuradan aldım, ikincisi ise okuduğum bazı tariflerin şehriyeli uyarlamasıydı; ki gerçekten oldukça lezzetli ve görsel açıdan havalı bir yemek oldu. 


Denemek isteyenler için tarifi şöyle:

Yarım yemek kaşığı tereyağını tencerede erittikten sonra, bir bardak şehriyeyi içine ekleyip bir iki dakika kavuruyorsunuz. Sonra buna keyfinize göre tuz (tabii ki sağlıklı olması için Himalaya versiyonundan) ve bir bardak su ekleyip, arada sırada karıştırarak ocağın üstünde bırakıyorsunuz.

O pişerken, kuşkonmazların üzerindeki dikenleri çıkartıp, saplarını biraz tıraşlıyorsunuz. Sebze soyacaklarını kullanın, çok pratik. Geniş bir tavaya bunları boylu boyunca yatırıp, üstünü biraz geçecek şekilde sıcak su ekliyorsunuz. Beş dakika kaynadıktan sonra, buzlu su doldurduğunuz bir kaseye alıyorsunuz ki diri kalsınlar ve renkleri solmasın. 

Kuşkonmazlar buzlu suda dinlenirken ve şehriyeniz pişerken de, bir tavada biraz zeytinyağı ve ince ince kesilmiş sarımsak ile ayıklanmış karideslerinizi pişiriyorsunuz. Ben kırmızı pul biberi de çok yakıştırıyorum buna. 

Şehriye piştikten sonra, kuş konmazları birkaç parçaya bölüp, karidesleri de ekleyip, kısık ateşte biraz çevirdikten sonra yemeğiniz servise hazır.

3) Ölüm Pornosu: It can only take a moment to waste the rest of your life


Haftada bir kitap okumaya karar verdim. Günde yaklaşık 50 sayfa yapar, işe gidiş geliş zamanımı daha iyi bir şekilde de sanırım değerlendiremem. Bu haftaki kitabım yer altı edebiyatından, Fight Club'ın yazarı olarak tanıdığımız Chuk Palahniuk'un Ölüm Pornosu isimli kitabıydı.

Zamanında yanlışlıkla hamile kalarak, doğurduğu çocuğu evlatlık olarak veren bir porno yıldızı, son bir film çekmeye karar verir. Bu filmde 300 adamla sevişerek, kendisini öldürecek ve böylelikle bir efsaneye imza atarken, kendisini hiç tanımayan çocuğunu büyük bir servet sahibi yapacaktır. 

Roman, bu filmin çekilmesi anında, bekleme salonunda içeri çağrılma sırasını bekleyen üç erkekin ve yıldızın asistanının hikayelerinden oluşuyor. Okumaya başladığım zaman, fiziki anlamda midem bulanmaya başladı, kitaba devam etmemeyi düşündüm, sonra merakım daha ağır bastı ve sonra da hiç fena bir kitap olmadığına karar vererek bitirdim.

Tavsiye etmek konusunda, her zamanki "mutlaka okumalısınız" gibi cümleler kuramayacağım. Çünkü çok sert, çok bel altı, iğrenç sayılabilecek detaylar içeriyor. Kitap bittiğinde benim aklıma Freud düştü: "Başkalarının fantazileri bize iğrenç gelir; başka birinin egosu bizi tiksindirir; peki nasıl oluyor da yazarın fantazilerinden ibaret olan edebi yapıtlar bu sorunu aşıyor?" İşte bu kitap bunu aşmıyor, arka kapağında yazdığı gibi "Düşüncesinden bile ürktüğünüz insani hallerle yüzleşmek istemiyorsanız Palahniuk sizin yazarınız değil."

(Ölüm Pornosu, Chuck Palahniuk, Ayrıntı Yayınları, 191 sayfa) 

4) Alışveriş Orucu - Have less, do more!


"Daha fazla ev düzenlemeye zaman ayıramıyorsam, dağınık bir evde de yaşamak istemiyorsam ne yapabilirim?" kafa patlatmalarım sonucunda ulaştığım cevap şu oldu: Çok daha az eşyaya sahip olmak!

İşte alışveriş orucu kararımın arkasında da bu yatıyor. Evimin her köşesinde gerçekten çok sayıda kıyafet var. Bir gün kaç parça kıyafete sahibim diye saymaya başladım, dolabın sadece küçük bir kenarında 400lü sayılara ulaşınca yoruldum, gözüm korktu, vazgeçtim.

Artık her hafta, bir önceki hafta giydiklerimden 7 parçayı Mushaboom Dükkan üzerinden satışa çıkaracağım. Böylece hem insanlar gerçekten çok uygun fiyatlara benim dünyanın dört bir yanındaki mağazalardan topladığım gıcır gıcır kıyafetlere kavuşacak, hem de ben arınmış olacağım.

Aynı şeyi kitaplar için de yapmayı planlıyorum, kitap satmadan yeni kitap almak yok. Nasıl olsa ev okunmayı bekleyen daha onlarca kitap ile dolu.

Hedefim 1 sene içinde dolabımdaki parça sayısını 50'nin altına düşürmek. Ve kütüphanemi dolduran, dekor dışında hiç bir işe yaramayan kitapların daha fazla okunmasını sağlamak.

Bu hafta planladığım kadar parça yükleyememiş olsam da, babama aldığım hediyeyi saymazsak, hiç alışveriş yapmadım. Tabii ki uçak bileti gibi kıyafet ve kitap dışında şeyler almayı -şimdilik- alışverişten saymıyoruz. Her şey yavaş yavaş. :))

Şimdi benim için bu haftanın listesini oluşturma zamanı.
Daha iyi olmak için çabalayarak kalın!

16 Haziran 2016

Romantik Egoist, Bekar Yaşam Kılavuzu, Romantik Meksikalı Los Altos

Ben yarın yine yollara düşüyorum. Tenimi artık güneşle ve denizle buluşturmamın, deniz kıyısında kabak çiçeği dolmaları eşliğinde buz gibi biralar yudumlamamın, mis kokulu aftersun kremlere bulanıp akşamüstü uykuları uyumamın, kıpkırmızı bir burunla, mini eteklerden iyi görünecek bir ten rengi ile kavuşmamın zamanı geldi. Gitmeden de size bir kaç harika tavsiye bırakıyorum:

Okuyun: Romantik Egoist - Frederic Beigbeder


(Doğan Kitap, 288 sayfa)

"İşin içinde bir kaygı, bir sihir, bir büyü olması gerekiyor, yoksa seks jimnastikten ibaret oluyor. Bu kuşkusuz, neden o kadar içtiğimizi de açıklıyor. İnsanın kalbi çarpmıyorsa, en azından başı dönmeli."


Frederic Beigbeder, hayatıma bundan yıllar önce İstanbul Film Festivali'nde izlediğim 99 Francs filmi ile girdi. Şimdi izlesem öylesine bir tutku besler miyim bilmiyorum, ama bundan on sene önce beni inanılmaz etkilemiş ve yıllarca en sevdiğim ilk üç film arasında kalmıştı.

Bu filmin uyarlandığı kitabın yazarı Frederic Beigbeder'di ve yıllar sonra yine karşıma "Romantik Egoist" gibi harika isimli bir roman ile çıktı.

Bu roman, "İnsanlar hayatıma Plaza Athenee Oteli'nin döner kapısından geçer gibi girip çıkıyor." diyen, bütün hayatını seyahat ederek ve havalı partilere katılarak geçiren bir yazarın günlüğü. Entellektüel atıflarla, modern zaman yaşamının hem harika bir eleştirisi, hem de harika bir güzellemesi.

Kah duygusuz bir çapkın olup, birlikte olduğu kadının hamile kalmasından, "Kürtajın üç hafta içinde yapılması öngörülüyor. Ne kadar karışık bir durum. Tam da göğüsleri büyümüşken benden nefret etmeye başlıyor: bundan faydalanamayacağım bile. Memelerinin ve nefretinin hacmi eş zamanlı olarak üçe katlandı." diye bahsediyor, kah aşık oluyor: "Elimi sıktı. Kolumu sıktı. Dirseğimi, pazımı, omzumu, çenemi sıktı. Ağzı gelip ağzıma kondu. Kör, sağır, dilsiz oldum. Bu an için doğmuştum."

Çok basit ve eğlenceli bir dille, harika gözlemlerle dolu bir günlük bu. Kendi günlüğünün temel konusunu "dünyanın diskotekleşmesi" olarak tanımlıyor.

Her gün yazdıkları birbirinden bağlantısız olduğu için, harika bir İstanbul içi yol kitabı. İşe giderken serviste, toplu taşımada, taksinin arka koltuğunda açın bir kaç sayfa okuyun, keyiflenin.


Kitaptan çok sevdiğim cümleler:

Aşk şuna benziyor: İnsanın birini elinden kaçırırsa hayatını elden kaçıracağını hissetmesine.

Bütün aşk girişimlerim ya çok erken ya da çok geç oluyor. Çünkü ben "seni seviyorum" lafını sadece baştan çıkarmak ya da karşı tarafın içini rahatlatmak için söylüyorum.

Dünya gözüme çok bir örnek görünüyor, çünkü havalimanlarından ve diskoteklerden başka hiçbir yere uğramıyorum. Dünyanın her yerinde fonda aynı şarkı var. Küreselleşme ilk başta müzik kanalıyla gerçekleşiyor. Dünya bir dans pisti haline geldi. Bu günlük, yeni bir olgudan bahsediyor: dünyanın diskotekleşmesi.

Kadınlar sevgililerini kocaya dönüştürmek istiyorlar. Erkekler daha iyi değiller: Onlar da metreslerini ev kadınına, dişi kaplanları anneye dönüştürüyorlar. Aşk acısı çekme korkusundan kadınlar da erkekler de farkına varmaksızın, aşk acısını can sıkıntısına tahvil etmeye çalışıyorlar.

Bir türlü tanımlayamadığım son derece bulanık bir şey istiyorum: özgür bir hayat.

Dışarı belamı aramaya çıkıyorum, çünkü evimde fazlasıyla huzur var.

Küreselleşmiş düzende seyahatler muhteşem geçiyor; tabii ki avro sıçmak ve tamamen yüzeysel olmak koşuluyla. Dünyayı dolaşıyorum; ama hiçbir şey görmüyorum, çünkü görecek hiçbir şey yok. Bütün ülkeler benim ülkem gibi. Aynısından tıpkısına uçuyorum. İnsanlar aynı mağazalara gitmek için aynı giyisileri giyiyorlar. Bu tektipliğin tek olumlu sonucu: moda olan her şey elimin altında ve gitmek kalmakla aynı kapıya çıktığına göre, gitmek daha iyi.

Bugün dünyanın bana sunduklarını saydım. Öyle fazla bir şey yoktu. Ama dünya bana yetiyordu.


İzleyin: How To Be Single 


Özellikle bekar bir kadınsanız, mutlaka ve mutlaka izlemeniz gereken filmlerden. Çünkü kendinizden mutlaka bir şeyler bulacaksınız ve çok eğleneceksiniz.

"Uzun yaşayıp geç evleniyoruz ve partiler bitmeden çok erken ayrılıyoruz. Peki neden anlattığımız bütün hikayeler ilişkilerimizle ilgili?" diye sorarak başlıyor; "Bekar olduğumuz zamanlar, yalnız kalmanın bazen güzel olduğunu anlamamız için iyidir. Ama yalnızlığın ne kadar güzel olmasını istiyoruz? Eğer bekar olmak çok güzel olmaya başlarsa tehlikeli olmaz mı? Çok yalnız olmaya alıştığında harika birisiyle olma fırsatını kaçırmaz mısın?" diye bitiyor.

Filmi izlerken snapchatten paylaştığım ve herkesin "Bu film ne?" diye sorduğu sahne bile filmi izlemek için yeterli bir sebep.


Evde yalnız olduğunuz, canınızın sıkıldığı, yapacak bir şey bulamadığınız bir akşam, sevdiğiniz bir içecek hazırlayıp karşınıza oturun. Çok iyi gelecek.


Gidin: Los Altos 


Galatasaray Lisesi'nin arasından inen yokuşun üzerinde, bir apartmanın teras katı. Boylu boyunca deniz manzarası, açık havada eğlenceli aksesuarlarla dolu bir bar. Henüz herkes tarafından keşfedilmemiş, fiyat - kalite oranı son zamanlarda gittiğim her yerden çok tutarlı, oldukça keyifli bir mekan.




Güneşin batışını leziz kokteylinizi yudumlarken izleyin. Hava karardıktan sonra, arka fonda canlı olarak "Sakın gelme hazır değilim. Deliyim kaç gündür, lodosum tuttu poyrazım soğuk." çalarken gayet lezzetli Meksika yemeklerini mideye indirin.



Tatil planları yapın, yazın hayalini kurun, İstanbul'un tadını çıkartın.
Keyifle ve keşfederek kalın!

Pinterest'im

Instagram'ım