30 Kasım 2010

Hayat Karnem: Evden çaktım, Aşk'tan yırttım!

Yapboz, puzzle gibi bazı kadınların hayatları. Parçalar bir bütüne tamamlanıyor elbet, ama parçalı kalma hali hiç değişmiyor. Bazen kendimi aynı anda havada sekiz top çevirmeye çalışan bir akrobat gibi hissediyorum. Öyle zamanlar oluyor ki, toplar uyum içinde dönüyor, muazzam bir dengede, ahenkle."Vay be" diyorum kendi kendime, "aynı anda ne çok iş yapabiliyorum." Öyle zamanlar oluyor ki, bütün toplar sözleşmiş gibi çıkıyor yörüngeden, hepsi paldır küldür kafama iniyor. Hiçbir şey beceremiyorum. Hiçbir şeyi tam yapamıyorum.

Yukarıdaki paragraf Elif Şafak'ın son kitabı Firarperest'ten...
Bu satırları okurken "Aaa evet ben bu kadınlardanım işte!" dedim. Hani bazen "Ben bir şeyleri yanlış yapıyorum galiba." diye düşünmeye başlarsınız, yalnız hissedersiniz kendinizi, sonra birisi gelir aynı şeyden yakınır, çok mutlu olursunuz. Sizden başka birinin daha problemli olmamasından kıskanç bir haz almakla alakası yoktur bunun, yaşadığınızı paylaşan birini daha keşfetmiş olmaktan kaynaklanan rahatlamadır.


Oturdum kendi kendime notlar verdim:
Yazı yazmaya ve kitap okumaya zaman ayırma: Zayıf!
Bu zaten bloga yazı yazma seyrekliğimden, katkıda bulunduğum dergilere aylardır tek bir yazı çiziktirmemiş olmamdan ve evde okunmak üzere yığılan kitaplardan bariz belli.

Kişisel Bakım: Orta!
Cilt bakımı haftalardır to-do-listlerde sürünüyor. Ama neyse ki bu aralar uyuma-uyanma saatlerim düzene girdi. Bir de Brezilya Fönü sağolsun saçım başım şekilli geziyorum.

Gezme Tozma: Çok iyi!
Ben iyice tembelleştim, evcilleştim de, Aşk ve özlenen arkadaşlar sayesinde olup bitenlerden, konserlerden, partilerden geri kalmıyorum.

Kariyersel Çalışmalar: Zayıf + Pekiyi /2 = Orta!
Hala ALES, IELTS vs vs gibi girmem gereken bir sürü sınav konusunda kalem oynatmıyorum; ama ofis işlerinde gerçekten aşırı bir efor sarfederek çalışıyorum. O yüzden ikisini bir sayınca orta puan veriyorum kendime.

Ev İşleri: Zayıf!
Hala evin bir sürü eksiği var, hala mutfakta leziz yemekler pişiremiyorum. Ama en azından şimdilik her gün evde bozulan yeni bir şeyle mücadele etme konusunda o kadar fena sayılmam. Düşme yapan sokak kapısı, bozulan sifon, su damlatan su ısıtıcı... Bir ay önce aldığım çiçeklerin hala yaşıyor olmasını bile kendimce bir başarı olarak görüyorum. Gelgelelim bir aydır hala kolilerdeki kıyafetlerimi tamamen boşaltmayı başaramadığım için ve evim şu anda temiz sayılamayacağı için bu konuda da sınıfta kaldım.

Çok koşturup, çok yorulup yine de hiçbir şeye tam olarak yetişemediğim günler geçiriyorum. Sanırım tek boyutlu bir hayat yaşamayı kabul etmediğim veya da muhteşem zaman planlaması yapmayı beceremediğim sürece bu hep böyle devam edecek ve "Vay be nelere yetişiyorum!" ile "Kendimi çok yetersiz hissediyorum." uçları arasında savrulmaya devam edeceğim.


Bu günlerde hayatımda gerçekten içime sinen şey: Yaşıyor olduğum ilişki.
Şimdiye kadar ben hep hayatımdaki ilişkileri yük olarak görmüştüm, omzuma yükledikleri sorumluluk duygusu yüzünden afakanlar geçirmiştim. Hayatımda bir şeyler yayından çıkar çıkmaz, ilk kurban ettiğim şey yaşadığım ilişki olurdu. "Bu aralar hayatım çok yoğun bir de buna ayıracak zamanım ve enerjim yok." der alır başımı giderdim. Veya sadece haftada bir-iki birlikte gezip tozmakla sınırlı görüşülen ilişkilere indirgerdim.

Şimdi her şey çok başka. Bunda biraz benim hayatımın daha düzenli hale gelmesinin, hayatımın 'çılgın üniversite öğrencisi' sayfasını kapatıp, 'sıkıcı olmayan ama sorumluluk sahibi yetişkin' sayfasına atlamış olmamın da, artık bazı şeylere doymuş bulunmamın da etkisi var elbette. Yine de her şey "Aşk" sayesinde. Öyle bir adam ki... Resmen sevgili olmak için yaratılmış. Ben bu bölünmüşlüklerim arasında bazen yorgun, aksi, bazen üzgün olduğum zamanlarda asla ekstra bir yük yüklemiyor omuzuma, sorgusuz tutuyor o yükün bir ucundan. Ucundan tutamayacağı bir yükse, onun altında ezilmiş olan beni tutup çekiyor oradan, gülümsetiyor, gaza getiriyor.

Elif Şafak'ın kitabı mı çıkıyor, hemen akşam bir hediye paketi içinde geliyor kitabım. Ben ona sevdiği çikolatadan bir paket alıp mutfak çekmecesine koyup, "Sonunda ben de böyle jestleri akıl edebilenbir sevgili oldum." sanırken, o pat benim sevebileceğim iki şişe beyaz şarap ile geliyor kapıma. Ki bunlar son 48 saat içinde olanlar sadece. Daha neler neler var...

Bir ilişkinin yük değil, paylaşmak olduğunu bana "Aşk" gerçekten gösterdi.
Bir adamla çok vakit geçirdikçe sıkılmak bir yana, daha çok vakit geçirmeyi isteyebileceğimi ben onunla öğrendim.
Durup bakınca kısa sayılabilecek bir süre içinde o kadar çok şey paylaştık ve yaşadık ki...
Hayatımda hiçbir şeye yetemediğim için kendimi kötü hissettiğimde hep o öpücükler bana daha iyisini yapmayı deneme gücünü verdi, kendiliğinden gelen melankolilerimde hep o güzel cümleler beni gülümsetti...

Ve bu "Aşk" bundan tam 4 ay önce hayatıma girdi.
Tesadüfen...
Üstelik de "Aşk tesadüfleri sever." diyen Müslüm Gürses'in de yeri var bu tesadüfler zincirinde.
Yine bir tesadüf:
Bizim dört ayı doldurduğumuz bu gece, aynı zamanda Aşk'ımm yepyeni bir yaşa başlıyor.
"İyi ki varsın, iyi ki hayatımdasın!" kelimeleri bile yetmiyor.
Seni çok seviyorum sevgilim,
Çok çok çok güzel bir yaş olacak biliyorum.

Aşk tesadüfleri seviyor, ben de seni! :)
(Bu sana bu yaşında yeter :)))) )

Yazıdaki ilk foto: Yağız Yılmaz

28 Kasım 2010

Yedik, gezdik, yedik, güldük, yedik, yedik, yedik, geldik!

Bayram tatilini 'kafa tatili' ilan etmiş Adana'ya kaçmıştım. Son derece sakin kendi halimde günler geçiriyordum. Veeee "Aşk" her zamanki gibi yapacağını yaptı beni hem çook şaşırttı, hem de mutlu etti. Sino'yu da kapıp Adana'ya geldi. Üstelik bana hiç haber vermeden... Annemle alışveriş yapıyoruz, arkamdan biri sarılıyor, bir dönüyorum Aşk ve Sino! Bir kahve içene kadar şoku atlatamadım zaten! Annem bile "Deli bunlar" dedi.



Birlikte geçirdiğimiz günlerin sonunda, Sino telefonda "Nasılsın ne yapıyorsun?" diye soranlara, "Yiyorum yiyorum yiyorum sonra yine yiyorum" diye cevap veriyordu. Gerçekten de bütün planlarımız ve gezilerimiz yemek yemek üzerine oldu. Leziz bir tatil oldu. Adana- İskenderun- Antakya hattına gidecek olanlar için benden tavsiyeler geliyor:

Adana'da kebap yemek üstüne daha önce defalarca ahkam kestim zaten, onlar yazılar için buraya ve buraya göz atabilirsiniz. Hala Tarihi Kazancılar Kebapçısı (Turgut Özal'daki) ve 52 (Ziyapaşa'daki) benim favori kebapçılarım. Rakılarınızı da Adana usulü şalgam ile birlikte içmeyi deneyin tabii ki.

Balık severlerdenseniz, Adana'da her şeyini Ege'den getiren şahane bir de balıkçı var: Kumkapı Balıkçısı. Tatlıları da oldukça sıradışı ve leziz: Sıcak dondurma ve Haşhaş Tatlısı mutlaka denenmesi gereken lezzetlerden.

Adana'da yediklerimiz bize yetmedi ve başka lezzetler için Antakya yolları tuttuk. Sabah kahvaltımızı da yolda İskenderun'daki Petek Cafe'de yaptık. Haftasonları zeytin salatası ve yöresel peynirleriyle kahvaltısı çok meşhurmuş buranın.

Yukarıdaki fotoğraftaki yazı da geyik değil, son derece gerçek. Antakya Çarşısı'nda yürürken bir taytçının camında dikkatimizi çekti.






Antakya'nın çarşısını gezip, sokaklarda biraz dolandıktan sonra, Savon Hotel'e gittik. Malesef bayram sebebiyle çok yoğunlardı ve boş odaları yoktu.


Biz de oteli gezip, hediyelik eşya dükkanından yerel lezzetler ve hatıralık eşyalar almakla yetinip, önce Mozaik Müzesi'ne sonra da Hatay'a yemek yemeğe gittik.

Akşam yemeğimizi Hatay'da Hidro Otel'in Restoranında yedik. (Yazının başındaki fotoğraf oradan...) Tıka basa dolup, güneşin batışını künefe eşliğinde izledikten sonra, Hatay'ın meşhır ipekçilerini gezdik. Kendimize şallar aldık ve tekrar Adana'ya dönmek üzere yola çıktık.

Adana'da kapanışımızı da tarihi Kazancılar'da dansöz, fasıl ve rakı eşliğinde yaptıktan sonra İstanbul'a döndük. Bu adreslerin hepsini bir kenara not alın, o taraflara yolunuz düşerse hepsine uğrayın derim ben. Kebap, fındık lahmacun, küşleme, tahinli salata, pastırmalı humus, içli köfte, ciğer, çiğ köfte, sıkma, sarmısaklı köfte yemeden de dönmeyin.



Yediklerimizin tadı hala damağımızda, ama popomuzdaki kurtlar hala yerli yerinde tatil hevesimizi almamıza yetmedi bu gezi, aklımızda hala gitmek var...

O yüzden İstanbul'dan haftasonluk gidilebilecek mesafede mutlaka gidilmeli görülmeli diyebileceğiniz şehirler, bölgeler, oteller varsa tavsiyelerinizi benden esirgemeyiniz. :) Öpüyorum!

Dip Not: Boynumdaki mavi şal da Hatay ganimetlerimden biridir :))

Türkiye içindeki diğer seyahatlerim için buraya TIK TIK, yurtdışı maceralarım için buraya TIK TIK!

24 Kasım 2010

seviyooor, sevmiyoor... -um! (vol:2)

"Lady Gaga görünüşlü Bergen'i aradık, onu da bulunca tamamlandık."diyen İstanbul Arabesque Project'i çok sevdim ben. Dolmuş / servis şöförlerinden de olsa kulağımızın az çok aşina olduğu arabesk şarkıları rock hatta azıcık blues soundlarıyla birleştirmişler, acayip eğlenceli bir müzik yapıyorlar. Ben ardarda çok fazla parça dinleyince baydım, ama arada tek atımlık iyi oluyor.Bu yazıyı okurken bir sekme daha açın, myspace profillerinden yaptıkları müziği dinleyin, Fazıl Say'ı hepbirlikte sinirlendirelim!  :))

" Arabesk dinleyene bakılıyor, at hırsızı gibi adam bu, onun dinlediğini dinlemem ben, deniyor. Ortadoğu'dan gelen namelere karşı bir tavır bu. Medeniyetsizliğin sesi gibi geliyor insanlara, halbuki değil. Placebo 'Without you i'm nothing' deyince oluyor da, Emrah 'Sensiz Nefes Alamam' deyince olmuyor." diyor gruptan Barboros İnİstanbul'un yaptığı söyleşide.

***
Yollarda o kadar çok zaman geçiriyorum ki, dergisiz evden dışarı adım atmıyorum. Daha önceleri bayıla bayıla okuduğum dergilerin içlerinin bomboş hale gelmesine üzülürken, son iki aydır Aşk sayesinde gerçekten dolu dolu, ironi dolu keyifli bir dil kullanan dergim var: XOXO.

Özellikle Metin Gürsoy diye bir adam var, son zamanlarda okuduğum en sıkı yazıları yazıyor. Gayet basit şeylerden bahsediyor, ama bambaşka yaklaşıyor. Daha doğrusu derginin genel tarzı bu. Bütün dergiler hala diyet programları ve sağlıklı yaşam tavsiyeleri vermeye devam ederken, XOXO bu ay "Hayatınızı Kaybetmenin 6 Şık Yolu"nu vermiş bize. Seviyorum!

"Siz de sabah, öğle, akşam Vogue Paris sayfalarını yiyip, midenize tokluk hissi vermek için pamuk yutanlardan mısınız?"


***

Smile ADSL'den nefret ettim. Hani eskiden Türk Telekom tekeldi, rakibi yoktu, ADSL bağlatana / iptal ettirene kadar her gün en az 100 kere "Ya sabır!" çekmek olağan bir durumdu. Rekabet var artık, bu kadar rezalet bir hizmetle Smile ADSL nereye varmayı hedefliyor bilemiyorum.

Taşınmadan önceki evimde Smile ADSL kullanıyordum. Yeni evime telefon bağlatmayı düşünmediğim için internetimi iptal ettirmek istedim. Amanın! Bir kere çok saçma bir sistem kullanıyorlar. Yetkiliyle görüşmeden önce telefon numaranı ve hizmet numaranı tuşluyorsun banka usulü, ama bankadan farklı olarak telefonu açan yetkili sana aynı şeyleri yeniden soruyor. Ve bana sürekli olarak iptal yerine tarife değişikliği formu yolladıkları için aboneliğimi iptal edemiyorum. Utanmadan fatura kesmeye devam ediyorlar! Üstelik müşteri şikayetlerinin iletilebileceği tek bir mercii bile yok.

***

Bayram bahanesiyle tamamen dinlenme ve yeme üzerine bir tatil yapmış olmayı da çok sevdim. Kebap, fındık lahmacun, küşleme, tahinli salata, pastırmalı humus, içli köfte, ciğer, çiğ köfte, sıkma, sarmısaklı köfte....

Üstelik  Aşk ve Sino bana süpriz yaparak Adana'ya geldiler ve hepbirlikte Antakya'ya gittik. Buralardaki keşiflerimden en kısa zamanda bahsedeceğim.






 ***
Sürekli bir şeylerden bahsedeceğim diyip diyip blog yazmaya bir türlü fırsat bulamamaktan da rahatsızım.  Kendime söz verdim en az iki günde bir buradayım. :)

***
Yepyeni bir lezzet keşfettim. Cevizli çikolata ile kaplı incir. Nerede satılır bilmiyorum. Ama otobüs veya arabayla bir yere giderken mola yerlerinde gözünüze ilişirse mutlaka alın!

Bir de yıllar önce eve giren tek besin maddesi olan daha sonra bir türlü bulamaz olduğum Leader Ramen ile Migros'ta karşılaştım. Nasıl mutlu oldum! Evde beş dakikada hazırlanabilecek, ekmek arası olmayan lezzetli bir şey yemek isteyenler için benim şimdiye kadar bulduğum en ideal çözüm:
Mutfak ile çok haşır neşir olmayanlar, markete gittiğinde ne iyi ne kötü bir türlü karar veremeyenler için de keşfettiğim yeni iyileri paylaşayım: Tahsildaroğlu beyaz peyniri mutlaka tadın! Superfresh mantı da mantı açamayacak tembeller için gayet leziz bir seçenek. Özellikle de belinde bir havlu ile bunu size hazırlayan bir Aşk da buldunuz mu, ohh tadından yenmez!

***

Geçen seferki seviyorum - sevmiyorum yazımda "ciddi" ve "sıkıcı" kavramlarını karıştıranlara uyuz olduğumdan bahsetmiştim. Bu tiplerin bir diğer yansıması da "keyifli" ile "basit"i karıştıranlar. Bakıyorlar orada bir kadın var, eğleniyor, geziyor tozuyor, hayatını yaşıyor, basıveriyor "boş" damgasını. Ya diğer yaptığım şeyleri görmezden geliyorlar, ya da bunları gördükleri için kuduruyorlar. Ama böyle bir yolla üzerimden prim yapıp ilgi çekmeye çalışanlardan iğreniyorum.

Haldun Hürel bir söyleşisinde "Gençler hep yorgun... Nedenini anlamadığım bir şekilde sürekli yorgun ve halsizler. Heyecan yok, merak yok, bilgiye saldıran enerjik bir kuşak yok malesef." demiş. Yorgum ve bıkkın olmadığım için, zamansızlık benim için de çok büyük bir sorun olmasına rağmen hala hayatın keyfini sürebildiğim için üzülecek halim yok ya! Narsist yanımı bile seviyorum.

***


Oldukça uzun zaman önce ortaya çıkmış olmasına rağmen hala dergilerde karşıma çıktıkça içimi kıpırdatan, gözümü alan Lounge FM reklamına bayılıyorum.

Şu anda bu satırları okuyan kişi seni de seviyorum!

17 Kasım 2010

11'e 10 kala - Sex and Abu Dabi

Artık İstanbul'da öğrencilik dönemini arkamda bırakıp, iş hayatı, -en azından şimdilik- temelli bir ev derken daha yerleşik ve düzenli bir hayata geçtiğim için annem önüme çocukluk arşiv kolilerimi yığdı: "Ayıkla bunları, istediklerini al götür İstanbul'a, istemediklerini de atalım." dedi.

İki gündür bu kolilerin başından kalkamıyorum. Resmen geçmişe yolculuk yapıyorum, bundan altı sene önceki Sezen ile yeniden tanışıyorum.  Kolilerden çıkanların çoğunun artık hiçbir anlamı kalmamış, çöpten başka bir şey değiller.

Geçmişe yaptığım bu yolculuk beynime bir sürü düşünce ve soru işareti soktuktan ve ben neredeyse bu kağıt yığınının tamamını çöpe attıktan sonra, bugün aldığımız DVD'lerden birini seçip izlemeye başladık ailecek.


Tesadüfün böylesi, filmin en renkli karakteri de her şeyi biriktiren bir yaşlı adamdı. İstanbul'a taşınıp, hayatımı kolilerle arşivlemek yerine blog yazmaya başlamasaymışım ben de onunki gibi bir evde yaşıyor olacaktım herhalde.


Mithat Bey, karısı "Ya koleksiyonun ya ben" diye rest çektiğinde koleksiyonunu seçmiş gerçek bir koleksiyoncu. Ve bu koleksiyonu yüzünden yaşına rağmen, herkese karşı çetrefilli bir mücadele vermek zorunda kalıyor: Komşularına, belediyeye, ailesine... Evine sığmayan, biriktirmekten de bir türlü vazgeçemediği, hiçbir yere taşımasının da mümkün olmadığı koleksiyonunu satmayı aklından bile geçirmiyor: "Ben bunları satmak için biriktirmedim ki." diye açıklıyor bu durumu.

Aynı zamanda müthiş tatlı bir ihtiyar. "Çay içmem" diyen ama votkaya da yok demeyen... Yeğeni koleksiyondan bir votkayı açtığında "Koleksiyona konmaz o şimdi" dediğinde, "Ee, şimdi ne yapacağız?" diye soran yeğenine "İçeceğiz." cevabını veren bir adam!

Kapıcı gizliden koleksiyondan aşırdıklerı ile kendine bir hayat kuruyor ve Mithat Bey sonunda apartmanda eksilmiş koleksiyonu ile bir başına kalıyor. Finalde içi acıyor insanın. O kadar etkilendim ki yeterince içersem Hayal Kahvesi Bistro'da sıksık gördüğüm kapıcı rolündeki Necat İşler'den İstanbul Ansiklopedisi'nin 10 cildinin hesabını sorabilirim. :))

Film yavaş temposuna, pek çoğu oldukça sıradan karakterlerine rağmen gerçekten çok güzel, izleyiniz. 


11'e 10 Kala filmi fragmanı (10 to 11 movie trailer)
Yükleyen SinefilM. - Film ve TV kanalındaki diğer videolara göz atın


Sex and the City'nin dizi bölümlerinin her birini en az üç kere izlemişimdir. Benim için üniversite boyunca canımın sıkıldığı, bir şeye üzüldüğüm her an reçeten bir bölüm Sex and the City olmuştur. Komik espriler, güzel bir şehir, hoş kadınlar, muhteşem kıyafetler... Bir oturuşta iki bölüm bile fazla gelir bana, tek bölüm kıvamındadır. Sanırım bu yüzden sinema filmine dönüştükten sonra o kadar ilgimi çekmemeye başladı. Konusuz bir görsel show için iki saat çok uzun bir süre.

Yine de benim için Kurban Bayramı'ndan ziyade, "Film ve Kitap Bayramı"na dönüşen bu bayramda izlemek üzere aldığım DVD'lerden biri de Sex and the City 2 oldu. Kahvaltı keyfinin üzerine, sabah kahvesi içerken iyi gitti. Kıyafetler ve mekanlar çoğu zaman abartıya kaçmasına rağmen muhteşem! Carrie ile Big'in evine de aşık oldum.

Samantha'nın Abu Dabi'de, kendi kıyafetini yadırgayan adamların ortasında "Kondooom evet evet bu kondom! Ben seksi seviyorum. O-yee!" diye bağırış sahnesi ve Mr. Big'in Carrie'ye evli olduğunu ve sadakati hatırlatmayı tatsızlık çıkararak değil, hep gözünün önünde hatırlatıcı olacak bir koca siyah elmaslı yüzük ile hatırlatması çok iyiydi.

Kadın dergisi okumak gibi, keyifli zaman geçirmekten başka bir şey beklenmeden izlenmeli...

16 Kasım 2010

Türkan tek ve tek başına, bayram adetsiz..

Bugün bayram!
Annem nöbetçi olduğu için o sabahın köründe eczanenin yolunu tuttu, bize hiç bir bayram aksatmadan bayram ziyaretine gelen tek akrabamız olan amcam da yurt dışında. Babamı aradım sabah "Elini yaklaştır telefona öpücem" dedim, "Öptürmem valla, bana çok pahalıya patlıyor sonra." diye reddetti. :)) Bir tek anneannem ile bayramlaştım sabah, o da her ne kadar koca kazık olmuş olsam da bayram harçlığı verdi bana. Tek bir şartla, artık anne olacakmışım ben de, üstelik ikiz istiyormuş!!

Geçen bayramım Almanya'da geçtiğinden fark edememişim; ama "Aman da aman ne kadar kocaman olmuş"lardan bolca duyduğum, evin kızı olarak çikolata ikram ettiğim bayramlaşmalar bizim sülale için tarih olmuş.

Zaten artık benim büyümüş olduğumu fark etmiyor insanlar, çünkü gittikçe annemle o kadar benziyoruz ki, beni annem sanıyorlar. Geçen gün kuaförde "Aaa Brezilya fönü Alev Hanım'ı (annem) ne kadar gençleştirmiş!" dedi biri, iki gündür aramızdaki espri bu.

Yani bayram benim için deli gibi kitap okuma ve dinlenme fırsatından başka bir şey değil.

İlk yalayıp yuttuğum kitap Ayşe Kulin'in kaleminden Türkan Saylan'ı anlatan Tek ve Tek Başına Türkan oldu. Ayşe Kulin'in biyografiler konusundaki başarısının geneline bakıldığında bu o kadar başarılı bir eser sayılmaz malesef. Üstelik yazar benim en sevmediğim şeyi yapıp, kendi kaleminden kendini övüp durmuş kitabın iki veya üç yerinde. Koskoca Ayşe Kulin'in buna ihtiyacı olabilir mi? Ne gereği var?

Yine de hakkında şimdiye kadar yazılmış birçok kitap bulunan birinin biyografisini yazmanın zorluğu da göz önünde tutulursa tekrara olabilecek en az şekilde düşmüş, bilinmeyenleri ortaya koyabilen başarılı bir kitap.

Ben Türkan Saylan'ın kim olduğunu, cüzzamın kökünü kazıdığını, Çağdaş Yaşam Derneği'ni kurduğunu, Hindistan'da Gandi ödülü aldığını biliyordum bilmesine de, nedense bana hep arkasında onu çok desteklemiş bir aile ve koca varmış gibi geliyordu. Bu kitabı okuduğum zaman ne kadar yanıldığımı anladım. Bu kadın sadece cüzzamla, eğitim sistemiyle ve cehaletle savaşmamış; aynı zamanda baskıcı bir aileye ve kendisini sürekli mutfakta beceriksiz olmakla, eve yeteri kadar zaman ayıramamakla suçlayarak ev hanımı yapmaya çalışan kocalara karşı da mücadele vermiş.

İlham veren ve hareketi imrendiren bir hayat öyküsü.

Kitaptan bazı alıntılar:

" Ben gerçekten hayatım boyunca cinselliğimle algılanacağım diye hep korktum. Bu korkuyla dekolte ya da çok dar elbiseler giyemedim, fazla makyaj yapamadım, içimde kopan fırtınaları kimseye belli edemedim."

" Aşk ile dostluğu ayrı kutulara koymanın bir bedeli olacaktı elbet. Aşkı ve dostluğu bir türlü bir türlü birbirinin içinde eritemediğim için mi aşklarımı dostluklara, dostluklarımı aşklara dönüştüremedim ben?"

" İnsan tek! Bu yüzden evliliklerin çoğu bir cendere. Aşkın sihirli okunun büyüsü kısa bir süre sonra kaybolunca, insan kendi gibi düşünmeyen, dünyaya kendi açısından bakmayan, kendine hiç benzemeyen biriyle kalakalıyor, güya hayatı paylaşmak ama aslında sürekli dalaşmak üzere."

" Çocuklarım sayesinde ayaklarım yere bastı, romantizmden bir ölçüde sıyrıldım ve gerçeklerle ilişkim hiç kopmadı."

" Mutluluk kanımca vıcık vıcık bir muhabbet değil, hangi bağlamda olursa olsun, yaratmaktır."

" Yaşadığım coğrafyanın özelliğini biliyordum. Bu ülkede adil olanla haksızın, akil ile aptalın nasıl birbirinin içinde eriyerek tuhaf bir hüviyete büründüğünün de farkındaydım. Kızgınlığım, seyirci kaldığım, elimden bir şey gelmediği için sadece kendime. Anlatamadığım, aydınlatamadığım, öğretemediğim, dönüştüremediğim için! Yoksa kime ne için kızacağım? Korkuların, kinlerin ve cehaletin esiri olmuş insanlara kızamaz bir doktor."


Bayramınızı başka bir şehir veya ülkede tatil yaparak, evinizde dinlenerek, ailenize zaman ayırarak veya gerçek bayram adetlerini uygulayarak geçiriyor olabilirsiniz. Her ne yapıyorsanız yapın, iyi bayramlar diliyor, bayram hediyesi niyetine bir şarkı yolluyorum: Bebe - Tu silencio

Dip Not: Evet yazıdaki ilk fotoğraf benim fotoğrafım, ben 7 yaşında minik bir zilliyken! :)

13 Kasım 2010

milli istirahatimin 1. günü

Üniversiteyi aileden ayrı bir şehirde okumanın bir gereklilik olduğuna inananlardanım ben. Ancak böyle olduğu zaman üniversite sadece mesleki bir eğitim olmaktan çıkıp, aynı zamanda bir hayat eğitimine dönüyor. Tek başına yaşamayı öğreniyorsun, başında ders çalış eve şu saatte gel diyen biri olmadan üniversiteden mezun olabilme çabası veriyorsun, en değerli varlığın olan özgürlüğü ilk defa gerçekten keşfediyorsun, tek başına kaldığın olumsuz anlar oluyor, benim gibi o ana kadar yediğin önünde yemediğin arkanda bir hayat yaşamışsan parasız veya aç kalma ihtimalleriyle ilk defa burun buruna geliyorsun, elektriğinin, suyunun, doğal gazının kesilmesinin ne demek olduğunu öğreniyorsun... Bu dönemde yalnız yaşarken keşfedip daha sonra work&travel ile pekiştirdiğim bir şey de sefaletin eğer geçici ise çok eğlenceli olabileceğidir mesela.

Artık babam benimle aynı şehirde yaşasa da, ben öğrencilikten "düzenli hayatı olan bekar" statüsüne terfi etme aşaması içinde olsam da, annemin evine yaptığım kaçamaklar bana hala çok iyi geliyor. Ne olursa olsun anne evimdeki lüksü, temizliği ve konforu kendi evimde yakalayamıyorum.

Kendimi gerçekten yorgun ve yetersiz hissettiğim bir periyodun arkasından gelen bayram tatili
benim için anne evinde müthiş bir şarj olma fırsatına dönüştü. Herkes benim yorgun ve zayıflamış olduğum konularında hemfikirdi. Haşim Abim beni havalanından aldı, annem kendisine yaptırıp inanılmaz memnun kaldığı Brezilya Fönü için bana da randevu aldı -dört gün sürecek bu işlemden bittikten sonra bahsedeceğim-, İnsaf Ablam bana hemen sıkma ve sarımsaklı köfte hazırladı, kardeşim muhteşem esprilerle kahkahalar attırdı...

"Sıkma nedir?" diye soracaklar için geliyor aşağıdaki fotoğraf. Adana'da gözlemeden daha yaygın bir hamur işidir. Benim favorim patateslisidir. Gözleme gibi katlanmaz da sigara böreği gibi sarılır ve taze taze sıcacık yenir. Nedense İstanbul'da hala bilinmiyor. Belki de gözlemeler artık pek çok yerde hazır yufkayla yapıldığı ve sıkmanın hazır yufkayla yapılması mümkün olamayacağı içindir kimbilir.


Bir de bu gün babamın yıllardır kullanmadığı bürosuna gittik. Büro bizim için uzun bir süredir depoya dönüşmüştü. Yayla evimiz satılmadan önce boşaltılırken mobilya haricindeki bütün hatıralık eşyalar da büroya yığılmıştı. Bugün o kolileri açtık. Neler neler! Benim gibi eski eşya meraklısı için tam bir define! Babaannemin eski Hayat Mecmuaları, Adnan Menderes'in idam edildiği günün Hürriyet Gazetesi, babamın tespih, annemin eski anahtar koleksiyonu, benim ortaokul ve lise yıllarına ait günlüklerim, oyuncakçı olan dedemin bana özel yaptığı bir bebek, kardeşimin üzerinden inmediği plastik traktör, benim Cin Ali serisi kitaplarım, babamın zamanında elle çizdiği projeler, annemle babamın yıllıkları, binlerce fotoğraf ve mektup...




















Özellikle dedemin garajının muhasebe ve hukuki belgelerini sakladığı valizler aklımızı başımızdan aldı.
O eşyaları atılacaklar ve kalacaklar diye ayıklarken, bazı oyuncakları vermeye kıyamayıp kendi çocuklarımız için saklamamız, 1940'lı yıllarda çıkartılmış vekaletnameleri ve çalışan haklarını düzenleyen sözleşmeleri bir gün kendi hukuk bürom olursa çerçeveletip duvara asmak için ayırmam, farkında olmadığım bazı gizli gelecek isteklerimin aynası oldu.

Sonra da kapının önüne koyduğumuz eşyalarla geyik pozlar verip eğlendik. Ben bilgisyar ekranı ve döküntü bir valizle evsiz kadın, kardeşim omzundaki kaset çalarla repçi pozları verdi:


Brezilya fönümün ikinci gün işlemi için kuaföre gittikten sonra, Beymen Cafe'de bir yorgunluk kahvesi içtim ve şimdi evde İnsaf Ablamın leziz sıkmalarını mideye indirerek bu satırları yazıyorum. Az sonra bürodan ayıklamak üzere getirdiğim defter, fotoğraf ve mektup dolu kolilerden ilkinin başına oturacağım. Benim gibi ikinci el kıyafet, kitap, eşya hastası için üstelik de bizzat benim veya ailemin eskilerinin kıymeti tarifsiz...

11 Kasım 2010

Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor...


Geçtiğimiz hafta benim için son zamanlardaki en zor haftalarımdan biri oldu. Kendimi daha önce hiç bu kadar yetersiz hissetmemiştim. Beş aydır benim elimi kolumu bağlayan adliye stajım yanma tehlikesi geçirdi, daha önce keyifle koştuduğum ofis işlerinin peşinde adliye adliye dolaşırken kendimi gerçekten çok yorgun hissettim, özene bezene uğraştığım ve yeni taşındığım evim ayıracak hiç zamanım olmadı, gardrobumu resetleme arzuma rağmen butikle hiç ilgilenemedim, özlediğim arkadaşlarımla buluşma planları yaptım yaptım son dakika acil durumları yüzünden hepsini ekmek zorunda kaldım, ruhsal iniş çıkışlarımı aşka fazlasıyla yansıttım, saçım başım dağınık dolandım durdum. Haliyle blog da bundan nasibini aldı, kısa kısa bütün hafta sevdiklerim ve sinir olduklarımla yeniden huzurlarınızdayım :))

10 Kasım'da bütün İstanbul'un saygı duruşu ile donmasını  SEVDİM  hatta buna bayıldım. Ben Bağlarbaşı'ndaki Üsküdar Adliyesi'ne gidiyordum, hemen yanındaki Academic Hospital'in bütün ekibi kapının önünde bir ambulansın önünde tiril tiril hazıroldaydı. Ambulans sireni ile birlikte bütün trafikteki arabalar durdu, sürücüler arabadan indi, bütün yayalar durdu. Gerçekten duygulandırıcı ve umut vericiydi. Taksim ve Boğaz Köprüsü'ndeki saygı duruşlarının muhteşemliğini de duydum sonradan.

"Ciddi" ve "sıkıcı" kavramlarını karıştıranlara UYUZ OLDUĞUMU bir kere daha fark ettim. Adliyede bir hakimi tam 1 saat 40 dakika boyunca koridordaki uyduruk sandalyelere oturmuş beklerken amaçsızca duvara ve gelip geçene bakarsan "ciddi", TimeOut okuyarak bekleme sürecini keyiflendirip verimli hale getirirsen "ciddiyetsiz" oluyorsun. Zamanımı zevksiz duvarları izleyerek geçirmeyi, ciddi olmak uğruna keyifle doldurabileceğim zamanı "boş"lukla çarçur etmeyi reddediyorum. 

Starbucks'ın yeni yıl şerefine yeniden kırmızı konseptine bürünüp, beyaz olanlara oranla çok daha neşeli konsept bardaklara geçmesini SEVDİM.


PETA'nın İstanbul'u "İstanbul 2010 Hayvanlara Zulüm Başkenti" seçmesine ve bunun için hazırladığı logoyu bütün uluslararası yazışmalarında kullanıyor olmasına ÜZÜLDÜM.


Her ne kadar düzenli gidememiş olsam da, Cihangir Yoga'dan aldığım ve dün sona eren başlangıç paketime, yogaya, daha doğrusu yogadan çıktıktan sonra hissettiğim o hisse BAYILDIM.

Aile Mahkemesi'ndeki stajım sebebiyle izlediğim duruşmalar boyunca gördüğüm güçsüz ve umutsuz kadınlara acısam mı sinirlensem mi karar veremedim. Adamdan şiddet görüp, adam tarafından aldatılıp, hatta bazen adam başka bir kadınla yaşamaya başladığı için terk edilip yine de adamdan "yuva yıkmak istemiyorum" diyerek boşanmayı reddeden kadınlara, "Ortada yuva kalmamış ki yıkılsın." diye haykırmamak için dudaklarımı ısırdım durdum.

Zor haftam boyunca beni neşelendirmek için elinden geleni yapan, cadolozluklarım karşısında bile dengeli ve makul tavrını koruyabilen, market alışverişi yapmak kadar sıradan şeyleri bile birlikteyken çok eğlenceli hale getirebildiğimiz "Aşk"a da tarifsiz bir kan kaynaması yaşadım!

9 günlük milli istirahat hepimize çok iyi gelecek biliyorum. Keyifle kalın!

Kurabiyeli yogalı resim: Those darn skinny yoga women (by pluckyantihero)

06 Kasım 2010

Dayıya limonata, ayıya minare :)

Hayatımda birbirinden alakasız şeylerin bir arada olmasını çok seviyorum. Mesela Beşiktaş'taki çiğköftecide son derece salaş ve lezzetli bir yemek yiyip, üzerine gidip Macrocenter'dan market alışverişi yapmayı veya yemeğimizi Citysde yiyip içkimizi içmeye Karaköy'deki Akın Balık'a gitmeyi...
Salaş, gösterişli, pahalı, sakil ayırt etmeksizin o an keyfimiz ne çekiyorsa onu yapmayı... "Ay ben oraya gitmem. Ay ben bunu yapmam." gibi önyargıların olmamasını...  Arkadaşlarım ve sevgilim de bu konuda benimle aynı fikirde olduğu için sürekli her telden bir şeyler keşfediyoruz ve buna bayılıyorum.

Bu aralar keşfettiğimiz mekanlardan biri de Limonata! Citys'in içinde en üst katta, Çapa'nın son yeri. Cahide'den sonra son derece sakin bir mekan; ama yine güzel bir dekorasyon, samimi bir ortam. Terası Beyoğlu teraslarının manzarası ile kıyaslanamayacak olsa da yine Nişantaşı için oldukça iyi bir boğaz manzarası sunuyor. Bana sorarsanız yemeğinizi CookShop'ta yiyip üzerine içkinizi içmeye Limonata'ya çıkmak en güzeli olur. Gitmişken de klasik içkilerden uzaklaşın ve biraz frapan bir şeyler deneyin. Aşk her zamanki gibi Lynchberg içti, ben de Tiramisu Martini istedim. Lynchberg kötüyken, tiramisu martini çok başarılıydı. Yüzümün yarısını kakaoya bulamamı burada pas geçiyorum :))


Bu hafta bir de Addresistanbul'un 5. yaş partisine gittik. Tam ev döşemekle uğraştığım bu günlerde uğraşıma da uyan konseptte bir parti oldu. Bora Uzer eğlenceliydi, şöyle bir göz attığımız mağazalarda her zamanki gibi kendine aşık eden tasarımlar vardı. Benim favorim hiç değişmiyor hep hep hep Dank! Oradan topladığım dekorasyon dergilerini de bütün hafta içi boyunca adliye yollarında okudum, Kartal ve Kadıköy yolculuklarımı şenlendirdiler. Şahane bulduğum şeyleri paylaşıyor olacağım elbette.

Hayat bu kadar toz pembe mi? Geziyor, tozuyor, eğleniyor, yiyor içiyor muyuz durmadan? Hayır tabii ki. İş bu hayatın en geniş kısmını kapsıyor, ama "işte olan her şey işte kalmalı" yüzünden o kısım burada bahsedilmiyor. Ama bu aralar adliye stajım ile ilgili gerçekten büyük bir tatsızlık yaşıyorum. Bu kesinlikle gizli tutmayacağım, bazı insanların otorite kullanarak ne kadar terbiyesizleşeceğini paylaşarak rahatlayacağım bir konu. Ve belli bir otorite karşısında çaresiz duruma düşmenin ve adeletsizliğin alasının adaleti sağlayacak kişi tarafından yapıldığını görmenin ne kadar kötü bir his olduğunu keşfediyorum. Ama büyüklerimiz ne demiş: "Köprüden geçene kadar ayıya dayı diyeceksin.". Şimdilik: Sevgiler dayıcım, sen bir tanesin. (!!)


Bir de hayatım boyunca Mahsun Kırmızıgül'e dair herhangi bir şeyi sabırsızlıkla bekleyebileceğim aklımın ucundan geçmezdi ama New York'ta Beş Minare'nin fragmanını izlediğimden beri 5 Kasım'ı sabırsızlıkla bekliyordum. Dün "Aşk" benim keyfimi yerine getirmek için bize bilet almış ve geldiği gün filmi izlemiş olduk. Hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biri değil, ama izlediğim en iyi Türk filmlerinden biri. Hatta son zamanlarda izlediğim pek çok Hollywood aksiyon filmine de on basar.

Bir kere filmin geçtiği camiiler, sokaklar çok güzel. İstanbul'un böyle filmlere boğaz manzarası dışında da ne kadar güzel ve farklı bir fon olabileceğini gösteriyor. İkinci olarak Müslüman - İslami terörist ayrımını güzel yapıyor ve İslamcı teröristler yüzünden Müslümanların karşılaştığı zorlukları ve önyargıyı çok güzel dile getiriyor.

Klişeler var mı bol bol, terörizmden girdi, kan davası olarak bitti  ve bazı replikler de çok içi boş propoganda. Ama Recep İvedik gibi filmlere bayıla bayıla giden bir toplum için bence film bütün bunlara rağmen çokçok iyi. Sırf Haluk Bilginer'in muhteşem oyunculuğu ve cemaat ile ülkücülerin gösterildiği sahneler için bile izlenir. 



 
Yükleyen Habershow. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler

Filmin sonunda trajedi dozu biraz abartılmış; ancak insanın canı gerçekten acıyor. Film yüzünden değil, gerçekten kan davalarının bu ülkenin hala bir gerçeği olması yüzünden... Bütün kendi derdimi tasamı unuttum filmden çıktığımda.

"and justice erol" demiş ki:
şu filmin yönetmeni mahsun kırmızıgül değil de ne bileyim fatih akın, çağan ırmak, derviş zaim vs. olsaydı ekşi sözlük sırf bu fragman* üzerinden sallanırdı muhtemelen. fakat bazı arkadaşlarda sadece yönetmeni mahsun diye şu fragman üzerinden bile basit, sığ bir aşağılama tavrı görüyorum. ve midemi bulandırıyor bu beyaz yakalı entelcan tavırlar.

02 Kasım 2010

Mutluluk Projesi


Mutluluk Projesi, aslında hayatında mutlu olmaması için hiçbir sebebi olmayan, kızları ve kocasıyla New York'ta yaşayan bir yazarın mutluluk hakkında kafa patlatmasının sonucunda ortaya çıkan bir kitap. Daha mutlu olmak için kararlar alıyor ve bu kararları büyük bir titizlikle uygulamaya geçiriyor. Kitabı okuduktan sonra, bir anda mutlu olmak için bütün ipuçlarına sahip olmuyorsunuz, ya da bütün hayatınız değişmiyor; ama kendi mutluluğunuz, tepkileriniz, gündelik alışkanlıklarınız ve düşünce biçiminiz hakkında kafa patlatmaya başlıyorsunuz ve kendi hayatınızı daha tatmin hale getirecek değişiklikleri yapmak için ilham alıyorsunuz.

Yazarın "Kararları aldım, tıkır tıkır uyguladım, bir anda muhteşem mutlu oldum" gibi ütopik bir yaklaşımı da yok. Uygulamakta ne kadar zorlandığını, daha mutlu olmadığını fark ettikçe hevesinin nasıl kaçtığını, tam istediği gibi davranmayı başardığı bazı anlarda nasıl yeniden eskiye döndüğünü büyük bir dürüstlükle anlatıyor.

"Kendimi hem değiştirmek istiyordum, hem de olduğum gibi kabul etmek. Kendimi hem daha az ciddiye almak istiyordum, hem de daha çok. Zamanımı iyi kullanmak istiyordum, ama bir yandan da dolaşmak, oynamak, canım istediği gibi okyabilmek istiyordum." cümlesinde resmen kendimi buldum. "Mutluluğun reçetesi" tarzı kitaplara genel olarak önyargılı olsam da, bu kitap tam zamanına denk gelerek sevgimi kazandı.

"Ciddi olmak kolay, neşeli olmak zordur." (G.k Chesterton)

"Aşk diye bir şey yoktur sadece aşkın kanıtları vardır." (Pierre Reverdy)

" Ya sadece tek bir defa ya da her gün. Bir şeyi bir defa yapmak heyecan vericidir. Ama diyelim ki günde iki defa veya neredeyse her gün yaparsanız heyecanı gider." (Andy Warhol)

" Başarının %80'i ortalıkta görünmektir." (Woody Allen)

" Yaşamda tek bir gün kalmak bile çok ama çok tehlikelidir." (Virginia Woolf) 

" Mutluluk ve hüzün daha iyiye ya da daha kötüye giden bir gidişat içinde yer alır; ne kadar yüksekte ya da alçakta olduğunuz fark etmez, çünkü buna değil, hangi yöne gittiğinize bağlıdır." (Samuel Butler) 

Bunlar gibi pek çok alıntının yanı sıra, yazarın deneye deneye kendi vardığı sonuçlar da yer alıyor kitapta:

" Kimi şeyleri başkası için yaparsan sonunda kendini o insanların sana müteşekkir olması, seni takdir etmesi gerektiğini düşünür halde bulursun. Ama kendin için yaparsan başkalarının belli şekillerde tepki vermesini beklemezsin."

" Bir dakika kuralı: 1 dakikadan kısa sürede yapılabilecek hiçbir işi erteleme."

" Mutluluğu getiren amaçlara ulaşmak değil, o amaçların peşinde koşma süreci yani gelişimdir."

" Sevdiğiniz ya da istediğiniz bir şey varsa birden fazlasıyla daha mutlu olacağınızı düşünme hatasına düşmeniz kolaydır."

" Bazı insanlar sırf mutlu olmak için çaba göstermeye üşendiği için mutsuzdur. Mutluluk, enerji ve disiplin ister. Ciddi olmak kolaydır. Düşünürler, bilim adamları, azizler ve şarlatanlar hepsi mutlu olmanın yollarını anlatır, ama mutlu olmak istemeyen insan için bunların hiçbiri işe yaramaz. Mutlu olduğunuza inanmıyorsanız mutlu değilsinizdir."



Yazar, bir senelik Mutluluk Projesi'ni tamamladığında, " Genel olarak ulaşmaya çalıştığım mükemmelliğe asla ulaşamamış, hatta çok uzağında kalmış olsam da, gösterdiğim çaba bu işe hiç girişmesem olabileceğimden çok daha iyi ve mutlu bir insan haline gelmemi sağladı." diyen Benjamin Franklin'e oldukça benzer ifade ediyor hissettiklerini ve yaşadıklarını.

Kitabın yazarı Gretchen Rubin'in blogu için: TIK TIK!



Foto 2: Kitabın kapağı
Foto 3:  Happy medicine by Overdose of dreams (deviantart)

Pinterest'im

Instagram'ım