25 Ağustos 2013

içtim başım dönüyor, sen hala dönmüyorsun, cezerye, kebap, cin tonik, bici bici, hoop tekar İstanbul!

Çizgiler, sınırlar, doğrular...
Çizgiden çıkmalar, sınırları keşfetmeler, "Kime göre ne doğru yahu?"lar...

Üniversite hayatım çizgisizdi. Nereye çekilirsem, rüzgar beni nereye savurursa oraya gidiyordum. Şuursuzdum, düşünmüyordum, endişelenmiyordum, hayatımın bir düzeni olmasını istemiyordum. Geceye Taksim'de başlayıp Ağva'da uyanabiliyor, süslenip püslenip Anjelique'te dans ederken, sabaha karşı kendimi rüzgardan yediğim tokatlarla dağılarak teknede bulabiliyor, sınav döneminde sıkılıp sınavları bırakıp İzmir'e gidebiliyordum. Gözümün önüne öyle sahneler geliyor ki, en bombası kesinlikle tek başıma Sırbistan'da bir karakolda sabahladığım gece, apayrı bir hikaye. Hiç pişman olmadım yaptıklarımdan, ama bir noktada çok yorulduğumu fark ettim.

Bir salto atıp çizgili hayata geçtim. Sorumluluklar aldım, daha olgun, daha bilinçli, etrafımdaki insanları, özellikle de ailemi meraklandırmadığım ve kızdırmadığım bir düzen kurdum. Yine de ev-iş arasında dönen bir rutinim hiç olmadı. Her günümün, bir öncekinden farklı olması için uğraştım. Meraklı oldum. Yeni şeyler keşfettim. Ama sınırlar içinde. Uslu uslu. Nispeten sakin. Sabah uyanıp da "Hassiktiiir!" denmeyen bir hayatım vardı artık.


Kimisi eski halimi pervasızlığımı özlemle andı, kimisi hem sorumluluklar hem keyif içeren hayatımı idol aldı. İkisinde de herkese birden yaranamadım özetle.

Geçtiğimiz hafta içinde bir akşam, bütün gün çalıştıktan sonra, koşa koşa ofisten çıktım. Yakalamam gereken bir uçak vardı. Köprü trafiği korkunçtu, Havataş'a Kadıköy'den bineyim dedim, hazır valizim de yok. Karşıya geçtim, saat 19:10, Havataş 5 dakika içinde hareket edecek, yetişmeme imkan yok. Bir zamanlar merak saldığım ve çok inandığım kuantum geldi aklıma. "Havataş kalkmadı, yetişeceğim." diyerek gittim. Trafik yüzünden Havataş henüz gelmemiş bile. Hatırladım, daha net olmak gerekiyordu: "Havataş otobüsü orada ve henüz kalkmadı." demeliydim. Neyse geldi, bindim, ama yine de yetişmeme imkan yok. Kuantuma devam ederken, telefonuma mesaj geldi. Operasyonel nedenlerle uçak 30 dakika geç kalkacakmış. Kuantuma inancım tazelenmiş olarak atladım uçağa, Adana'ya ayak bastım.


Havaalanından annem ile doğruca Taps'e geçtik.
Guiness'leri mideye indirirken, en son karlı İstanbul'da Vogue'ta kokteylleri yuvarladığımız bir arkadaşımdan "Bensiz bira!" mesajını aldım, onunla birayı ne zaman nerede içeriz planlayamadan şarjım bitti,  telefonum kapandı.

İkinci biralar için Bomonti'de içtikten sonra, o gece hazırlamam gereken bir dilekçeyi yazmak için eve geldim. Telefonu şarja taktım. Ertesi gün denkleşebilir miyiz bir bira için, denkleşemez miyiz, diye konuşurken, benim önce dilekçemi bitirmeme, sonrasında haberleşip, duruma bakmaya karar verdik.

Vee... Gecenin 3:00'ünde, el çantamda buz gibi bir bira, liseli kızlar gibi, uyuyan annemi uyandırmadan evden tüydüm. Bir kadeh bir şeyler içeriz, sonra eve dönerim, diye düşündüğüm için not bırakmadım, mesaj atmadım.

Şehrin göbeğinde, ormandaymış gibi hissettiren yemyeşil bir balkonda, tepede dolunay, sohbet koyu, ev sahibinin en son seyahatinden gelen duty free ganimetlerini Gordon mu daha güzel, Beefeater mı diye götürmeye başladık: Cin tonik!

En son, rakibimle kıran kırana (açık ara yeniliyordum!) nba maçı yaparken, topu takip edememeye başlayınca, anladım ki ben baya baya sarhoşum.

O kadar geziyorum, tozuyorum, içiyorum da hep yavaş yavaş içerim ve çok uzun zamandır çakır keyifliğin ötesine geçmemiştim. Ama o gece, öteye geçmiştim işte, fark etmeden.

Sabah tesadüfen 9:00'da gözümü açtığımda, 9:56'da adliyede olmam gerektiği gerçeği ile elimi telefona atıp, annemin onlarca cevapsız çağrısını görünce ve onu arayıp da "Ne halin varsa gör!" diye son on yıldır hiç almadığım kadar öfkeli bir geri dönüş alınca, uzun zamandır ilk defa içimden upuzuuun bir "Hasssiktiiir!" çektim.

Bir önceki gece  "Off saat geç oldu, boşver." diyebilir, hiç evden çıkmayabilirdim. Sabah yatağımda uyanabilir, telaş yapmadan adliyeye gidebilir, ilk aşamada annemi, ikinci aşamada Mr. Feelgood'u sinirlendirmeyebilirdim. Ama dürüst olmak gerekirse, kendimi iyi hissediyordum, pişman değildim, çok eğlenmiştim, bütün gün yüzümde muzip bir gülümseme vardı. Galiba gerçekten özlemişim bu pervasız açılımlarımı. Bütün düzeni yıkmaktan bahsetmiyorum; ama arada sırada ana yoldan çıkmak da çok eğlenceliymiş. Yeniden hatırladım.

İlk defa o gece dinlediğim, sonra dilime dolanan, şarkı da huzurlarınızda:


Bu bulmaca gibi yazından hiç bir bok anlamadım, anlaşılır bir şeyler söyle derseniz de, bu seferki Adana adreslerim de huzurlarınızda:

Adana'ya gitmişken yapmadan dönülmemesi gereken şey elbette ki kebap yemek. Son zamanlarda benim favorim Mesut. Tulum peyniri de, ezmesi de, kebabı da leziz. Adana'ya götürdüğüm misafirlerime mutlaka burada kebap yediriyorum, en son ekip, hala Mesut sayıklıyor :) Yolunuz Adana'ya düşerse, mutlaka ama mutlaka.


Adana'da her ne yaparsanız yapın, hava limanına dönerken de yolun üzerinde atlanmaması gereken iki adres var.

Biri Yeni Uğur.
Cezeryeci. Cezerye, havuçtan yapılan bir tür lokum. Eğer cezerye size çok hitab etmiyorsa bile, burada bol fıstıklı Oscar isimli bir versiyonu var ki, benim en sevdiğim. Lokumun da Madonna isimli bir versiyonu var. Uçakta da zaten pek çok kişinin elinde Yeni Uğur'un kumaş torbalarını göreceksiniz. Tatmadan, pas geçmeyin.



İkincisi de yine hava limanı yolu üzerindeki parkın içindeki bici bicici.

'Bici bici'nin çocuklara duş alma anlamında söylenen 'bıcı bıcı' ile uzaktan yakından alakası yoktur, aklınızda olsun. Bici bici, en altında nişasta, üzerinde pudra şekeri, üzerinde bol buz, gül şerbeti, en üstte meyve ve pudra şekerinden oluşan, o sıcakta çok güzel giden serinletici bir tatlıdır.

Bir ara Big Chefs'in menüsünde bici bici diye bir tatlı vardı, hala duruyor mu emin değilim. Adana'da yiyeceğiniz bici bicinin bambaşka ve çok daha lezzetli olduğunu söylemeliyim.



Günü birlik kaçamağımı hafta sonuna bağlayabilseydim ve gitmişken Altınorfoz'a uzanıp bir deniz keyfi de yapabilseydim şahane olurdu; ama bu seferlik deniz yerine havuzla, doğa yerine ortalıkta gezinen horozlarla idare ettim.



Keyifle, lezzetle, seyahatle kalın! 

20 Ağustos 2013

Kuzu kulaklı penne, bezelyeli omlet ve mushaboom mutfak

Çoğu kez insanlardan şunları duyuyorum: "Bu kadar şeye nasıl vakit buluyorsun?", "Günde kaç saat uyuyorsun?", "Hiç evde oturmuyor musun?"....

Herkes böyle mi bilmiyorum; ama ben bir şeyler yaptıkça daha çok şey yapmak için arzu duyan; hiçbir şey yapmadığında da inanılmaz miskinleşen bir yapıdayım. "Bir süre hiçbir şey yapmadığında, dinlenirsin, enerji toplarsın ve daha dinamik olursun" mantığı bende işlemiyor.

Mesela 08:30- 18:30 mesaili bir işte çalışmanın benim yapıma hiç uygun olmadığını düşünürdüm. Bu şekilde çalışmayı kısıtlayıcı ve tüketici bulurdum.

Derken bir ay kadar bir süre mesaili bir işim olmadan yaşadım. Bir şirkete bağlı olmadan, ufak tefek işler yaptım. Canımın istediği saatte uyanıyor, canım istediğinde çalışıyordum,  para kazanmaya devam ediyordum. Herkes çalışırken hamama gidebiliyor, bisiklet sürebiliyor, yıllık izin derdine düşmeden hafta içi ucuz uçuşlardan faydalanabiliyor, alarmsız bir hayat sürüyordum. Kulağa harika geliyor değil mi?

Oysa ki bir süre sonra dağıldım, hiçbir şey yapmamaya başladım ve mutsuz oldum. Mesaili bir işte çalışmak beni sandığım gibi kısıtlamıyor, tam tersine toparlıyormuş onu anladım. Yeniden mesaili bir işte çalışmaya başlayınca, o üzerime sinen uyuşukluk yok oldu.

Evimin şehrin göbeğinde olması, ev ile iş arasındaki gidiş- gelişlerimin çok çok 30-45 dakika sürmesi de en büyük avatantajlarımdan biri. Bu yüzden işten çıktığımda, daha önümde istediğim gibi kullanabileceğim en az altı saatim oluyor. İş çıkışı, dışarıda arkadaşlarımla buluştuğumda, uyku saatime yarım saat kala ayaklansam, hemen eve ve yatağıma ulaşabiliyorum.

Fakat işten çıkıp doğrudan eve geldiğimde veya bir koca cumartesi gününü hiçbir şey yapmadan harcadığımda, "bir şeyleri kaçırıyor olma sendromu"na kapılıyorum. Mr. Feelgood bu sendromumu başarıyla tespit etti: "Seni her gün en azından bir yemek yemek, bir kadeh bir şey içmek için dışarıya çıkarmak lazım, yoksa bir anda ruh halin düşüveriyor." 

Bu demek olmuyor ki, evde vakit geçirmekten hoşlanmıyorum. Ev elbiselerimi üzerime geçirip, o ayın dergilerini okumaya, bir kahve eşliğinde romana gömülmeye, ilgimi çeken hukuk alanlarında araştırmalar yapmaya, Mr. Feelgood ile yayılıp onun seçtiği harika filmleri izlemeye de bayılıyorum. Günün daha önceki kısmını sokakta geçirmek veya bu evcil aktivitelerin sonunda bir planım olması kaydıyla...


Bu aralar da mutfağa merak saldım. Okuduğum bir kitaptan ilham alarak, İtalyan mutfağının esaslarını bizim damak tadımıza uyarlayarak, sürekli bir şeyler pişiriyorum. Bir haftadır yemeksepetinin semtine bile uğramadım. Haftasonu misafirlerime de pişirip, geçer not alan sağlıklı tarifler huzurlarınızda:

1) Kuzu Kulaklı Penne:





Bütün ihtiyacınız olan, makarna (ben penne kullandım, ama en sevdiğiniz veya evde neyiniz varsa o da olur), kuzu kulağı, limon, zeytinyağı, parmesan, çam fıstığı ve tuz.

Makarna suyunuz kaynadıktan sonra, içine sadece tuz ekliyorsunuz. Daha sonra makarnaları içine atıp, ara sıra karıştırarak pişiriyorsunuz. Makarnalar pişerken, sos tenceresinde, zeytinyağında kuzu kulaklarınızı ve çam fıstıklarınızı söyle bir çeviriyorsunuz. Yeşillikler pişince küçücük oluyor, o yüzden benim gibi yanılmayın bol bol koyun. Daha sonra da içine biraz limon sıkıyorsunuz.

Bir İtalyan'ın "Makarnanın piştiğini anlamanın tek yolu tatmaktır." lafını severim. Her makarna için, herkesin zevki için pişme süresi farklı olduğundan dakika vermek mümkün değil. Piştiğini düşündüğünüz zaman, süzgeçe boşaltın makarnaları, güzelce süzün.

Ben piştikten sonra yağda döndürmüyorum veya soğuk sudan geçirmiyorum makarnaları.

En son olarak da tabağa koyduğunuz makarnaların üzerine, biraz sosunuzdan ekleyin ve en üste parmesan rendeleyin. Türkiye'de marketlerde satılan toz parmesan pek lezzetsiz ve anlamsız. O yüzden bütün olanları alıp, rendelemenizi tavsiye ederim.

2) Bezelyeli Omlet:



İhtiyacınız olanlar, bir krep tavası, iki yumurta, biraz süt, konserve bezelye, zeytinyağı, soğan ve parmesan. Öncelikle ince ince kestiğiniz soğanları, krep tavasına koyduğunuz zeytinyağında hafifçe çevirin.

Her tarifte "pembeleşinceye kadar" yazar. Benim soğanlarım hiç pembeleşmiyor, pembeleşmesini beklersem yakıyorum. O yüzden ben görüntüsünün artık diri diri olmamasını kriter olarak alıyorum. :)

Daha sonra içine bezelyelerinizi de ekleyin tavaya. Bu sırada bir kasede biraz süt, iki yumurta ve tuzu bir çatal yardımı ile güzelce çırpıp, tavadaki soğan ve bezelyelerin üzerine dökün.

Ben karman çorman görünen yumurtaları yiyemediğim için, öncelikle bir yanının pişmesini bekliyor, sonra tavanın üzerine bir tabak kapatarak, tersini çeviriyor ve diğer yanını pişiriyorum.

Üzerine de biraz parmesan rendelediniz mi; sağlıklı ve doyurucu omletiniz hazır! Türk usulü bir ekleme yapmak isterseniz, sucuk yakışıyor, evet, afiyet olsun!



Bu arada, babamın bana ruhsat hediyesi olan eve taşınırken ve zamanımın çoğunu eve alışveriş için harcarken, söz vermiştim bitince fotoğraflarını paylaşmaya. Bir türlü fırsat bulamamıştım. Bugün hazır,  temizlik yapmışken, evimi (evimin ve blogumun adı aynı bu arada: Mushaboom) merak edenler için, minnoş mutfağım huzurlarınızda:



Aslında evdeki mevcut mutfak bambaşka bir yerdeydi. Biz salonun bir kısmını açık mutfağa çevirdik. İnşaat halini merak edenler tık! 

Buzdolabı Arçelik'in nostaljik serisinden. Kendime aldığım ilk beyaz eşyaydı. Cihangir'deki ilk evimden bu güne kadar nereye taşındıysam, o da benimle beraber geldi. Yedi yaşında. İnanılmaz teknolojik özellikleri olmasa da, çalıştığı sürece kendisinden vazgeçmeye hiç niyetim yok.


Alan çok küçük olduğu için, şahane hazır mutfaklardan birini monte etmemiz mümkün olmamıştı. O yüzden mimar olan babam, mümkün olan en fonksiyonel olacak şekilde tasarladı mutfak dolaplarını, marangoz da onları hayata geçirdi. 

Evin herhangi bir yerine yemek masası koyacak alanım olmadığı için, tezgahın bar gibi devam etmesi konusunda alanı kesip daha dar görünmesini göze alarak, ısrarcı olmuştum. Ne de iyi yapmışım, şimdi evdeki zamanımın büyük bir kısmı burada geçiyor. Burada yemek yiyorum, yazı yazıyorum, dergi karıştırıyorum, arkadaşlarımla sohbet ediyorum...

Bar sandalyelerim de, kırmızı tabure de Ikea'dan. Kırmızı olan inanılmaz fonksiyonlu bir şey, evde üç kişi olunduğunda tabure, mutfakta tepeden bir şey çıkarmam gerektiğinde merdiven, salonda otururken sehpa görevlerini görüyor. Evin en joker parçalarından.

Yerler taş. Eski İstanbul evlerindeki taş zeminlere bayılanlardanım ben. Bu taşları da aramalarımız sonunda Karo İstanbul'dan bulmuştuk.



Kanvas tablo ve Noel konseptli aksesuarlar, daha önce bahsettiğim Euro Flora'dan. 

Nostaljik coca cola şişelerini Macrocenter'dan almış, kardeşime "Bunları içmeye kalkarsan kıyamet kopar" diye terör estirmiştim.  :)

Ayakkabı şeklinde ahşap nesne, şaraplık. Bundan yıllar önce Cihangir'deki ilk evime taşındığımda hümanistyamyam hediye etmişti,şimdiye kadar aldığım en orijinal ev hediyesi olabilir.




Mutfağın sol köşesinde yine Ikea'dan alınmış bir raf var. Bu da benimle üç ev gezmiş olan parçalardan. İlk evimde kütüphane, ikinci evimde kozmetik bölümü olarak faaliyet gösterdikten sonra, şimdi de kiler olarak devam ediyor.


Nostaljik metal kutular ile kaşığı üzerinde filtre kahve kavonozu, mutfak eşyaları konusunda en favori adresim olan Esse'den. Özellikle Cevahir'deki Esse oldukça büyük olduğu için, indirim dönemlerinde bayıldığım adreslerden. 


Çeşitli yerlerden arakladığım altlıklar... Bir ara böyle bir koleksiyona başlamayı planlıyordum. Şimdi yeniden aklıma gelmiş oldu. =) 



Metal kutular Ikea'dan, kadın vücudu şeklinde zeytinyağı Ayvalık'tan.

Yukarıda ve aşağıdaki fotoğraflardaki yapay çiçekler yine Euro Flora'dan. Tablo niyetine kullandığım vosvoslu tepsi Esse'den. Mıknatıslı baharatlık Ikea'nın yer kazandırıcı harikalarından. Paris kartı da, annemle babamın birlikte ilk yurdışı seyahatinden. "Bu şehirleri görmeni, buradaki güzellikleri yaşamanı sabırsızlıkla ve merakla bekliyorum." notu var arkasında. Her sabah kahvemi içerken, güne yeni seyahat planları yaparak başlamamın temel sebeplerinden biri sanırım bu kart. 



Veee evin en ilgi gören köşesi, tabii ki içki rafları. Gittiğim ülkelerden çılgın gibi kıyafet alışverişi yapmasam bile mutlaka oraya özgü içkilerden getiriyorum dönerken. Bir de duty free'den ucuz alışveriş imkanı sağolsun, ne kadar sık seyahat edersem, bu raflar o kadar dolu oluyor. Mushaboom ne kadar çok misafir ağırlarsa da o kadar hızlı tükeniyorlar. 

Arapça yazılı Ice Tea Beyrut'tan, en sağdaki bira şişesi Kopenhag Carlsberg müzesinden, yanındaki taze reçine şarabı Midilli'den, ev şeklinde şişeli Uzo Mikanos'tan mesela. 


Bayıldığınız ev eşyası alışveriş adreslerinizi ve basit ama lezzetli tariflerinizi benimle paylaşmayı unutmayın. 
Mushaboom'da sakin geçirdiğim bir akşamdan sevgiler =)

17 Ağustos 2013

Karaburun lezzet ve keyif durakları: Nergis, Salaş Balıkçı, Ali Baba, Haseki Köyü ve Bozköy

Tatilden döndükten sonra, tatil yazısı yazmanın buruk bir yanı var.

Bugün Mr. Feelgood, Adana, Londra ve Kaş'tan sonra, birlikte çıkacağımız dördüncü seyahatin biletlerini aldığımızdaki mutluluğum karşısında "Kız tatil için yaşıyor!" tespitini yaptı. Dürüst olmak gerekirse, sürekli seyahat ederek yaşamayı istemem. Hem evime dönmeyi, bir yerde beni bekleyen yerleşik bir düzenim olması fikrini seviyorum; hem de tatil kavramı, çalışınca anlamını buluyor. Diğer yandan,  en büyük lüksüm de sık seyahat etmek. Pek çok hemcinsimin aksine, alışveriş mi seyahat mi diye sorulsa tercihimi tereddütsüz seyahat etmekten yana kullanırım. Kazandığım paranın gerçekten hatırı sayılır bir miktarını uçak biletlerine ve otellere harcıyorum. Bayılıyorum; gitmeye, gezmeye, fotoğraflar çekmeye, sonra da dönüp keşfettiklerimi paylaşmaya.

Seyahat istikametlerimin çok havalı ve çok uzak olması da şart değil. Özellikle son zamanlarda, Türkiye içinde yaptığım seyahatlerin, beni en az yurtdışı seyahatleri kadar heyecalandırdığını ve keyiflendirdiğini fark ettim. Bir kere başından hakkını teslim etmek lazım; yemek konusunda inanılmaz bir ülkeyiz.

Bayramı geçirdiğim Ege kasabası olan Karaburun'daki dalış maceramdan ve Ambarseki Köyü'ndeki manzaraya karşı edilen leziz kahvaltıdan, döner dönmez ayağımın tozuyla bahsetmiştim. Tabii ki, keşifler ve lezzet durakları bunlarla sınırlı değildi.


1) Nergis:

Mitolojiye göre, Irmaklar Tanrısı ile Peri Liriope'nin oğlu olan Narkisos doğduğunda, "Kendini hiçbir zaman görmemesi koşuluyla uzun bir hayat yaşayacağı" yönünde bir kehanette bulunulur. Narkisos o kadar yakışıklıdır ki, bütün periler ve genç kızlar ona pervane olur; ama o hiçbirine yüz vermez. Bir gün, avlanırken su içmek için nehre eğildiğinde, daha önce hiç görmediği kendisine aşık olur. Bir türlü erişemediği bu delikanlıyı görebilmek için bütün zamanını nehrin kıyısında geçirmeye başlar, yemez, içmez ve nehrin kıyısında ölür. Öldüğü yerde çok güzel bir çiçek çıkar ve zaman içinde bütün yarımadayı sarar. O çiçek nergis, o yarım ada da Karaburun'dur.

"Narsizm" kelimesinin buradan geldiğine dair herhangi bir kaynak bulamadım; ama bu hikayeye cuk oturuyor. Zaten en sevdiğim çiçek olan nergisi, bu hikaye ve bağlantı ile daha çok sevmeye başladım.


Karaburun merkezde Nergis adında, restoran mı yoksa çay bahçesi olarak mı tasvir edeceğimi bilemediğim, çok keyifli bir mekan var. Yemyeşil bir vadiye tepeden bakıyor.


İki kere, iki farklı öğün için gittim buraya. Mantısı gerçekten lezzetliydi. Kahvaltı spesyalleri ise, menemen, çökelekli gözleme, kaşarlı simit ve dut reçelli çökelek.



Karaburun'a yolunuz düşerse, buraya mutlaka uğrayın, siz büyük iştahla karnınızı doyururken kaplanlaşan kedileri beslemeyi de unutmayın. Ayrıca ben oradayken, Karaburun'da çekilen "Evdeki Yabancılar" filminin galası da bütün oyuncuları ile birlikte yine burada yapıldı.


Nergis'te yediklerinizi hazmetmek için, Karaburun merkezin yokuşlu arka sokaklarını gezebilir, nostaljik süprizlerle karşılaşabilirsiniz:



2) Hasseki Köyü:

Karaburun'un tepelerinde yıkık dökük, inanılmaz güzel Rum evleri olan bir köy burası. İnsan sokaklarında gezerken, o kadar eskiden insanlar buraya nasıl gelmişler, nasıl bir hayat sürmüşler düşünmeden duramıyor. Benim en çok ilgimi çeken ise, köy yolundaki eskicinin bölgesi oldu. Komik arabaları, yolun kenarına atılmış mobilyaları, silinmiş tabelaları ve kurcalansa kim bilir esprili neler bulunacak yığını ile define bölgesi gibiydi.



3) Ali Baba ve Midye Dolmacı:

Karaburun'da ilk başlarda bizi şaşırtan bir şey, insanların Bodrum'a gitmeye üşenmemeleriydi. Nergis'te yemek yiyoruz, yan masada oturan bir teyze telefonda konuşuyor, "Yemekteyiz şekerim, bitince geleceğiz Bodrum'a."

"Karaburun Bodrum arası az mesafe değil, nasıl yani yemeği burada yiyip Bodrum'a mı gidiyorlar gece için?" şaşkınlıklarımızdan sonra anladık ki, bizim dalış yaptığımız ve yüzdüğümüz sahilin adı Bodrum Koyu ve buradaki insanlar için Bodrum denilen yerin, bizim şimdiye kadar Bodrum bildiğimiz yer ile hiçbir alakası yok. :)

Denizi gerçekten billur gibi ve soğukluğu tam kıvamında. Gündüz güneşlenmeye giderseniz, sahilde seyyar olarak satılan midye dolmalar inanılmaz lezzetli. Sabah sahilde yatmaya başladığımız anda midye dolma ve bira kombinasyonunun hayalini kurmaya başlıyorduk. Hatta itiraf ediyorum; İstanbul'a dönerken el bagajım, buradan aldığım midye dolmalar ile doluydu.


Bodrum sahilde pek çok işletme ve dizi dizi bar var. Bizim favorimiz çalışanlarının tatlılığı yüzünden, Ali Baba oldu. Gündüz güneşlenmenin haricinde, geceleri de, deniz ve oksijen yorgunluğu ile armutlara yayılıp, ayaklara vuran dalgalarla mayışa mayışa bira yudumlamak inanılmaz güzel oluyor, şiddetle tavsiye ederim.

4) Salaş Balıkçı:

Marinanın oradaki Salaş Balıkçı'yı belki de bu listede ilk sırada anmalıydım. Bir yerin hem manzarasının, hem deniz ürünlerinin, hem mezelerinin, hem de fiyatları iyi olabildiğinin kanıtı burası.



Tam denizin kıyısında. Kalamarı, ahtapotu ve deniz börülcesi abartmıyorum hayatımda yediklerimin en iyisiydi.
Balık üzerine, bölgenin zincir dondurmacısı 7 Kardeşler'de bir top dondurma mideye indirebilir, kurulan gece pazarından takı, elbise, keçi sütlü zeytinyağı sabunu alabilirsiniz.

5) Saik Köyü:

Yine Bozburun'a bağlı köylerden Saik Köyü'nde ikinci bahar kıvamında, emekli olarak buraya taşınınca tanışan ve evlenen bir çifte ait kahve mevcut. Kahvaltısını çok tavsiye etmiyorum; ama çok şık kavonozlarda sattıkları, leziz reçeller buradan götürülebilecek en iyi hediyelikler.



6) Bozköy'de güzel bir kahveye veya restorana denk gelemedik, ama bölgedeki ortalama ve özelliksiz evlerden sıkılırsanız, mimari açıdan en güzel evler burada:

Keyifli, lezzetli ve seyahatli bir haftasonu olsun!

13 Ağustos 2013

Sahte Cannabisli, harika manzaralı, genç görünen mutlu yaşlıların köyü: Ambarseki

Yıl 2013. Yalnız Türkiye’de değil, dünyadaki sayılı büyük metropollerden biri olan İstanbul’da yaşıyoruz. Hayatımızı kolaylaştırmak üzere tasarlanmış havalı bir sürü elektronik alete sahibiz. Evlerimiz dekorasyon dergilerinden fırlamış gibi yeni ve zevkli. Ömrümüzün sonuna kadar hiçbir şey satın almasak ancak eskitebileceğimiz kadar çok kıyafetimiz var. Bazen az bazen çok sevsek de, kendi seçtiğimiz işlerde çalışıyoruz. Bize bir türlü yetmese de bu ülkede yaşayan insanların geneli ile kıyaslayınca çok iyi paralar kazanıyoruz. Yapmaktan hoşlanmadığımız işleri başkalarının üzerine yıkabiliyoruz, örneğin evimizi eve düzenli olarak gelen ablalar temizliyor, biz arka koltukta instagram’ı kurcalayıp kitap okurken trafik ile taksi abiler boğuşuyor. Canımız sıkılınca ve yıllık iznimiz olunca, bambaşka ülkelere seyahat ediyoruz. Bu seyahatler bizim için aylarca önceden hazırlanılan büyük olaylar değil artık, hayatımızın olağan bir parçası. İçiyoruz, yiyoruz, geziyoruz, konserlere gidiyoruz. Merak ettiğimiz her şey parmaklarımızın ucunda. Peki ama mutlu muyuz?

Ancak işimizde aksilik çıkmazsa, vaktinde ofisten çıkabilirsek, sevgilimizle saçma sapan bir konu yüzünden tartışmadıysak, hiç ihtiyacımız olmadığı halde satın aldıklarımız yüzünden kredi kartı borcumuz haddini aşmadıysa, eğlenmek için gittiğimiz yer ne boş ne hınca hınç doluysa, istediğimiz müzikler çalıyorsa, içkimiz yeteri kadar soğuksa, giydiğimiz elbise bizi güzel gösteriyorsa, tartıda o gün gördüğümüz sayıdan memnunsak... 

Bu bileşenlerden biri eksikse hemen surat asmaya başlıyoruz. Yetinemiyoruz. Zamanımız az. Hep acelemiz var. Hep biraz huzursuzuz. Peki ya hala neyimiz eksik mutlu olmak için?


Karaburun’a bağlı olan köylerden Ambarseki’de inanılmaz bir manzaraya karşı kahvaltımı ederken tam olarak bunu düşünüyorum. Burada yaşayan insanlar, bizim hayat standartlarımız ile kıyaslayınca hiçbir şeye sahip olmamalarına rağmen inanılmaz mutlular ve neşe saçıyorlar.


Karaburun’dan köye doğru çıkan yokuşu, altımızda jeep olmasına rağmen, arada sırada hoplayarak ve patinaj çekerek çıkıyoruz. O sırada yanımızda oldukça yaşlı bir teyze beliriyor, elinde de domates poşeti... Yüküyle birlikte o yokuşu yürüyerek, surat asmadan ve söylenmeden çıkıyor. Nasıl güler yüzlü, nasıl tatlı bir şivesi var. Elindeki poşetten mis kokulu domates ikram ediyor bize, “Yapaasan yeersiiin kızımmmm” diyerek ve gülerek...


Ardından babamın daha önce Saik Köyü’nde tanıştığı Bamyacı İbraham Amca’nın evine gidiyoruz. İbraham Amca, yetmiş yaşında, tarlasını ekiyor, hayvanları besliyor, her yere yürüyerek gidip geliyor, üstelik köyde su olmadığından bir de suya gidiyor. Küçücük, pıtır pıtır bir adam. Yaşını ne dış görünüşü gösteriyor ne de hareketleri... 


Eşi Fadime Abla ile  birlikte temel geçim kaynakları bamya. Bamyayı toplaması zor, ayıklaması ondan da zor. Fotoğraf çekilirken, Fadime Abla’nın yanına diz çöktüğümde de biraz bamyaya değiyorum, dizlerim kızarıyor, kabarıyor, saatlerce kaşınıyorum, gerisini siz düşünün. Bir yılda bamyadan elde ettiği geliri yüzünde kocaman bir gülümseme ve gururla söylüyor İbraham Amca, bizim bir ayda kazandığımız, hiçbir şeye yetmiyor dediğimiz maaş kadar.



Bu köyün inanılmaz güzel mavi-yeşil bir manzarası var. Satılık evleri, arazileri, terk edilmiş yaşam alanlarını geziyoruz Ambarseki Köyü’nde. 




Herkes bize selam veriyor, sohbet ediyor ve istisnasız hepsinin yüzünde kocaman bir gülümseme var.


O sırada kardeşim ile aynı anda dikkatimizi yol kenarlarında boylu boyunca uzanan bir bitki çekiyor, “Cannabis mi o?!” diye atlıyoruz. Öyle olsa buradaki insanların bu rahatlığının ve keyfinin sırrını çözüp rahatlayacağız, değilmiş, sadece uzaktan çok benziyormuş, yolumuza devam ediyoruz.


Ardından tam köyün meydanındaki Melissa Cafe’ye oturuyoruz. Burası aynı zamanda köyün kıraathanesi. İşletmecisi vefat edince, onun yerini damadı ile kızı almış, kıraathane havasını bozmadan biraz süsleyip, bizim gibi turistlere leziz bir kahvaltı servis etmeye de başlamışlar.
Manzarası gerçekten inanılmaz.



Çökelek peynirinden yapılan ve çingene pilavı olarak anılan kahvaltılık salataya, İzmir tulumuna, kendi yaptıkları çeşit çeşit reçellere bayılıyorum. Bir tek böreği sınıfta kalıyor. En lezzetli börekleri yapan Boşnak bir annaannenin torunuyum ne de olsa, bana börek beğendirmek zor zanaat.  

Arıları engellemek için Türk kahvesi yakma formülünü ilk defa burada görüyorum, gerçekten işe yarıyor, aklımın bir kenarına yazıyorum bunu.


Kahvaltı bitince de sıra Türk kahvesine geliyor. Kahvaltının üzerine, o manzaraya karşı Türk kahvesi içmek her türlü keyifli oluyor zaten; ama yanında getirilen şerbet bu keyfi arttırıyor. Ellerindeki ota, meyveye, çiçeğe göre bu şerbet her gün değişiyor. Ben ilk gittiğimde melisa şerbetine, ikincisinde vişne şerbetine denk geliyorum.




Belki de Süreya haklı, “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” 

Pinterest'im

Instagram'ım