28 Mart 2015

I hold my finger in the air and tell you which the way the wind blows


Anneannem Bosna Hersek göçmeni olduğu için ne zamandır aklımızda, dilimizde, planımızdaydı Bosna Hersek'e gitmek.

Vizesiz seyahat imkanı, artan uçuş sayıları derken, "Artık gitmememiz gerçekten ayıp" diyerek biletlerimizi aldık. Sonra babamın kalp ameliyatı macerasını yaşadık, doktora ilk sorularımızdan biri "Uçağa binebilir mi?" oldu. Kardeşimin gideceğimiz güne sınavı çıktı. "Bir günlüğüne de olsa gelsin." dedik, biletini bir ertesi gün ile değiştirdik.


Gitmeden önce okuduğum kitaplardan, Ertuğrul Günay'ın derlemesiyle Bosna İçin İnsanlık Girişimi, beni daha fazla heyecanlandırdı. Bir noktada üç saniye beklemenin veya sürekli düz bir çizgide yürümenin intihar sayıldığı günlerden yalnızca 10 sene sonra, siz bu satırları okurken ben Saraybosna'da elimde kameram, tek kaçtığım şey yağmur damlaları olarak keşifler yapıyor olacağım.

"Ramazan-ı Şerif nedeniyle Sarajevo Filarmoni Orkestrası'nın Klasik Müzik Konseri" afişi asan, savaş döneminde 14 sanatçısını kaybetmesine rağmen konserlere ara vermeyen filarmoni orkestrasına sahip, Müslümanlığı, Batılı yaşam tarzı ile kaynaştırıp sentez yaratan Saraybosna için gerçekten heyecanlıyım.

Börekler, köfteler, kuru etlerle beslenip, saatlerce keşifler peşinde yürüdükten sonra, dönüşte görüşmek üzere!
Harika bir haftasonu olsun!


26 Mart 2015

İstanbul 34. Film Festivali baş-lı-yoooor!

Film festivali denildiği anda bundan on sene öncesine ışınlanıyorum.

Cihangir'de yaşadığım ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okuduğum yıllara... Kitap okumak, eşofmanım ile renkli Converse'lerimi ayağıma çekip aylak aylak Taksim'de dolanmak, kitapçılarda saatler geçirmek için o kadar fazla zamanım vardı ki o yıllarda.

Bir de o dönemler Radikal Gazetesi'nin, Radikal Genç diye bir eki vardı. Oraya yazılar yazıyordum. Şimdi ne kadar olduğunu tam hatırlamıyorum; ama yayınladıkları yazılara karşılık cüzi bir miktar ödeme yapıyorlardı. O telifi, beni yeni yazılar için besleyecek kaynaklara yatırmayı prensip edinmiştim.

Bu yüzden, paranın hesabıma yattığı gün, gidip kendime bir kitap alıyordum. Taksim'de sağda solda oturup o kitabı okuyordum. Bir de mutlaka Alcazar Sineması'ndan bir bilet alıyordum. Alcazar Sineması, beni Avrupa Sineması ile tanıştıran yerdir.

Benim kuşağım Parliamet Sinema Kuşağı'nın başladığı saatte, anne ile babasından "Uyku saatin geldi." uyarısını alan, can çekişen yavaşlıkta internete bağlanıldığında ev telefonunu uzun süre meşgul ettiği için azar işiten kuşak. Sinema, bizim için oldukça uzun bir süre Hollywood yapımlarından ibaretti. Bu yüzden beni en çok etkileyen yapımlarla kaynaşmaya başladığım nokta olan yer Alcazar Sineması benim için hayatım boyunca çok anlamlı kalacak ve artık olmaması karşısında hep burukluk duyacağım bir şey.

Aynı yıllarda, film festivallerinde, sinema kapılarında uzanan upuzun kuyruklara, salonda boş yer kalır umuduyla girmeye başlamıştım. Şanlıydım herhalde, gündüz seanslarında hep yer buluyordum. Bir günde üç film izlediğim bile oluyordu.

Bugün bütün filmlere internet üzerinden hemen erişim sağlayabilsek de, benim için İstanbul Film Festivali, İstanbul'daki ilk seneme tatlı bir selam verme şekli. O yüzden bir Lale Kart sahibiyim ve film festivallerini de asla pas geçmiyorum.

Herkes listeler yayınlarken, bir liste de ben yapayım istedim. Benim bu seneki filmlerim huzurlarınızda:

Im Keller (Bodrumda) 

Görünmez olmak pek çoğumuzun hayalidir. Ulrich Seidl, bizi bodrumlara davet ediyor. İnsanların bodrumlarda neler yaptığını anlatan, gözden uzaktaki bu mahrem alanları izleten, takıntıları konu edinen bir film Im Keller. Pahalı mobilyalar, silahlar, cinsellik, faşizm, aşk, aşksızlık içerikli bir belgesel. Farklı olacağı garantili.


Inherent Vice (Gizli Kusur)

Paul Thomas Anderson'un yeni filmi, aynı isimli romandan uyarlama. Neredeyse herkesin "kaçırırsanız üzüleceğiniz" filmler listesinde yer alıyor. 60ların sonları, hippilerin son demleri, Amerika, güzel kafalar, dedektiflik, karmaşık ilişkiler, ilginç karakterler ve harika kostüm tasarımları vaad ediyor.



Victoria


Film, başkahramanının adını taşıyor. Arka fonda Berlin var. Benim gibi Berlin aşıkları için filmi izlemek için bu bile yeterli bir neden olabilir. Victoria, Berlin'e yeni taşınmış, Almanca bile bilmeyen, sosyal bir çevre edinmeye çalışan ve heyecan arayan bir kadın ve bu heyecan arayışı onu bir banka soygununa götürüyor. 140 dakikalık bir plan sekanstan ibaret bu filmin, Berlin'de en iyi görüntü yönetmenliği ödülü de var.

Sebastian Schipper, yönettiği filmi oldukça kışkırtıcı bir biçimde tanımlıyor: Bu bir banka soygunu filmi değil. Bu bir banka soygunu.


45 Years (45 Yıl)

Evliliklerinin 45. yılını kutlayan bir çift. Hayatlarında her şey tıkırındayken, adamın elli yıl önce kaybolan ilk aşkının buzlar altında cesedi bulunuyor. Geçmişi sorgulamaya, evliliğin karanlık yanlarına çağıran, Sundance'te oldukça konuşulan, Berlin'den iki ödül kapan bir film. Samimiyet konusunda yönetmenin ustalığı takdir ediliyor, oyunculuk ise bu filmin en iddialı kısmı.


Eisenstein In Guanajuato (Eisenstein Meksika'da)

Film festivallerinde hep biraz içe döndüğümüz, hafiften depresifleştiğimiz, drama üstüne drama izlediğimiz bir gerçek. Bu film, Rus yönetmenin on günlüğüne gittiği Meksika'da yaşadığı tutku patlaması dönemini konu alıyor. Peter Greenaway'in en iyisini izlemek beklentisiyle değil, eğlenmek için gidilesi...



Phoenix (Yüzündeki Sır)

Festivalin en iddialı filmlerinden biri de Christian Petzold'den Phonix. İkinci dünya savaşındaki toplama kampında yüzü tanınmaz hale gelen kadın estetik yaptıyor ve kendisinin kim olduğunu bilmeyen kocası ile yakınlaşmaya çalışıyor. Almanya tarihi, toplumsal sorgulamalar, insanın hem kendisi hem başkası olması gibi konulara, bambaşka bir kurgu ile bakıyor. Çok konuşulacak, o yüzden kaçırılmamalı.


Sarmaşık 

Türk filmlerinden benim seçimim, Tolga Karaçevik'in Mısır'daki bir limanda borcu yüzünden tutulmuş bir gemide rehin kalan altı adamın hikayesini anlatan Sarmaşık oldu. Toplumsal zıtlaşmalar ile çekişmelerin altı kişi üzerinden anlatılması ilginç olabilir. Sundance'te bu sene gösterilmeye hak kazanan filmlerden biriydi.


The Duke of Burgundry (Burgundry Dükü)

Zengin adam fakir kız senaryosunu alın, adamı çıkarın, zengin kadın yapın.  Bir tarafın daha geleneksel bir ilişkiden yana, diğerinin daha erotik olanın peşinde olduğunu düşünün. Çıplaklık olmadan iç gıdıklayan, gotik bir film bu. Mavi Saçlı Kız'ın cüretkar sahnelerinden bir yıl sonra, bu seferki festivalde Peter Strickland bizi karanlık tarafa çağırıyor ve iki kadının ilişkisine bambaşka bir bakış vaad ediyor.


B-Movie Lust & Sound in West Berlin (B Filmi: Batı Berlin'de şehvet ve müzik)

NTV Belgesel kuşağında yer alan bu film 1980'lerde Berlin'i anlatıyor. Müzik, sanat, kaos, punk, pop, işgalciler... Bugün Berlin'e bayılanların elbette ki bayılacağı, o şehrin bugün nasıl böylesine çok kültürlü olduğuna ilişkin bazı soru işaretlerinin cevabının bulunacağı bir film.


Ghadi

Bir Lübnan masalı. Bağnazlık üstüne bir komedi. Renkler, masalsı havası, afişinin güzelliği, Lübnan'ın dokusu, bambaşka bir bakış için, bu seneki"risk alıp izleyeceğim" filmim.


Preggoland (Hamileler Diyarı)

Kanadalılar son yıllarda inanılmaz iyi müzikler yapıyorlar. Film konusunda da kötü olamazlar gibi bir iç güdüye sahibim. Ayyaşlığın eşiğinde, hala baba evinde oturan 30lu yaşlardaki Ruth'un hamile olduğu yalanını söylediğinde, etrafındaki herkesin yaklaşımının nasıl değiştiğini anlatan bu film, hala "Evlenmeyi düşünmüyorum." diyenlere göre.

Sadece ismini veya afişini beğendiğim için bilet aldığım birkaç film daha oldu. Bu da benim film festivali oyunum. Rastgele seçtiğim bu filmlerin, hayatım için bir anlamlı mesaj taşıyacağına içten içe inanıyorum. Şiddetle tavsiye ederim, çok eğlenceli oluyor. 

İzlemeyi istediğim halde, o günlerde başka işlerim olduğu için bilet alamadığım ama harika olacaklarını düşündüğüm diğer filmler, Yeni Kız Arkadaşım, Pride ve Doğada Tek Başına. Bir de korku filmlerini tek başına izleme yeteneğim olsaydı Peşimdeki Şeytan, festivalin iddialı filmlerinden. 

Filmlerle kalın!

24 Mart 2015

Şeker orucu, sağlıklı pratik yemek tarifleri ve juicing

Bundan sanırım iki sene kadar önceydi. Kesinlikle kilo veremeyenleri bile forma sokmasıyla meşhur bir diyetisyen ile tanışmıştım. Tamamen tesadüfen, ortak tanıdıklar vasıtasıyla bir restoranda, aynı masada oturmuştuk.

Adam, kendisinden danışmanlık filan almamamıza rağmen, bizimle beslenmeye ilişkin bilgilerini bonkörce paylaşmış, sorduğumuz her soruya cevap vermişti. Yine de aklımızı çelememişti. Her an yediğimiz her şeye dikkat etmek, katı yasakların olması, alkolden tamamen vazgeçmek gibi sonuçlara ulaşan tutkuyla savunduğu ilkelerini, biz fazlasıyla radikal bulmuştuk.

Masadan kalktıktan sonra da, saatlerce adamın dedikodusunu yapmış, inanılmaz sıkıcı bir hayat yaşadığı konusunda ve sağlık konusunda bu kadar takıntılı olmanın hastalıklı olduğu konusunda fikir birliğine varmıştık. Ayrıca adamın vücudu oldukça fit ve kaslıydı; ama görünüşü genel olarak sağlıklı ve dinç değildi. Tam tersine cildi soluk, yüzü zayıflıktan çökmüş bir haldeydi.

Bütün bunlara rağmen, o geceden aklımda tek bir cümle kaldı: "Şeker, vücudunuza alabileceğiniz en zararlı şey. Hatta kokainden bile daha zararlı."



Ben çayı kahveyi şekersiz içenlerdenim; ama diğer yandan tatlıya çok düşkün bir insanım.

Sabah kahvaltıda kremalı pasta yemeye bayılır, kahvemin yanında çikolatayı eksik etmez, pek çok öğünde yemek yerine tatlı yerim. Hayatımdan pek çok gıdayı hiç zorlanmadan çıkartabilirim; ama çikolata için aynı şeyi söylemem. Sık sık tatlı krizlerine girer, her şeye üşenirken, pasta veya çikolata almaya kesinlikle üşenmem.

Annem bundan üç ay kadar önce sağlıklı beslenme için danışmanlık almaya başladı. Bu süreçte de gerçekten inanılmaz bir irade ile de bütün beslenme tarzını değiştirdi. Adana'daki meşhur ciğerci BirBiçer'de yalnızca haşlanmış karnıbahar yiyen ilk ve tek insan olarak tarihe bile geçti. Beslenme düzenini değiştirmesinin üzerinden çok uzun bir zaman geçmemiş olmasına rağmen, vücudundaki verilerin inanılmaz olumlu bir seyir izlemesi gibi gelişmelerin yanı sıra, görünüşünde de gözle görülür değişimler oldu.

Alışkanlık ve eylemlerin bulaşıcı bir etkisi vardır ya, bunu gözlemledikçe, kendi beslenme düzenim hakkında biraz kafa yormaya başladım. Bir sabah uyanıp, bütün hayatımı değiştirmeye, çok daha sağlıklı bir insan olmaya karar vermeyecektim muhtemelen. Minik minik değişiklikler bile yapsam benim için kar olacaktı.

Düşündüm taşındım, o bahsettiğim diyetisyenin şekere dair söyledikleri aklıma geldi, biraz araştırma yaptım ve "Şekeri hayatımdan çıkartabilir miyim acaba?" diye sordum kendi kendime. Ve test etmeye karar verdim.

"Şeker orucundayım." dediğimde, hep aynı soru ile karşılaştım: "Hangi şeker?"
Benim ilk hedefim bildiğimiz beyaz ve esmer şekerdi. Yani her türlü paketli abur cubur, çikolata ve her türlü tatlı. Meyvenin içindeki filan şekere hiç kafayı takmadım, hiç bir sınırlama veya yasak getirmedim.

İlk günlerde çok zorlandım. Çünkü niyetlendiğim gün ofiste en sevdiğim eklerden bir paket vardı, ertesi gün kardeşim leziz görünen bir kutu profiterol ile eve geldi, ondan bir sonraki gün de İstanbul'da en iyi olduğu söylenen bir katmer fırından yeni çıkmış olarak karşıma kuruldu.

"Hayır." demek çok zordu; ama diğer yandan da daha bu kadar kısa zaman içinde pes etmeyi kendime yediremediğimden, içim giderek "Şeker orucundayım" dedim ve bunları yemeyi reddettim.

Sonra gerçekten kolaylaştı. Kuruyemiş taşımak ile hafif acıkmışken kek ve kahve yerine, salatadan yana tercih yapmak bir süre sonra kendiliğinden oluyor ve açıkçası hiçbir büyük eksiklik de hissetmedim ilk günlerden sonra.

Yaklaşık yirmi gündür "şeker orucumu" sadece bir kere bozdum ve tatlı yedim. Bu aralar beni her gören "Sen ne kadar kilo vermişsin." diyor. Ve hayatımda değiştirdiğim şimdilik tek şey, şekerin kıçına tekmeyi basmak oldu.

Bu konu hakkında yazılan sağlık yazılarını okudukça daha çok ikna oluyorsunuz ki, şeker gerçekten vücudunuza oldukça zararlı. Ben "yasak" kelimesinden hoşlanmıyorum, insanın kendisini keyif aldığı şeylerden tamamen mahrum bırakmasına da karşıyım. Ama gündelik beslenmeden şekeri çıkartmak gerçekten sağlıklı yaşam için güzel bir adım olabilir.



Ayrıca biliyorsunuz, #dahaiyiben projem kapsamında evi köşe bucak toparlıyorum. Buna haftada yalnızca bir iki saat ayırabildiğim için oldukça yavaş ilerlediğimi kabul etmeliyim. Yine de güzel şeylere vesile oluyor. Yıllardır bir yerlerde görüp kesip sakladığım yemek tarifleri evin her yerinde dağılmış haldeyken, onları bir kutuda topladım. Her gün bir tanesini seçip deniyorum.



İlk gün en kolay tarif ile başladım: Ispanaklı ve avakadolu salata. 

Ispanakları güzelce yıkadıktan sonra, marul ve ıspanağı dilediğiniz büyüklükte kesiyorsunuz. Evden dışarı çıkmayacaksanız, soğanları da halka halka dilimliyorsunuz. Bir tane de avokadoyu dilimledikten sonra, bunların hepsini karıştırıyor ve üzerine biraz dolmalık fıstık ekliyorsunuz. Sos olarak ben zeytinyağı ile elma sirkesi kullandım.

Avokadoya bayılıyorum ben, inanılmaz karakterli, siz canınız istediğinde değil, o yenmeye hazır olduğunda yiyebiliyorsunuz. Deneyerek, bir kaç avokadoyu çöp ettikten sonra, doğru kıvamı bulmayı öğreniyorsunuz. Hemen yiyecekseniz, markette satın alırken, yumuşamış ancak henüz kararmamış olanlardan alın. Aynı gün içinde tüketmeyecekseniz, taş gibi sert olanları tercih edin, bence yumuşatmak için gazete kağıdına sarmak gibi tavsiyeleri de unutun gitsin - gıdaları gazeteye sarmak hiç hoş değil-, ayrıca zaten dolapta bir kaç gün sonra kendiliğinden yumuşayacaklar.



İkinci tarifim, Fırında fesleğenli patlıcan olağanüstü lezzetli oldu.

Malzemeler: İki patlıcan, iki demet taze fesleğen, bir bardak un, bir yumurta, 1/3 bardak süt, pul biber, kekik, ketçap, acı sos ve küçük mozarella peyniri, iki diş sarımsak.

Patlıcanları şeritli olacak biçimde soyduktan sonra, iki santim kalınlığında dilimliyorsunuz. Bunları önce una, sonra yumurta ile süt karşımına batırdıktan sonra, yağlı kağıt yerleştirdiğiniz fırın tepsisine diziyorsunuz. Üzerlerine kırmızı biber ve kekik karışımından döküyorsunuz. Bunlar 180 derece ısıtılmış fırında 15 dakika pişiyor.

Bu sırada, bir sos tenceresinde ketçap, acı sos, sarımsak ve ince ince dilimlediğiniz fesleğenleri ateşte biraz karıştırıyorsunuz. Fesleğenlerin hepsini kullanmayın, en son servis için de ihtiyacınız olacak.

Patlıcanlar fırında piştikten sonra çıkartıyorsunuz, üzerine hazırladığınız sostan biraz koyduktan sonra, birer parça mozarella peyniri yerleştirip tekrar fırına veriyorsunuz. Bu sefer beş dakika kalması yeterli. Peynir eridikten sonra, çıkartıp servis tabağına diziyorsunuz ve üzerlerini fesleğen yaprağı ile süslüyorsunuz.

Üstelik de fesleğen, aşk tanrıçası Erzulie'nin bitkisiymiş ve aroması afrodizyak etkiliymiş, aklınızda bulunsun :)


Haftasonu da Le Meridien İstanbul'da Vitalis Life'ın lansmanına katıldım. Vitalis Vife, son zamanlarda oldukça popüler olan juice kürlerini uygulamak isteyen ama bunları hazırlamaya vakti olmayanlar için, juice hizmeti sunan bir şirket. Juice kürü yapmaya karar verdiğinizde, siparişinizi veriyorsunuz ve onlar sizin için hazırlayıp, ev veya ofis adresinize taze taze getiriyorlar.

Lansmanda ayrıca, 102 kilodan 84 kiloya düşen ve kendi serüveninden yola çıkarak bir kitap yazmaya karar vermiş olan Cenk Kıral da, JUICING kitabını tanıttı. İki şekilde juicing'i hayatımıza uygulayabileceğimizden bahsetti. Ya mevzim dönümlerinde, bir kaç günlük detox kürlerini yaparak; ya da daha güzeli her gün sabah kahvaltısı veya akşam yemeği yerine bir şişe juice içmeyi hayatımızın bir parçası haline getirerek...

Açıkçası bugüne kadar böyle bir kür yapmaya hiç ilgi duymamıştım. Bu etkinlikte pek çok ürünün tadına baktım ve düşündüğümden daha lezzetli olduklarını fark ettim.




Pazar sabahı da güne ıspanak, limon, taze zencefil, yeşil elma ve salatalıktan oluşan juice ile başladım. Hiç fena olmuyormuş, hem çok tok tutuyor, hem de gerçekten pratik.

Önümüzdeki iki haftasonu yurtdışında yeni keşifler peşinde olacağım; ama bir sonraki haftasonu için böyle bir kür uygulamaya karar verdim. Bakalım nasıl oluyormuş...

Sağlıkla kalın!


22 Mart 2015

Yeni çağda temel ihtiyaçlar: Saatin kaç olduğunu boşvermek, dans etmek, kesmek biçmek çizmek boyamak.

İki farklı "hayatı iyi yaşama" öğretisi arasında bölünüyoruz. 

Birileri diyor ki, yavaşlayın, çok fazla şey yapmayın, zihninizi boşaltın, hayatınızı arındırın, huzuru bulun, kendinize sık sık yapmanız gereken hiçbir şey olmayan zaman dilimleri yaratın.

Diğerleri diyor ki, hayat kısa boşa harcanacak zaman yok. Yaşlandığınızda dinlenmeye bol bol vaktiniz olacak. Hazır enerjiniz varken, yapabileceğiniz kadar çok şey yapın.

Ben hayatımın yaklaşık son on senesinde ikinci gruba ait hissettim kendimi. Ajandamda yapabileceğimden fazla plan ve iş olması sebebiyle bazen "çok yoğunum ve yorgunum" diye söylensem de, aslında bundan bir haz duyduğumu itiraf etmem lazım. Çünkü bir şeyleri kaçırıyor olma hissinden nefret ediyorum. Nihayetinde insan aç gözlü, hiçbir zaman tatmin olamıyor, her zaman daha fazlasını istiyor.

Gittiğim her yerden, sohbet ettiğim her insandan yepyeni fikirler ediniyorum, çok şey öğreniyorum. Sürekli oradan oraya koştururken evet belki çok yoruluyorum ve çok az uyuyorum; ama bütün bu süreçte geriye baktığım zaman, bu tempo bana çok şey kattı: Daha hoşgörülü bir insan oldum, pek çok şeyi umursamamayı öğrendim, damak zevkim çok gelişti, pek çok ülke ziyaret ettim, vücudum direnç kazandı (olağan üstü durumlar hariç - zehirlenmek gibi- hiç hasta bile olmuyorum), her konuda daha pratik bir insan oldum, kısıtlı zaman karşısındaki panik hissimi büyük ölçüde yendim...

Hepsinden çok daha harikası, yalnızca yoğun bir tempoda çalışan ve ciddi bir iş yapan bir insan olabilecekken, yaptıklarımı paylaştığım bu bloga yolu düşen harika insanlardan harika mailler aldım. Birilerini, bir şeyleri yapmak, harekete geçmek, ertelememek konusunda gaza getirebilmiş olmak bile başlı başına gerçekten mükemmel bir şey! 

Ancak bütün bunların arasında, ruhumun ihtiyaç duyduğu bazı şeyleri unuttuğumu fark ettim. Oturup düşünerek değil, tesadüfen yaptıktan sonra, bana ne kadar iyi geldiğini fark ederek...



Bunlardan ilki kesinlikle dans etmek. 

Dün akşam yemekten sonra, Mr. Feelgood'un "sen çok seveceksin." dediği, Caddebostan'daki Ayı Disko'ya gittik. Evet çok kalabalıktı, yaş ortalaması bize kıyasla çok küçüktü; ama bizim dinleyip konserlerini kovaladığımız müziklerle alakası olmayan ve "leş" diye tabir ettiğimiz şarkılar ardı ardına çalarken, saatlerce dans ettim. Nasıl ihtiyacım varmış, en son ne zaman böyle dans ettiğimi hatırlayamadım bile. Oradan çıktığımda, tatilden dönmüş gibi rahatlamış, pamuk gibi olmuştum.

İkincisi saatin kaç olduğunu boşvermek

Genellikle saate bakmak, benim için göz kırpmak kadar içgüdüsel bir şey. Çünkü hep, 'bir sonra' yapılacaklar oluyor aklımda. Söz verdiğim bir arkadaşım, ofis için yapmam gereken bir iş, yakalamam gereken bir uçak, bilet almış olduğum bir etkinlik...




Bugün, çok sevdiğim ama ne zamandır görüşemediğim arkadaşlarımla, daha önce bahsettiğim Kolektif House'un Brunch etkinliğinde buluştuk. Bu mekanı çok sevdiğime karar verdim. Güzel insanlarla dolu oluyor, rahat bir ortam sunuyor ve iyi etkinlikler yapıyor. 

Canlı jazz müzik eşliğinde, lezzetli salatalarımızı kaşıklarken, merdivenlerde bağdaş kurup oturmuş laflayarak ve mayışarak saatler geçirmek ve bir yere yetişmek zorunda olmamak, gerçekten harikaydı.

Ve sanırım, zamanı ciddiye almadığınızda, zamanı daha kaliteli geçiriyorsunuz. Tam bir pazar moodu yaşadım, sevdiğim insanlarla ve keyifle...

Üçüncüsü de, kesmek, biçmek, dikmek, boyamak; el işi yapmak. 

Muhtemelen yaptığınız iş veya tutkuyla peşinden gittiğiniz hobi el işi ile bağlantılı değilse, Pinterest'te DIY projelerinden oluşan bir albümünüz var; ama ya el işi konusunda yeteneksiz olduğunuzu ya da her şeyin hazır satılanı olduğu için uğraşmaya değmeyeceğini düşünüyorsunuz.

Bu tip aktivitelerin bir nevi meditasyon olduğunu henüz keşfettim. Bir fikre mi ihtiyacım var, bir konuda karar mı veremiyorum, kesip biçmeye veya boyamaya başlıyorum. Bir süre sonra aklımı kurcalayan o şeyi çözdüğümü fark ediyorum. İnternette milyonlarca fikir ve proje var, denemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. 



Asmalımescit'teki Studio Masterpiece, "Ben çöp adam bile çizemem." diyenlere, eve asılacak tablolar yaptıran etkinlikler düzenliyor. Siz yapmak istediğiniz tabloyu seçiyorsunuz ve onun yapılacağı günde buranın yolunu tutuyorsunuz. 

Resim akımları ve ressamın hayatı hakkında biraz bilgilendikten sonra, resminize başlıyorsunuz. Fırçayı nasıl tutacağınızdan, boyayı ne kadar alacağınıza kadar her konuda sizi yönlendiriyorlar. Her bir adımda ne yapacağınız önce size anlatılıyor, sonra gösteriliyor. Hatta yapabileceğiniz hataların ne olduğunu bile öngörüp, ne yapmamanız gerektiğini bile söylüyorlar. 

Siz yaparken de, eksik veya hatalı bir şey olup olmadığını kontrol ediyorlar. 




Adım adım derken iki saatin sonunda elinizde kendi yaptığınız bir tabloyu tutar halde oradan çıkıyorsunuz. Ödediğiniz ücrete, malzeme de dahil, yanınızda hiçbir şey götürmeniz gerekmiyor.



Biz çok keyifli bir akşam geçirdik, çıktığımızda metroda hepimizin elinde aynı tablonun olması çok eğlenceliydi ve yaptığım tablo da yatak odamda harika duruyor. 



Bir gün de pazardan aldığım kumaş parçaları ile kendime clutch diktim. 

Öncelikle çantanızı ne boyutta istiyorsanız o boyutta dört parça kumaş kesiyorsunuz. İki tanesi dışında kalacak olanlar, iki tanesi astar için. Ben astar olarak kullanacağım parçalardan birine, minicik bir de cep dikmeyi tercih ettim, çünkü cepsiz hiçbir çantayı kullanamıyorum.



Sonra bu kumaş parçalarını üst üste koyup kenarlarından dikiyorsunuz. Dikiş makineniz varsa zaten işiniz zaten oldukça kolay. Yoksa da dikiş hatalarını kamufle etmek için, dikişi göstermeyecek dokuda bir kumaş kullanmanızı tavsiye ederim.



Astar parçaları içte, dış parçalar dışta kalacak biçimde üç kenarını da diktikten sonra, ters yüz edip fermuarınızı da diktiniz mi tamamdır, artık kendi tasarımınız bir clutch'a sahipsiniz!



Saati unutarak, dans ederek ve üreterek kalın!

18 Mart 2015

Şehirdeki en iyi risotto için: Antica Locanda

Yemek konusunda genel olarak uyumlu bir insanımdır. Katı kurallarım yoktur, her yerde kendime yiyecek bir şeyler bulurum. Yalnızca iki şey söz konusu oldu mu, nispeten ukala ve kaprisli tavırlar sergilerim. Bunlardan ilki elbette ki kebap. Bir Adanalı olarak, çoğu zaman "Bu kebap bile değil, uzun köfte." cümlesini kurup, suratımda memnuniyetsiz bir ifade ile önümdeki tabağı iterim. 

İkincisi de İtalyan mutfağı. Son üç senedir en uzun tatillerimde hep İtalya'ya gidiyorum, Napoli'den, Milano'ya gerek şık restoranlarda, gerek sokak aralarında çeşit çeşit yemek tattım. Lokallere sordum, "en iyi" dedikleri yerleri kovaladım, sokağına girmesi dahi korkutucu pek çok mekanda lezzetle kendimden geçtim. Bu yüzden de bu konuda biraz bilmişlik taslama hakkımı kendimde görüyorum ve "çok iyi" diye tabir edilen pek çok İtalyan restoranı için "eh işte" diyorum. 

Ve sonunda, beni gerçekten mutlu eden ve İstanbul'daki en iyi İtalyan restoranı olduğunu düşündüğüm Antica Locanda'dan bahsetmeye hazırım.



Arnavutköy'deki Rum Ortadoks kilisesinin hemen bitişiğinde tarihi bir bina burası. Bir zamanlar, kiliseye ait eski fırın binasıymış. Mimar Turhan Kaşo el atmış, harabeden çok romantik bir ortam yaratmış. Kapıdan içeri girdiğiniz anda güzel yumuşak sarı ışıklı, çok yüksek tavanlı bir ortama giriyorsunuz. Duvarlarda kült aşk filmlerinden harika siyah beyaz kocaman kareler. 

Romantik olan tek şey dekorasyon değil, aynı zamanda restoranın hikayesi. Beldan Erkkul, bundan yıllar önce İtalya'ya gidiyor ve şef Gian Carlo'nun Lucca'da bir villada yabancılara verdiği İtalyan mutfağı derslerine katılıyor. Da-dam, aşk, evlilik, İstanbul'a taşınma kararı, mekan arayışları derken Antica Locanda ortaya çıkıyor.



Tattığımız ilk şey zencefil ve roka yaprağı ile servis edilen somon tartar oldu. Ardından kurutulmuş domates, kuru meyveler ve beyaz trüf yağı ile servis edilen buratta peyniri gözümüzü şenlendirdi. Bir peynir ne kadar cezbedici olabilir, sorusunun cevabı budur. 




Başlangıçlardan ayrıca, parmesan rendelenmiş dana carpaccio ile kızarmış kalamar ve levrek denedik. 

Carpaccio, İstanbul'daki diğer restoranlara kıyasla oldukça lezzetliydi; ama daha önce İtalya'da etin mekkesi olan Floransa'ya ayak bastıysanız başınızı çok döndürmeyebilir. O yüzden ben başlangıç olarak, ızgara levrek ve kalamar siparişi vermenizi tavsiye ederim. Kalamar uzun zamandır yediğim en lezzetli kalamardı. Oldukça da hafifti. Buraya yolunuz düşerse kesinlikle atlamamanız gereken bir lezzet. 




Gelelim İtalyan mutfağı denildiğinde ilk akla gelen şeylerden biri olan makarnalara. Hepsi şef tarafından hazırlanıyor ve taze taze tüketiliyor. 

Yemekte tatlı dokunuşları sevenlerdenseniz portakal ve ördekliyi; yoksa domates, jumbo karidesliyi tercih edebilirsiniz.





Şefin Milanolu olması sebebiyle ben en çok risotto için heyecanlanıyordum. 
Neden mi? Şöyle ki, ben bu ülkedeki seyahatlerimden önce, İtalyan mutfağının ülkenin her yerinde benzer biçimde olduğunu sanıyordum. Öyle değilmiş. Konu pizza olduğunda, Napoli başı çekiyor. İncecik hamurlu, kocaman pizzaların ana vatanı bu bölge. Roma'ya çıktığınız zaman, elbette harika pizzacılar var, ama makarna çeşitleri daha ön plana çıkıyor. Floransa'da boşuna iyi pizzacı aramayın. Artık et bölgesine girmiş oluyorsunuz. İnanılmaz marine edilmiş mide salataları, carpaccio filan burada her yerde, hatta sokakta her köşe başında. Risotto denildiğinde ise efsaneler Milano'da yapılıyor. 
Ve ne mutlu ki yanılmadım. İstanbul'da yediğim en lezzetli, içine krema filan karıştırılmamış, pirincin kendi suyu ve mayası ile pişmiş porcini mantarlı risotto önüme geldi. 

Etlerden konyak ile sotelenmiş, armut dilimleri üzerinde antep fıstığı ile servis edilen Picatte Di Vitello, masadaki herkesin favorisi oldu. 

Tatlı olarak mascarpone peynirinden yapılan tiramisu, dondurma ve creme brule tattık. Hepsi çok lezzetliydi, sonuçta İtalyanlar tatlı işini her zaman iyi biliyor.

Bana sorarsanız en kısa zamanda Antica Locanda'nın yolunu tutun. Başlangıç olarak, ızgara levrek ve kalamar, ana yemek olarak da risotto ve Picatte Di Vitello söyleyin. İki kişi tıka basa, lezzetle doyun.
İtalyan usullerinin hakkını vermeniz için de bir püf nokta gelsin. Tatlının yanında sakın capuccino istemeyin. Çünkü İtalyan adetlerine göre, cappuccino yalnızca kahvaltıda içilir ve İtalyanlar kahvaltı dışında cappuccino siparişi verenlerle tatlı bir biçimde dalga geçmeye bayılır. :) 
Bir de son not, akşam pizza yeme hayali ile buranın yolunu tutmayın. Pizza yalnızca öğlenleri servis ediliyor. 
Lezzetle kalın!
Dip Not: Antica Locanda ile tanışmama vesile olan Cem'e de bir kere daha teşekkürler!




16 Mart 2015

#dahaiyiben : Yalnızca güzel anılar ve işlevsel eşyalarla dolu bir yatak odası

Ben,  #dahaiyiben projeme kafayı takmış ve hayatımda değişiklikler yapmaya gönül koymuşken, hayat bir kere daha bana kağıt üstündeki planların temel olarak kağıt üstünde kalmaya mahkum olduğunu öğretti. 

Bir kere, hiçbir şeyi yapmak, ajandaya yazmak kadar kolay değildi. "Yatak odandaki çekmeceleri topla" kadar basit bir şeyin, esaslı bir dilekçe yazmak kadar uzun süreceğini dürüst olmak gerekirse ben hesaplayamamıştım. Bütün bir hafta boyunca ofiste beynimin yanacağını, eve geldiğimde, bir çekmecenin içindeki kullanılmayan eşyaları ayıklamaya bile halim olmayacağını, şakır şakır yapılacaklar listesi çıkartırken unutmuştum. 

Ve tabii ben o planları yaparken, babamın hastaneye kaldırılıp anjiyo olacağını, kalbine stent takılacağını bilemezdim. Bugüne kadar ne annemin, ne babamın ciddi bir rahatsızlığına şahit olmamıştım. İnsan, uyuşuyormuş, hayatında geri kalan her şey bütün önemini yitiriyormuş. Bir kaç gün ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemez halde buldum kendimi. 


Bir de olumlu bir ruh hali içinde olmanın ne kadar harika ve güç verici olduğunu bir kere daha öğrendim bu süreçte. Babam, ameliyattan çıktığının ertesi günü bile o kadar şakacı ve keyifli görünüyordu ki, o ruh haliyle hepimizi rahatlattı. Hastane odasında oturmuş, kahkahalar atan bir aile düşünün. Eğer ki babam, "Ah başıma gelenler, bittim." gibi bir ruh hali içinde  veya hastalık hastası pimpirikli bir halde olsaydı kesinlikle bu ortamı yakalayamazdık. Ne kendisini hasta psikolojisine soktu, ne bizi panik haline ve bugün taburcu oldu. İki hafta sonra da ailecek Saraybosna'ya gidiyoruz. 

Ve tabii bu arada, iş, para, planlar filan, hepsinin hikaye; insanın sevdiği insanlarla vakit geçirmesinin ne kadar harika ve önemli olduğunu hatırladım. 

Belki de John Lenon "Hayat sen planlar yaparken başına gelenlerdir." derken sandığımdan daha haklıydı.


Planlarımın çoğu kağıt üstünde kalmış olsa da, bu bir hafta içinde yatak odamı baştan yarattım. Gerçekten olabileceğim en eleştirici şekilde kendi yatak odamı gözden geçirdim. Çok fazla eşya vardı, çok dağınıktı, çok bunaltıcıydı.

Rehber kitabım "İdeal olarak yatak odanız kişisel sığnağınız olmalı. İçinde güzelce uyuyabileceğiniz, yenilenebileceğiniz ve bir sonraki çılgın güne hazırlanabileceğiniz huzurlu ve özel bir alan..." diyordu. Benimki ise, yıllardır kimsenin uğramadığı, kaybolan ve sahipsiz eşyalar deposu gibiydi.

Öncelikle bu odada neler olmasını istediğimi düşündüm. Baktığımda beni mutlu edecek objeler ile sabah uyandığımda hızlıca ulaşmaya ihtiyaç duyacağım çorap, iç çamaşırı ve havlu gibi fonksiyonel eşyalar. 

Dolaplarda, raflarda ne varsa, hepsini yere döktüm. Vazgeçilmez olanlar hariç, hepsini bir poşete koyup kapının önüne attım. Bir koca çöp poşeti eşya gitti. Sonra da yatak odasına ait olmadığını düşündüklerimin tamamını kucaklayıp, daha sonra ilgilenmek üzere -atmak veya başka bir yere yerleştirmek- salonda bir köşeye koydum. 

İnternetteki her kaynak farklı bir ölçüm yolu verse de, hepsini deneyip doğru sütyen bedenimi buldum. Satın almış olduğum pek çok sütyenin yanlış bedende olduğu gerçeği ile yüzleştim, bunların hepsini kaldırıp attım. Azıcık  bile eskimiş olan bütün iç çamaşırlarımdan kurtuldum.

Bütün mobilyaları oradan oraya taşıdım, farklı yerlerde nasıl durduklarına bakarak, en hoşuma gideni bulmaya çalıştım. Rehber kitabımdaki "Hiç bir zaman gereğinden ve ihtiyacından fazla dolaba sahip olamazsın." öğüdüne uyup, IKEA'dan çekmeceli bir şifonyer siparişi verdim. 

Temizledikçe daha çok rahatlayacağımı düşünüyordum; ama dürüst olmak gerekirse, bu aşamaya kadar hiç bir rahatlama hissetmedim. Çünkü uğraşıp durmanın yanı sıra, şifonyerimi bir türlü teslim etmeyen Yurtiçi Kargo ile kavga etmeye başlayıp daha çok gerildim. 

Ancak sona doğru değişikliği gördükçe mutlu oldum. Ve sonuç olarak, bir karmaşadan geriye, huzurlu ve beni mutlu eden bir yatak odası yaratmayı başardım.

Deneye yanıla öğrendiklerim umarım ki size de biraz ilham ve fikir verir.


* Mobilyaların fonksiyonlarını unutun, yerlerini değiştirin.

Bu parça aslında yatağımın arkasında duruyordu,çünkü aslında yatak başlığı. Ancak ben akşam yatarken yatağa taşıdığım su bardaklarını, Activia kutularını, çeşit çeşit dergi ve kitapları üstüne yığıyordum ve sürekli kalabalık ve dağınık görünüyordu. O yüzden yatağımın arkasından kaldırdım, yatağımın tam karşısındaki duvara yerleştirdim ve bir sergi alanı yaptım.

* Sizi mutlu eden objeleri dolapların içine hapsetmeyin. 

En sağdaki daktiloyu, annem ile Weichnachtsmarkt turuna çıktığımızda Almanya'da bir bit pazarından almıştım, havalimanında çok eğlenceli anlar yaşatmıştı bize.  Her baktığımda hem o seyahati anıyorum, hem de içimdeki üstüne sabahlık geçirip saatlerce aşk mektubu yazmak isteyen romantik kadını hatırlatıyor bana. 


* Renklerine göre gruplama yapın. 

Bunu yakın bir zaman önce keşfettim. Birbirinden alakasız; ama aynı renk tonlarındaki objeler bir arada harika görünüyor. Eşyalarınızı nasıl yerleştireceğinizi ve gruplandıracağınızı bilemediğiniz zamanlarda renklerine göre gruplandırın. Vücut jelleri, biblolar, Hint inanışına göre şans getiren içi boş kutular, parfümüm ve şekerler bir arada. 


Mavi kutunun içinde ilaçlar var. Odanın tonuna uygun kutular, sevimsiz her şeyi kamufle etmek konusunda harikalar yaratıyor. En soldaki siyah kutu ise aslında bir takı düzenleyici. 


* Temel kural: Evinize bir rafı veya çekmecesi olmayan hiçbir mobilyayı sokmayın. 

Bu kural da yine rehber kitabımdan. Eve aldığınız her mobilyanın bir depolama gözü olduğundan emin olmanızı tavsiye ediyor. Bu dümdüz ahşap gibi görünen mobilyanın aslında iki yandan açılan gizli rafları var. Dünyanın yayıntısını topluyor. 


Ben en üst camlı kısmına çok çaba harcamadan ulaşmak istediğim güneş gözlüklerim ile eldivenlerimi koydum. Gözlükler ve eldivenler benim evin içinde en çok kaybettiğim şeyler listesine net girer. Artık sabit bir yerleri var.


* Sabah yanlış renk çorap giymemek veya çorap aramakla zaman kaybetmemek için farklı kutularda saklayın. 

Ben sabahın köründe siyah çorap giydiğimi sanarak evden çıkıp, öğlen o çorabın aslında lacivert olduğunu fark ediyorum çoğu zaman. Veya desenli bir çorabımı bulmak için bütün çorap çekmecesini yere döküp, sonra onları toplamaya zamanım olmadığından öylece bırakıp evden çıkıyorum. Daha doğrusu -dum. Bunun sebebi, bütün çoraplarımı derin bir çekmecede, hepsi bir arada saklamamdı.

O çekmecede yalnızca en sık kullandığım siyah ince ve siyah opak çoraplarımı bıraktım. Diğerlerini, yani lacivertleri, ten renklerini, puantiyeli fiyonklu gibi desenlileri ayrı kutulara koydum. Kutuları da, ayakkabı kutularına dergilerden hoşuma giden görselleri yapıştırarak yaptım. Mesela ten rengi çoraplarımı koyacağım kutu için çıplak kadınları tercih ettim : )


* Açıkta dağınık duran objeler için küçük rafları veya sepetleri tercih edin.




Ben son yıllarda gittiğim her denizden taş veya kum taşıyarak bir koleksiyona başlamıştım. Ancak bunları nereye dizersem dizeyim, kavonozların şekli ve boyutları farklı olduğu için dağınık ve özensiz görünüyorlardı. Küçük bir rafın içinde daha zengin durdular. Deniz tatillerimden benimle birlikte dönen kum ve taşlar, babamın bana aldığı ve Güneşköy'deki evimizin terasında duran şezlongumun minyatür biblosu ve en arkada, Dolapdere Bit Pazarı'ndan aldığım vazonun içinde büyük boyutlu taşlar, bana yaz enerjisi veriyor. 



Hemen altında, şallarımı koyduğum sepetlerin arasından Mr. Feelgood'un bana aldığı çerçevenin içinde birlikte Londra'da çekildiğimiz iki fotoğraf beni karşılıyor. 

* Evinizde bir yerde acil hediye çekmecesi yapın. 


Sıradan bir hasır sepet gibi görünüyor; ama aslında bu hayat kurtarıcı bir şey. Tavsiyeyi Özgür Kızın Hayat Rehberi'nden aldım. Hediye almak harikadır; ama size alınan her hediyeyi kullanmıyorsunuz, değil mi? Kimisini beğeniyorsunuz; ama ihtiyacınız yok. Kimisi hiç tarzınız değil; ama içinden değiştirme kartı çıkmıyor veya süresi içinde değiştirmeyi unutuyorsunuz. Bu çekmece onların hepsini koyacağınız çekmece. Bu çekmeceye koyacağınız eşyaları hiç kullanmamış olmanız şart. Çılgın indirimlerden alacağınız hediyelikler de buraya girebilir. Böylelikle misafirliklere boş elle gitmez, son dakikada haberdar olduğunuz doğum günü partilerinde hediye alamadığınız için özür dilemek zorunda kalmazsınız. 


Havluları ve nevresimleri yerleştirdiğim şifonyer kulağa sıkıcı geliyor; ama orası bile beni mutlu ediyor. Geçen yazın son demlerinde Güneşköy'de ve Amasra'da çekilen çok sevdiğim iki fotoğrafım, hala bahsetmeye fırsat bulamadığım bir work-shop'ta yaptığım Picasso tablom, Dolapdere Bit Pazarı'ndan aldığım kırmızı retro telefon ve Kadıköy'de taptığım mağazalardan biri olan The Company'den aldığım içinde pasaportlar, gelecek etkinliklere biletler gibi eşyaların durduğu metal kutu burada duruyor.


Başucumdaki şifonyerin çekmecelerinde iç çamaşırlarım var. Üstünde taptığım şehirlerden biri olan Berlin fotoğraflarını koyduğum bir çerçeve, her koşulda uykuya dalma potansiyeline sahip olmama rağmen uyku kalitemi arttırmak için kullandığım uyku gözlüğüm, Beyrut'tan aldığım geleneksel motifler ile pleksi modernliğini birleştiren bardak altlıklarım ve önümüzdeki günlerde bahsedeceğim, aromaterapi yağım duruyor.

Sonuç olarak yatak odasının nasıl olması gerektiği hakkında kesin doğrular olamaz; orası sizin odanız. Nasıl olmasını istersiniz? Hiçbir eşya barındırmayacak kadar minimal mi, evin geri kalanına sığmayan bütün eşyaları depolayacak bir alan mı hiç fark etmez, önemli olan sizin isteğiniz ve hayal gücünüz ve sonunda kendinizi burada huzurlu hissetmeniz.


Bu arada keşfettiğim iki kahramandan da bahsetmek istiyorum. Reklam gibi olacak; ama değil malesef. -Ah keşke Rossmann bana sponsor olsa!- Almanlar bu kimyasal işini iyi biliyorlar kabul etmemiz lazım. Ve benim kadar tembel bir insanı bile tavlayacak pratik şeyler üretiyorlar. Bir tanesi cam silici bez. Bir halta yarayacağına inanmadan sadece denemek için almıştım, bayıldım. Islak mendil gibi; ama beş dakikada cam siliyorsunuz. Cam spreyiymiş, ovalamakmış, iz kalmasın diye gazeteymiş, valla hiç gerek kalmıyor. Diğeri de ahşap cilası. Mis gibi kokuyor ve toz tutmasını engelliyor. Sık, sür, tamam.


Keyifle ve düzenle kalın!

Pinterest'im

Instagram'ım