27 Şubat 2014

Renk Atölyesi: Peki ya sizin renk karakteriniz hangi mevsim?

Üniversite öğrenciliğim süresince ve mezuniyetimden sonraki ilk yıllarda pek çok farklı sektörde çalıştım. Okuduğum mesleği yapmamak konusunda da uzun bir süre inat ettim.

Bugün ise "Siz ne iş yapıyorsunuz?" sorusuna tereddütsüz olarak tek bir cevabım var: "Avukatım."

Önümüzdeki uzun yıllarda da yapmayı umduğum ve planladığım iş bu. Ama bir gün piyango bana vurursa veya seyahat ederek harcayamayacağım kadar çok para kazanmaya başlarsam -yani riske atabileceğim bir para- ek iş olarak yapmak istediğim pek çok şey var.

Sadece kuaförlerde, güzellik salonlarında, takside, "Ne işle meşgulsünüz?" sorusuna cevaben yalan söylemeye başladım. Çünkü saçıma fön çeken, bana manikür yapan kişi, gayet magazinsel veya dedikodusal havadisler veriyorken ve ben tamamen kadınsal bir havaya girmişken, mesleğim sorulduğunda ve ben avukat olduğumu söylediğimde, bir anda işin rengi değişiyor. Ya "Offf... Nasıl okudunuz o koca koca kitapları?!" sorusu geliyor ve o akıcı, kafa boşaltıcı muhabbet noktalanıyor, ya da bir anda kendimi bedava danışmanlık vermek zorunda bir durumda, o kişinin hukuki problemini dinlerken buluyorum.

Bir gün olsun meslek olarak "bloggerım" demedim, çünkü bu blogu en başından beri tamamen keyfim için yazdım. Bedava bir şeyler almak, bir yerlere davet edilmek veya birilerinin bana iş teklif etmesi değildi amacım. Çok şükür, bedavalara ihtiyaç duymayacak kadar paraya hayatım boyunca hep sahip oldum. Gelgelelim, ne yalan söyleyeyim, daha sonra hediye ve davetlere karşı önyargım kırıldı ve hatta bunlara bayılmaya başladım. Çünkü bunlar hem yeni bir şeyler keşfetmeyi kolaylaştırıyordu hem de kullandıktan veya gittikten sonra yazıp yazmamak tamamen benim özgür irademdeydi, sevdiklerimi yazabilir, sevmediklerim hiç yokmuş gibi davranabilirdim.


Bu hafta, pek çok blogger ile birlikte Tavsiye Evi'nde, Vitringez'in ev sahipliğinde yapılan Oya Komar ile Renk Atölyesi etkinliğine katıldım. Bir taşla üç kuş gibi oldu benim açımdan, bir kadın girişimci ile tanıştım, renkler hakkında pek çok şey öğrendim ve Tavsiye Kanalı'nı keşfetmiş oldum.





Tavsiye Kanalı, ağızdan ağıza kampanyalara katılmak isteyen üyelerine "tavsiye melekleri" adı veren ve onları çeşitli kampanya ve etkinliklerde buluşturan bir ağ. Benzerlerinden farklı olarak, bir de Bağdat Caddesi'ndeki "Tavsiye Evi"nde etkinlikler yapıp üyelerini ağırlıyorlar ve evin tamamı sponsorları tarafından döşenmiş. Gittiğiniz zaman, oturunca otomatikman ısınan bir klozet deneyimleyebiliyor, buz dolabındaki sponsor marka ürünlerini tadabiliyor, çocuğunuz varsa yine bir sponsor tarafından döşenmiş oyun odasına bırakabiliyorsunuz, ki ben bu fikre bayıldım.



Vitringez ise enerjisi inanılmaz yüksek olan Natali Yeşilbahar ve işin daha çok altyapı kısmı ile ilgilenen ortağı tarafından kurulan, "kıyafetin google'ı" olarak tanımladıkları bir web sitesi.

Alışverişlerinin çoğunu online olarak yapan Natali Yeşilbahar, bir gün spor ayakkabısının yırtılması ve internetin başına oturup yeni bir spor ayakkabı seçmesinin zaman alması yüzünden bir kaç gün spora gidememesi sebebiyle  "keşke bir sihirli kutucuk olsa yazsam ve bütün seçenekler önüme gelse." demiş. Vitringez, onun bu dileğinin hayata geçirilmiş hali. Satış yapan bir site değil, siz aradığınız ürünün anahtar kelimelerini yazıyorsunuz ve bu site size bu şartları sağlayan ürünleri çekip getiriyor, satın almak istediğinizde de sizi satış yapan siteye yönlendiriyor.


Vitringez'in ayarladığı ve Tavsiye Evi'nde gerçekleşen etkinlik ise, "Renk Atölyesi"ydi.

"İyi giyinme" konusuna taktığım bir dönem, renk seçimi hakkında bazı kitaplar okumuştum ve o güne kadar hiç bilmediğim harika şeyler öğrenmiştim. Hala ilgimi çeken bir konu olduğundan, bu atölyeye ben gerçekten bayıldım.

Oya Komar, Londra'da aldığı eğitimden beri, yaklaşık yedi senedir renkler üzerinde çalışıyormuş.

Aldığımız pek çok kıyafet ve makyaj malzemesini hiç kullanmamamızın sebebinin yanlış renk seçimi olduğunu savunduğundan aynı zamanda tüketim çılgınlığını durdurmayı hedefliyor. Aynı zamanda saç ve kıyafet rengini doğru seçtiğimizde çok daha iyi görüneceğimizden, bu konuda bireysel danışmanlık veriyor.

Dört ana renk grubu kartelası var ve farklı tonlardaki kumaşların cilde yansımaları ile cilt rengini değiştirmeyen tonları tespit ederek bu kartelalardan hangisine ait olduğunuzu belirliyor. Mesela ben sonbahar kartelasına ait çıktım; kartelalara, kendisinin pinterest'inden ulaşabilirsiniz.

Bu atölyede öğrendiğim birkaç bilgiyi de sizinle paylaşmadan geçmeyeceğim tabii ki:

- Koyu renk kıyafetler, yüzdeki kemikleri, gölge ile belirginleştirdiğinden, yüzdeki makyaj ihtiyacını azaltırmış. Bu yüzden, kışlık gecelik ve pijamalarınızı koyu renklerde seçmenizde, yorgun olduğunuz günlerde açık renk kıyafetlerden kaçınmazda fayda var.

- Cildinize uygun renkte giyinmeniz, sizi bütünlemesi için önemliymiş. Örneğin sizin çok önünüze geçen bir renk tonunda giyinirseniz, ilk defa tanıştığınız insanlar sizin yüzünüzü değil, kıyafetinizi hatırlarmış. Düşünün bir, kendisine dair hiçbir şey hatırlamadığınız kaç kişiyi "Kırmızı elbiseli kadın, yeşil kravatlı adam" diye tasvirlediniz?

- Açık ve koyu rengin bir arada giyilmesi, sizi daha otoriter gösterdiğinden, otorite kurmak istediğiniz zamanlarda böyle, iletişim kurmak ve ulaşılabilir olmak istediğiniz zamanlarda daha yakın tonlarda giyinmeniz faydalı olurmuş. Küçük çocukların kontrast renklerde giyinenlerden uzak durması buna harika bir örnekmiş, gözlemleyebilirsiniz.

- Bir yanağınıza pembe, bir yanağınıza turuncu allık sürmeyi deneyin ve aynanın karşısına geçin. Hangi tarafta yüz hatlarınız daha aşağıda görünüyorsa, o renk sizin için yanlış allık rengiymiş.

Son olarak doğru renkleri tespit etmek için sevgililerimize güvenecekmişiz. Onların "yakışmamış" dediği kıyafetler genelde renk algıları baskın olduğu için, bize giymememiz gereken renkler hakkında yol gösterirmiş.

Ben Mr. Feelgood'u, bundan sonraki her giydiğim kıyafet hakkında yorum yapması için görevlendirdim bile. Gerçi benim olay çıkarma potansiyelim yüzünden, "Sen bir şey giyeceksin ve ben sana yakışmamış mı diyeceğim? Test mi ediyorsun beni?" dedi; bu yüzden sevgilinizden "yakışmamış" sözünü duymaya psikolojik olarak hazır olduğunuzdan emin olmadan, bu işe girişmeyin. :)

Renkli kalın!

P.S: Bütün bloggerların kartviziti olması gibi bir alışkanlık varmış, ben eksik kalmışım. Bu eksikliği kapatmam lazım. Bu yüzden S.O.S sevgili Mushaboom8'ciler, sizce bu blogun kartviziti nasıl olmalı? Ne renk olsun, ne yazsın mesela? :)

25 Şubat 2014

Antwerpenliler der ki: "If it's freezing, we wear an extra pair of socks!"

Antwerpen -veya bizim dilimizdeki adı ile Anvers-, dünyanın dördüncü Avrupa'nın en büyük ikinci limanına sahip şehir.

Genellikle Amsterdam ile Paris arasında seyahat ederken geçilen bir şehir olarak bakılıyor buraya. Siz öyle yapmayın, çünkü bu şehir gerçekten kendisine zaman ayrılmasını hak ediyor. Üstelik Brüksel'den buraya gelmek yalnızca bir saatinizi alıyor ve gidiş dönüş biletinin bedeli 14 Euro.

Lokal biralarının adı Bolleke Koninck ve Lange Kerpoorstraat boyunca muhteşem plakçıları var.


Ve Brüksel utansın, Antwerpen'in istasyonu olağanüstü güzel. Genellikle istasyonlarda pek vakit geçirmem ben, şehre ayak bastığım anda kendimi sokaklarına atmak isterim; ama Atwerpen'de dakikalarca çıkamadım istasyondan. Bir aşk filmi çekiyor olsam, kavuşma veya ayrılık sahnesini kesin burada çekerdim. O kadar güzel, o kadar romantik.



İstasyondan çıktıktan sonra sağ tarafa doğru yürürseniz, Van Wessenbekestraat, Çin Mahallesi.

Burası yalnızca iki sokaktan oluşuyor ve ucuz alışverişler konusunda bir mucize de sunmuyor size, bizim Eminönü'nün tırnağı olamaz. Ama çok ihtişamlı bir kapısı, bir sürü Çin restoranı ve numara 61'de bir budist tapınağı var. Kendinizi kısa bir süre Çin'de hissetmek isterseniz bu tarafta kısa bir yürüyüş bunu sağlayacaktır.




Daha sonra sizi limana doğru taşıyan, St. Jacobsmarkt, Kıpdorp, Niewstraat caddelerinde yürürseniz ve bu caddelerden aşağı doğru inen sokaklarda gezinirseniz, binaların güzelliğine hayran kalacağınıza emin olabilirsiniz. Atwerpen'in orta kısımlarında yapacağınız üç dört saatlik bir yürüyüşte, her sokakta sizi dakikalarca kendisine baktıracak bir heykel veya bina ile karşılaşabilirsiniz. 









Eğer saatlerce yollarda yürümek size göre değilse ve yalnızca turistik noktaları ziyaret etmenin peşindeyseniz, Carolus Borromeus Church, Katedral ve bir zamanlar Napolyon'a ait olan bugün Rolling Stones'un çikolatacısı olarak anılan bir çikolata butiğine dönüşmüş Royal Palace'ı (çikolata sarayı olarak da anılıyor) atlamayın.



Mimariye gözünüz doyduktan sonra, eğer bir moda bloggeri iseniz mutlaka uğramanız gereken adreslerden biri The Public Image. Katedralin yakınlarında Korte Nieuwstraat'ta yer alıyor. Rihanna'nın tasarımlarını kullandığı Melody Ehsani'den, Jeffrey Campbell'e bir çok tasarımcının imzasını taşıyan ürünü bu mağazada bulabilirsiniz.


Aman benim tasarım kıyafete para harcamakla işim olmaz diyorsanız, mutlu dakikalar geçirebileceğiniz Hoogstraat 11'de yer alan Rooms mağazasına alalım sizi. Burada Belçika'ya özgü olmayan, çok neşeli bir sürü ürünü oldukça uygun fiyatlara alabilirsiniz. Ben tercihimi plastik mavi bir shaker ve buzdan shot bardakları yapmak için kalıptan yana kullandım; ama daha bir sürü üründe aklım kaldı.



Tabii ki Belçika sınırları içinde olduğunuzu unutmayın, bir yandan şehri alt üst ederken, bir yandan da fries ve waffle yemeyi unutmayın. Bol bol yürüyorsunuz hazır, kalorileri yüzünden vicdan azabı çekmeden, Türkiye'ye döndüğünüzde bu lezzetle bulamayacağınız şeyleri  bol bol tüketin.



Belçikalılar, waffle'ı üzerine yalnızca pudra şekeri serpilmiş olarak yiyorlar, benim bayıldığım kremalı versiyonuna "turist waffle"ı diyorlar. Krema ve meyve konulan waffle'ı ise "abartılmış turist saçması şey" olarak adlandırıyorlar. Bizim yarısı siyah yarısı beyaz çikolatalı, en az üç meyveli, fındıklı wafflelarımızı görseler ona ne derler çok merak ediyorum :)



Şehri gezmekten enerjiniz tükenmeye başladı, ayaklarınız mola, mideniz bira istiyorsa, şehrin üst kısımlarındaki Staadwags meydanını bulun. Katedralden yürümesi 15-20 dakika sürüyor. Bu meydanın köşeleri çeşitli publarla dolu, ama tercihinizi Waagstuk'tan yana yapın. Burası 1980'lerde punkların en favori toplanma yeriymiş. Bugünkü konsepti ise bambaşka: iyi ve özel bira. Burada yaşayan her yaştan insan grubu, güzel bir avlusu olan bu pub'a geliyor, mum ışığında başka hiçbir yerde olmayan spesyal biralarını içiyor.


Bira siparişi verirken, garsona sormaktan çekinmeyin, çok yardımcı oluyorlar ve benim içtiğim bira gerçekten Belçika'da içip en beğendiğim bira oldu. Ayrıca arka bahçesindeki tabureleri de gözden kaçırmayın.


Hala enerjiniz varsa, bir zamanlar kilise, bugün ise bir elektronik club olan Cafe D'anvers'in yolunu tutabilirseniz. Ayaklarınızda derman kalmadıysa, kendinize güzelce dinlenebileceğiniz bir yer seçin; çünkü Antwerpen henüz bitmedi. Daha hipster sokakları, sanat galerileri ve moda etkinlikleri sizi bekliyor olacak.


23 Şubat 2014

Kırklı yaşlarının üzerinde iki ilham verici kadın: Roman fabrikası Ayşe Kulin ve Erotik-şık ilahı Carine Roitfeld.

Cuma günü benim için 4:00'te başladı, evden havaalanına doğru yola çıkarken her türlü rötar ihtimalini hesaplayıp, evrak çantamdaki dava dosyasının yanına Ayşe Kulin'in son kitabı Hayal'i attım.

Yaklaşık on senedir İstanbul'da yaşıyorum, sık sık seyahat ediyorum ve üç yıldır duruşmalara giriyorum. Metropol hayatı, seyahat ve duruşmaya girmenin ortak tek bir yanı var: Beklemek! Bir saat önce havaalanında olup beklemek, duruşma sırası beklemek, trafikte ilerlemeyi beklemek, geciken uçağı beklemek, vapuru beklemek...

Malum, beklemek bütün pasifliğine rağmen, insanı yoran ve tahammülsüzleştiren bir eylem. Buna karşı geliştirdiğim çözüm de, evden çıkarken mutlaka çantama okunacak bir şeyler atmak. Böylelikle hem kendimi oyalamış, hem beklemekle geçen zamanlarımı değerlendirmiş, hem de normalde vakit bulamadığım kitapları okumuş oluyorum. 

Duruşmadan çıkmış, İstanbul'a geri dönmek için Ankara havaalanına gitmek üzere Havaş'a binmişken ofisten bir telefon geliyor, geri dönmem lazım. Havaş, durakları haricinde durmadığı için, önce havaalanına kadar gitmem, sonra aynı yolu geri dönmem gerekiyor. Dahası, binmeyi planladığım uçağa yetişemeyeceğim ve yer olan ilk uçak oldukça geç bir saatte... İlk akla gelen tepkilerin hepsi olumsuz değil mi? Ama benim çantamda kitabım var, açıp okumaya başlıyorum.

Bunları söylenmek için anlatmadım, tam tersine oldukça verimli bir gün geçirmiş oldum. Gece yarısına doğru , hem bütün işleri tamamlamış, hem de Ayşe Kulin'in son kitabının tamamını okumuş olarak eve döndüm. İlla ki kitap olmak zorunda değil, ama bence herkes kendi oyalanma formülünü geliştirmeli, böylelikle daha huzurlu ve sakin insanlar olarak yaşayabiliriz :)


Gelelim Ayşe Kulin'in kitabı Hayal'e... Ayşe Kulin bu kitabında kendi hayatının 1983 ile 2013 yıllarını anlatıyor ve bu yıllar Ayşe Kulin'in yazar olduğu dönem olduğu için, kitabın temel konusunu, nasıl yazar olduğu ve kitaplarını nasıl yazdığı oluşturuyor. 

Ayşe Kulin'in kaleminden çok fazla biyografi okuduk; ama kendisini anlatması bunların hepsinden farklı. Kendi güzelliğine ilişkin yaptığı vurgular ile bu kitabı aslında kendisine yardımı dokunan herkese teşekkür etme ve medyaya yansıyan olumsuz konularda (Adı Aylin sebebiyle açılan tazminat davaları, eşcinsellerin yazdığı roman yüzünden onu kınaması...) kendisini aklama aracı olarak kullanmış olması beni okurken rahatsız etti. Diğer yandan da -artık kendisini ispatlamış bir yazar olmanın getirisi olduğunu düşünüyorum- döndüğü yayın evlerinin kapılarını, basılamayan kitaplarını, konuşulan ama hayata geçirilemeyen projelerini ve hayal kırıklıklarını o kadar samimi anlatmış ki; insana ilham veriyor ve "Bir şeyi yapmak istiyorsan, vazgeçme, belki kırk yaşından sonra olur; ama yeterince uğraşır ve istersen olur." mesajını taşıyor. Hep hayalini kurduğunuz bir şey varsa ve bunun için geç kaldığınızı düşünüyorsanız, bu kitap gerçekten ilham verici olabilir, aklınızda bulunsun.

Kitaptan sevdiğim cümleler:

"Çin'deyken gittiğim her camide, her tapınakta ellerimi açıp, dua etmiştim Allah'a. Ne para pul, ne şan şöhret istemiştim. Tek istediğim çocuklarım için sağlık ve iyilik, kendim için beni hırpalamayacak ve üzmeyecek bir insandı. Takkeli ya da cübbeli hiçbir makamın onayına ihtiyaç duymaksızın, sırf kendi özgür irademizle birlikte olmayı seçerek birbirimizi asla incitmeden, asla aldatmadan geriye kalan yıllarımızı huzur içinde birlikte geçirebileceğimiz bir hayat arkadaşı."

"Para ve koca konularında pek şanslı bir insan sayılmam. Ama hiçbir zaman işsiz ve eşsiz bırakmamıştır beni hayat. Ne zaman bir kocayı kapıya koyup ya da işten ayrılıp, "Şimdi ben ne yapacağım Allah'ım?" desem, o, hep yeni bir kapı açmıştır önüme."


İkinci ilham verici kadına da !f'te rastladım: Carine Roitfeld!

Matmazel C filmi, Carine Roitfeld'in Vouge Fransa'nın baş editörü iken, işinden istifa edip kendi dergisini çıkarmak için New York'a gelişinin belgeseli. Bir belgeselde olması gereken objektifliği taşımıyor, Carine Roitfeld'i kusursuz bir tanrıça olarak yansıtıyor; ama nefis çekimler, Marc Jacobs, Karl Lagerfeld, güzel ötesi insanlar ve kıyafetler ile tam bir görsel şölen. 


Sinema salonunda, kadınlar ve şıkır şıkır gayler dışında kimse yoktu tabii. Bir erkekseniz, size ilham verecek bir şey bulamayabilirsiniz; ama bir kadınsanız ve giyim kuşama meraklıysanız bu filmi keyifle izlersiniz eminim.

Ayrıca bu filmden iki şey öğrendim: 1) Güzel olmayan bir insan inanılmaz havalı görünebilir. 2) Hem anneanne hem de şık bir moda ilahı olunabilir. 



Hayallerinizle kalın!

20 Şubat 2014

Alternatif Brüksel Rehberi: Bedava kahve, kilo ile vintage kıyafet ve bit pazarı

Sabah erkenden uyanıyorum, ev sahibimin hazırladığı filtre kahveden bir bardak alıp, onun harita üzerinde göstererek tarihi yerleri anlatmasını, Brüksel'i gezerken hangi rotaları izlememin en verimli sonuçlar vereceğini izah etmesini sessiz bir tebessümle dinliyorum. O gün aklımdaki şey kesinlikle o tarihi binaları gezmek değil çünkü. Onun anlattıkları bitince, ben bu tarafa gitmeyi planlıyorum diyerek aklımdaki rotayı gösteriyorum ona haritanın üzerinden, şehrin pek cilalı ve turistik olmayan bölgeleri bunlar. "Ama oralar biraz tehlikeli." diye uyarıyor, "Ben İstanbul'dan geliyorum, bizim her semtimizin her an tehlikeli olma ihtimali var. AB Komisyonu ile AB Bakanlar Konseyi'nin bir sürü organının yer aldığı şehre güvenim tam." diye takıldığımda gülmeye başlıyor ve benim rotama ilişkin daha sonra çok işime yarayacak bazı bilgiler veriyor bana ve sırt çantamı alıp çıkıyorum evden.

Ne zaman ve neden başladığını bilmediğim bir şekilde, eski eşyalara ve salaş muhitlere dair bir merakım var, her geçen gün artan... Yaşanmışlık ve gerçeklik hoşuma gidiyor belki de... Eğer böyle bir gezinti istiyorsanız, bu yazı sizin için biçilmiş kaftan.


Başlangıç noktası Louiza metro istasyonu.



Bu cadde bir alışveriş caddesi, Urban Outfitters gibi hala bizim ülkemize adım atmamış mabetler gibi, harika ayakkabılar satan bir sürü butik burada yer alıyor. Ama saat henüz çok erken, sokaklar bomboş ve mağazalar kapalı,  ayrıca alışveriş için başka tavsiyelerim var.

Paul'den dünyanın en leziz kruvasanlarını alıp, yanına da Loiza metro istasyonun tam karşısındaki Nespresso mağazasından bedava bir kahve edinebilirsiniz. Burası take-away kahve satmıyor, ama kahve denemek için bir köşesi var ve size karton bardakta ikram edilen kahveyi kapıp tekrar sokağa çıkmanıza hiçbir engel yok. :)


Dümdüz yürüdüğünüz zaman, bütün heybeti ile Palais De Justice karşılayacak sizi...




Turistik ulvi tarihi amaçlarınızın içine etmiş olacağım muhtemelen; ama Palais Justice'e ilişkin, iğrenç veya yaratıcı bulmakta serbest olduğunuz şu videoyu paylaşmadan edemeyeceğim :))


Palais de Justice de Bruxelles - The Humping Pact from Dmitry Paranyushkin on Vimeo.

Bu meydanın en güzel tarafı şehre tepeden bir bakış atabiliyor olmanız.




Sonra hemen oradaki asansöre binip, tepeden baktığınız kısma iniyorsunuz. Şehrin bir asansörü olmasına bayıldım ben!



Asansörden indikten sonra sizi karşılayan kırmızı asimetrik bir şey var oradan sol tarafa doğru dönüyorsunuz ve birkaç adım sonra sol tarafta inanılmaz bir mağaza var: Kilo ile vintage kıyafet satıyorlar ve içerideki her şey birbirinden güzel. Kürkler, montlar, elbiseler, çantalar, ceketler...


Ben askılardaki gömlekleri, güzelliğinden kendimi unuttuğum süet pilili bir eteği ve jean bir trench coat'u alıp kasaya gittiğim zaman adım gibi emindim, onları bana kilo ile vermeyeceklerinden, bunlar dahil değil kiloyla satılan ürünlere, parça başı ücretlendiriyoruz diyeceklerinden... Ne olursa olsun onlar benim olmalıydı!


Ve gerçekten mağazadaki her şey kilo ile satılıyormuş, aldıklarımın tamamına 20 euro ödeyip çıktığımda, gerçekten filmlerdeki gibi havaya zıplayıp iki ayağımı havada birbirine vurmak istedim; ama poşetim çok ağırdı. Brüksel'e gitmişken burayı atlarsanız yazık edersiniz, kış düğünleri için buradan çok komik bir fiyata çok havalı bir sahte kürk almazsanız zaten ayıp!

Bu sokaktan dümdüz devam edip, sağa sapıp Place de Jeu De Belle'ye ulaştığınızda, günlerden pazarsa bir bit pazarı karşılıyor sizi.  Kabul etmeliyim ki, bir Porta Portese değil, ama barlardan bira bardakları çalmak yerine buradan çok ucuza alabilirsiniz onları ve daha aklınıza bile gelmeyecek bir sürü eşyayı...





Ben buradan kendime oldukça uygun fiyatlara şapkalar alıyorum, daha 99 euroluk etiketleri bile üzerinde duran wool cashmere şapkalar.  Ki daha sonra bu şapkalardan birinin, jean ve sırt çantasından oluşan kıyafetimin "sıra dışı bir tarz" olarak anılıp beni bir moda kokteyline davet ettirmesi evlere şenlik! :)


Bit pazarının hemen karşısındaki bir yerden yükselen hot-dog kokularına da duyarsız kalmayın. Çok lezzetli!

Biraz daha yürümeyi göze alırsanız, Zuid / Midi İstasyonu'nun orada kurulan, uluslararası pazarı da görebilirsiniz: Marche Du Midi. Bizim semt pazarlarımıza benziyor.




Yoruldunuz mu? O zaman ya azıcık daha yürümeyi göze alın, ya da buradan metroya atlayıp bir durak gidin: Porte de Hal Halleport durağında güzel bir park sizi bekliyor. Buralardaki bakkallardan birine dalıp Türkçe "Ver abicim bana bir bira!" derseniz, emin olun sizi anlayacaklardır. Sokaklarda bile bol bol Türkçe konuşana denk geliyorsunuz.



Ben bu çimlerde yayılırken bunu dinliyordum:


Pinterest'im

Instagram'ım