30 Haziran 2010

catch the rainbow

"DiyeLim ki Çeşme'ye gitmeye niyetlendik, İzmir'den nasıl gidebileceğimizi bir önceki yazından öğrendik, de nerede kalabiliriz orada?" derseniz ben bizim kaldığımız Rainbow Otel'i gerçekten gözüm kapalı tavsiye ederim.

Tam bu noktada yazıya bir teşekkür molası vermem gerekiyor: AEGEE'nin yaz okulu curcunası ile uğraşıyor olmasına rağmen, beni tam aradığım gibi bir otele yönlendirdiği için Haluk'a çoooook teşekkür ediyorum.

Herkesin öncelikleri farklıdır seyahat söz konusu olduğunda. Ben mesela otele ve uçağa en az parayı vermek isterim; ama gittiğim yerde yeme, içme, alışveriş fasılları söz konusu olduğunda hesap kitap yapanlara tahammül edemem.

Interrail maceramızda bile, seyahatlerimiz sırasında "i love it" diye bağırarak McDonalds'ın 1 euroluk hamburgerlerine kendimizi vuruyor olmamıza rağmen, gittiğimiz şehirlerde mutlaka o şehrin güzel bir restoranına dalıp yerel lezzetlerini keyifle tadıyorduk.

Ucuz otelde kalmak benim için tasarrufun ötesinde bir felsefe.
Düşünün şimdi öyle bir otelde kalıyorsunuz ki, inanılmaz rahat, aklınıza hayalinize gelecek her şey o otelin sınırları içinde var. Ne oluyor? Sabah bir türlü o yataktan çıkasınız gelmiyor, duşunuzu almanız 2 saat sürüyor, balkona çıkıp biraz etrafı izliyorsunuz derken günün 2/3'ü bitti bile. Sonuçta gittiğiniz yerde 5 gün de kalsanız keşfettiğiniz şeyler çok az oluyor, çünkü otel oldasına aşık oluyorsunuz.

Tam olarak bu yüzden ben leş olmayan, ama kıyasladığımız zaman sokakları daha cazip kılacak otelleri tercih ederim. (Sevgiliyle çıkılan tatilleri istisna olarak bir kenara ayıralım. :) )

Bu konuda benimle taban tabana zıt olan annem kardeşime tembihlemiş: "Onların 10 kişi bir otel odasına bir ay yaşadıkları oldu. Hazırla oğlum sen kendini karşılaşacaklarına." diye.

Kaldığımız otel tam olması gerektiği gibiydi. Tertemizdi, çalışanları çok ilgili ve tatlı insanlardı, koridorları aydınlıktı (bkz: yukarıdaki fotoğraf), mütevazı ama zevkliydi. Güzel de manzarası vardı.

Bir arkadaşımın "Çeşme'nin Taksim'i" olarak tanımladığı Ilıca'da takılmayı düşünüyorsanız, o taraftaki otelleri tercih etmeniz daha yerinde olabilir. Ama istikametiniz Ayayorgi ise taksi ile beş dakikada gidebiliyorsunuz oraya, Çeşme merkeze de yürüyerek gidip geldik biz.

İki kişilik oda fiyatı 130 TL, telefon numarası da: 0232 712 82 95
Giderseniz Hasan Bey'e de selamlarımı söyleyin. :)

tık!

Dip Not: İstanbul'da yağmurlu bir havada üstelik de hastaca yatarken bunları yazması biraz acı oluyormuş.

28 Haziran 2010

Babylon Aya Yorgi

Okurken dinleme tavsiyesi: Alexi Murdoch - Breathe

Ben bu yaz bronzlaşmak kendimle uzlaşmak yer yer yozlaşmak uzaklaşmak istiyorum.
-dum.

Kardeşimin doğum günü de vesile oldu, hadi sana hediye almak yerine seni Çeşme'ye götüreyim dedim. Bayıldı! Sonra yine uzun bir cuma gecesinden sonra sıfır uykuyla kendimi Sabiha Gökçen'deki Gloria Jeans'te sabah kahvemi içerken buldum.

Şimdi patronum bana " Van'da / Kars'ta bir dosyaya işlem yapılması lazım." dese oraya bile bayıla bayıla giderim. İstanbul'daki hayatımda yepyeni insanlar ve bol keşif var, yani uzaklaşarak kaçmak istediğim bir şey yok. Yine de "gitmeye" bayılıyorum. Zaten seyahat, seksten ve danstan sonra insanların hayatta en fazla keyif aldıkları fiziksel aktiviteymiş.

Buket Uzuner'in Yolda'da dediği gibi: "Yol ancak çıkıldığında hükmü sürülen bir taht, bittiğinde yenisini arzulatan hayati bir bağımlılık, kahve ve kitap kadar keyifli bir tiryakilik."

Şimdiye kadar ne zaman Çeşme'ye gittiysem yanımda hep İzmirli bir arkadaşım oluyordu. O yüzden benim yol yordam bilmeme, nereye, nasıl gidilir diye düşünmeme gerek kalmıyordu. Bu sefer öyle değildi. Havalanından otogar servisine bindim, 3kuyular değil, esas otogar. Orada ikinci katta Çeşme Turizm var, zaten İzmir'de olan kardeşim ile orada buluştuk ve saatte bir Çeşme- İzmir arasında çalışan otobüslerden birine atladık.

Bizi tam Çeşme Adliyesi'nin önünde indirdi. Tatilde bile adliyelerden kurtuluşumun olmadığı hakkında espriler yaptıktan sonra, midemiz guruldamaya başladı. Henüz kahvaltı etmemiştik. Aklınızda olsun, tam o Çeşme Turizm'in yanında böyle bir şeyler atıştırmalık salaş bir yer var, hellimli ayvalık tostu muhteşem lezzetli. Ekmeği, hellimiz, domatesin miktarı, tuzu yummy!


Karnımız da doyduktan sonra, otele eşyalarımızı bırakıp, bu sene Alaçatı'dan Ayayorgi'ye taşınmış olan Babylon'da aldık soluğu. i-pod'larımızı özlemeyeceğimiz kadar iyi müzik yapan bir yer istiyorduk, insanların şıkır şıkır takılarla, full makyajla takıldığı bir yer de olmamalıydı, o yüzden ilk tercihimiz Babylon oldu.

Cennette bir gün gibiydi.


Erken sayılabilecek bir saatte (11:00) gittiğimiz için ortalık oldukça boştu, canımızın istediği yerdeki, denize en yakın kısımdaki minderleri işgal ettik. Ortalık sakindi, müzikler nefisti, henüz güneş çok yakıcı değildi, buz kovasındaki biralarımız da keyfimizi arttırıyordu.

Pek çok kişi Babylon Alaçatı'dayken daha güzeldi fikrinde olsa da, ben burayı daha çok sevdim. Çünkü içte bir koy, rüzgar çok yok. Yani surf yapmak için değil de dalayım çıkayım yüzeyim keyif yapayım diye gidiyorsanız; Ayayorgi, Alaçatı'dan daha iyi bir seçim.


Denizden çıkardığım kabuklar da çok güzeldi. Sanki Babylon, cilalanmış muntazam deniz kabuklarını alıp denize rasgele serpiştirmiş gibiydi.

İlerleyen saatlerde de Babylon hala bir cennetti, ama bambaşka bir sebeple...

Öğleden önce sakinlik ve müzik yüzünden cennet diyordum. Öğleden sonra müzik çok kötüleşti. Yani şöyle kötüleşti, kısık ve sakin bir şekilde daha erken saattekiler kadar güzel olmayan bir şeyler çalıyorlardı, ama komşu beachlerden gelen rNb ve türkçe popların yüksek sesleriyle karışıyordu. Ortaya saçma sapan bir gürültü çıkıyordu. Gerçekten rahatsız ediciydi.

Diğer yandan etraf epey kalabalıklaşmıştı ve son zamanlarda gördüğüm metrekare başına en çok yakışıklı adam düşen yerlerden biri haline gelmişti.


Akşamüstü adını hatılamadığım bir DJ ile Babylon epey şenlendi. Müziğin sesi yükseldi, herkes dans etmeye başladı, üst kısımda yemek servis edilen yer kalabalıklaştı... Biz de oraya taşındık, yediğimiz her şey de gayet lezzetliydi.

Kum sevenlerdenseniz kumda değil çimde yatıyor oluşunuz, tuvaletlerin gerçekten uzak oluşu ve öğleden önceki sakinlik ile akşamüstü DJ performansına kadar geçen sürede diğer beach clublardan gelen müziğin baskınlığı eksi yanları.

Ama insanlar güzel olsun, kimse kimseye sataşmasın, biralar buz gibi gelsin, lezzetli başka içkiler de olsun, acıkırsam lezzetli çeşitlerle karnımı doyurabileyim, deniz dalgasız ama mis gibi olsun, müzik de çok bangır bangır olmazsa iyi olur kalanı mühim değil diyorsanız; Babylon Ayayorgi'ye yolunuzu mutlaka düşürülmeli ve bir günde hızlısından şarj olmalısınız!

Özellikle de İstanbul bir türlü bahar mooduna bile girmeyi başaramamışken...

güneş aşkı ve pazartesileri keyiflendirme formülü

İş çıkışı eğer bir planım yoksa, eve gitmeden önce Cevahir'e uğramak adetim oldu. Cevahir'e bayıldığımdan kesinlikle değil. Mimarisi de, ortamı da iç bayıcı; gelgelelim tam yolumun üzerinde ve içinde işime en çok yarayan bütün mağazalar var: D&R, Watsons ve Body Shop'a uğrayıp ufak tefek bir şeyler alıp, Starbucks'ta soğuk bir şeyler içerek ve vitrinlere bakarak trafik saatlerini atlatmak iyi geliyor.

Geçenlerde Watsons kasasında sırada bekliyorum. Tam kasanın yanına seyahat setlerini koymuşlar, daha o günün sabahında şehre gelmiş olmama rağmen benim bile canım seyahate çıkmak istedi.

Arkamda da bir çift var.
- Aşkım biz ne zaman birlikte tatile çıkacağız? (Tabii ki dişi olan bu soruyu soran.)
- Bebeğim bu aralar maddi olarak çok rahat değilim ya biraz ertelesek...
- Ya hem benim biraz param var bir kenarda sana yük olmam. Ya da istersen yazlığa filan gidebiliriz çok da para harcamamış oluruz.
- Haziran ayı biraz sıkışık ya benim için.
- Tamam o zaman temmuzda iki kere tatile çıkalım?
- Temmuzda da staja başlayacağım ben.
- Ee benim bundan niye haberim yok?
- Daha kesinleşmedi o yüzden.

Neredeyse elimdeki alışveriş sepetini dönüp adamın kafasına geçireceğim veya kızın kolundan bir kenara çekip, "Kızım silkelen bir kendine gel, ya bu adamdan ya tatilden vazgeç sen en iyisi!" diyesim geliyor. Dudaklarımı ısırıp, sepetimi sıkı sıkı kavrıyorum karışmamak için.

Bu kadar zamanda bir şey öğrendiysem o da şu: "Bir insan bir şeyi yapmak isterse, koşullar ne olursa olsun yapar." Yani bu sadece kadın-erkek ilişkileri açısından değil, bütün hayata dair böyle.


"Param yok" ve "Zamanım yok" en yaygın iki bahanedir ve çoğu zaman söyleyenler kendilerini bile inandırırlar paralarının ve zamanlarının olmadığına. Aslında vardır, ama onlar bunları başka şey için harcamayı tercih ettikleri için söz konusu şey için paraları ve zamanları kalmaz. (Asgari ücretle bir aile geçindirenlerden bahsetmiyorum tabii ki. Öğrenci / yeni mezun hayatından bahsediyorum.) Bu hep böyledir. Kitap okumaya zamanım yok diyen birinin tv başında, internet başında ve yolda geçirdiği sürelerin toplamı nereden baksan haftada 100-200 sayfa eder; ama o kitap okumak yerine başka bir şeyi tercih ediyordur. Bir konsere gitmek için param yok diyen insan aslında o konserin parasını bir haftada biraya yatırıyordur. Bu örnekler çoğaltılabilir.

"Herkes kitap okumayı, seyahat etmeyi istemeli" demiyorum ben, herkes canı ne istiyorsa onu yapmalı diyenlerdenim tam tersine. Sadece anlamıyorum, bazı şeyleri yapabilmek için gökten bilmem ne kadar ekstra para veya bilmemkaç gün boş saat düşmesini bekleyenleri. "Sen nasıl her delikten çıkabiliyorsun?" diye şaşırarak soranları. Cevap çok basit: Ben bir şeyleri yapmak için çooook daha fazla zamanım olmasını filan beklemiyorum. "Şimdi bu koşullar altında bunu nasıl yaparım?" diyorum. Yorgunluk dışında bir zararını görmedim, ki beden yorgunluğu çabuk geçiyor.

Bu sene hiç iznim olmamasına rağmen tatil yapmak istiyordum ve haftasonu güneş aşkımın beni Çeşme'ye savurmasını sağladım. Keşfettiklerim, beğendiklerim, ilgimi çekenler, uyuz olduklarım tabii ki bu hafta burada olacak. Bir de ayrı bir müjdem var!

Bu blogta bir de anket yapmıştım, söyleşilere de başlayalım mı, diye. %76 oy ile "şükela olur" sonucuna ulaşmıştık.

Haftanın pek çoğumuz için en sevimsiz günü olan pazartesi günleri bu blogta bir söyleşi bulacaksınız. Amacım en sevimsiz gün olan pazartesi günlerimize güzel işler yapan gençleri taşıyarak pazartesileri daha güzel yapacak bir şevk bir motivasyon vermek. Hiç olmadı pazartesi günlerine keyifli bir yarım saat ekleyebilmek. Haftaya başlıyoruz!

25 Haziran 2010

Virginia Vanilya Vajina Vadaaaa*

Normalde huyum değildir, bir kitabı bitirmeden diğerine başlamam; ama bu sefer böyle denk geldi, üç tane birden okuyorum. Üçünün de tarzı ve içeriği bambaşka; ama üçü de çok sıradışı çok başka beyinlerin eseri. O kadar iyi geldiler ki; beş gün çalışmama ve üstelik de yazın ortasında havanın sürekli soğuk ve yağmurlu olmasına rağmen pek keyifli bir hafta geçirdim.


Biri Malcolm Gladwell - Outliers.
Bu kitabı okumayı hep reklamcılar yüzünden ertelemiştim. Reklam sektöründe bir süre çalıştığımda en gözüme batan şey herkesin birbirinden farklı olma çabasına rağmen, herkesin aynı şeylerden bahsediyor olmasıydı. Flashforward mı çıktı? Hooppp her şeye bir flashforward örneği verilmeye başlanıyor. Bu kitaptaki 10.000 saat kuralı da neredeyse her konuşma yapanın dilindeydi: "Başarılı olmak için 10.000 saat çalışmak lazım."

Ben de kitaba gaza getirmekten başka hiçbir halta yaramayan, o verdiği gaz da çok çok bir hafta dayanan kişisel gelişim kitaplarından biri muamelesi yapmıştım. Oysa Malcolm Gladwell bu kitapta "10.000 saat pratik yaparsanız başarılı olursunuz." kesinlikle demiyor, tam tersine başarının öyle basit bir formülü olmadığını ve sandığımızdan çok daha komplike olduğunu açıklıyor. Yetenekli olmanız, kendinizi geliştirmeniz, elinize geçen fırsatları değerlendirmeniz, zeki olmanız yetmez, bütün bunlara sahip olsanız da çok iyi bir yere gelemeyebilirsiniz diyor. Diğer faktörleri de nefis örneklerle anlatıyor.


Bir diğeri Virginia Woolf:

"Sadece yazın. Sayfalar dolusu saçmalayın. Aptal olun, duygusal olun, taklit edin; içinizden gelen her sese kulak verin. Dilbilgisi kurallarını da, teknik ve biçimsel alanda bilinen tüm kurallarla beraber ihlal edin; dökün, devirin, kendi keşfiniz olan olmayan her türlü kelimeyi kullanın. Şiirsel bir biçimde, düzyazı bir metinde, ya da elinize geldiği gibi bir çırpıda yazılan anlamsız sözlerle öfkelenin, sevinin, alay edin. Ta ki yazmayı öğrenene kadar."

Üçümncüsü de Seven Nişanyan'ın Süprizler Kitabı. Çok eğlenceli. Birbirinden çok alakasız görünen bir sürü kelimenin aslında aynı kökten türediklerini keşfediyorsunuz: Vanilya ile Vajina mesela. İkisi de latince bir sözcük olan ve "kılıç kını" anlamına gelen "vagina"dan türemiş.


Yine valizimi topladım bu sefer Çeşme yolları tutuyorum. Geçen yazki bronzluğuma haftanın beş günü çalışırken ulaşmam zor gibi ama en azından azimliyim. Babylon'a hayırlı olsun yeni yeriniz, demeye gidiyorum. Havanın da haziran ayında olduğumuzu hatırlayıp güneşini göstereceğini umuyorum.

Bir de mükemmel bir şarkı: "Hava güzel, kafam güzel, ben güzelim, herşey güzel, uçak benim, heryer yeşil çiçek benim, mars benim dünya benim, sen benimsin ben senin." TIKTIK!

24 Haziran 2010

beyaz şarabın yan etkileri


"Şu anda buz gibi bir beyaz şarap yudumluyor olabilirim; ama o yüzden güzel değil kafam." diye yazmaya başlamıştım (evden çıkmadan önce).

Ne zaman evde açık bir şişe beyaz şarabım olsa...
Ki bu çok sık olan bir şey değildir, çünkü hep dışarıda bir yerlerde buluşuyoruz, hep dışarıda bir yerlerde içiyoruz.

Markette biranın ne kadar olduğunu daha birkaç ay önce öğrendim mesela ben. Özge benimle o günden beri dalga geçiyor. Küçükçiftlik Park'ta bir konsere gidiyorduk, Beşiktaş'tan yürüyoruz, bir markete girdik, iki bira aldık. Benim mantık aynen şöyle çalışıyor "İyice bir yerde bira 15TL, ortalama bir yerde 10 TL, hadi burada da 5 TL olsun. Biri de Miller o azıcık daha pahalıdır." Cüzdandan 10 TL uzatmışım, üstüne vermek için bozuk para karıştırıyorum. Kadın benim 10 TL'yi aldı, yarısını geri verdi. Ben şok! Elektriği keşfettim sanki. "Amaaaan bundan sonra yok dışarı çıkmak filan. Evde içiyoruz, hiç olmadı marketten alıp sokakta içiyoruz." diye tutturdum.

Ne mi oldu? Hala dışarıda içiyoruz. Evdeki içkiler aynen duruyor, bazen giyinirken filan havaya girmek için azıcık içiyorum. Ama o günden beri ben Özge'ye ne zaman gitsem, önce markete uğrayıp bira alıyorum. :)

Hahah evet bazen kendimle çok eğleniyorum.
Neyse ben bunu anlatmıyordum.

"Ne zaman evde açık bir şişe beyaz şarabım olsa..."
...alakasız bir adamla buluşuyorum. Sanırım beyaz şarap benim bünyemde böyle bir yan etki yapıyor.

Ve hiiiiiiiç pişman olmuyorum.

Çocukluğumuzdan beri bizi "yabancılardan şeker bile almamaya" iten zihniyeti kınıyorum.
Ve sızıyorum...
Bir de öpüyorum.
Haftasonuna bir kaldı.


Breakbot - Baby I'm Yours (feat. Irfane) - HD from Ed Banger Records on Vimeo.




22 Haziran 2010

Küçük Aptalın Büyük Dünyası

Aylar önce Deep Talk'a konuk olan Cem Mumcu birkaç blogger'ın romanlarının yayınlanacağı havadisini vermişti. Sonra "dizüstü edebiyat" olarak anılan bu serinin ilk kitabının Pucca'dan geleceğini de öğrenmiş olduk. Veee kitap raflardaki yerini alır almaz, ben de gittim kitabı aldım.

Kitabın kapak tasarımı muhteşem!
Blog yazarının roman yazarı olma fikri zaten ayrı bir muhteşem! Myspace sayesinde ünlü olan müzisyenlere, artık Blogger sayesinde ünlü olan yazarlar ekleniyor. Ve biz de hep aynı kişileri okumaktan kurtuluyoruz böylece.

Gelgelelim, blog halini pek sevdiğim Pucca'nın roman hali bende gitmedi. Blog'da arada sırada birer doz olarak aldığım esprili, eğlenceli cümleler yığını, roman formatında almaya kalktığımda çok sıradan, çok konusuz kaldı. Ortalama bir işte çalışan kadın, gayet sıradan bir ilişki yaşıyor, en aksiyonel yanı yeni sevgilisinin eski sevgilisinin kankası olması... Çok daha güzel bir chick-lit örneğinden bahsederken "Türkiye'de türevlerine pek rastlayamıyoruz, ya gençleri yazdıklarını sanıp bizden çok alakasız bir hayat anlatıyorlar, ya da dili veya konusu fazla zayıf kalıyor." demiştim, bu onlardan biri olmuş.

"Karnımın içindeki tenyalar kolbastı oynamaya başladı" gibi benzetmeler blogta yirmi satırlık yazının içinde eğlenceli gelirken, 35o sayfalık romanda zorlama geldi. Üstelik de özellikle twitlerinde baş gösteren ve bayıldığım sivri ve bel altı dili epey incelmiş kalmış romanda.

"Dili incelmiş olsa bile hatunun anlatımı şahane, ama içerik boş kalıyor. Keşke kurgu yazsa, ne harika şeyler çıkar." diye düşündüm. Ne yapayım, sıradışı hayatlar yaşayan insanlara obsesif biri olarak, bu kadar sıradan bir hayata gerçek hayatta bile tahammül edemezken, romanda nasıl edeyim? Gelgelelim benzetmeleri, iç sesleri o kadar şahane ki hatunun okurken "Deli karı, bi tanesin!" diye mırıldandığım bile oldu.

Evde ne zaman romanı elime alsam sıkıldım bıraktım; ama dolmuşta metroda filan eğlene eğlene okudum. Chick-lit'ten bile daha hafif ve eğlenceli bir şeyler arıyorsanız bu romanı atlamayın derim, yolculuklarda ve güneşlenirken pek iyi gider.


Romanda bayıldığım cümleler:

" Erkekleri karşıdan yürürken smokinli hayal ediyorum. Biraz daha yaklaştıklarında hoop ellerine bir çocuk, az daha gelince Tansaş alışveriş arabası ile görmeye başlıyorum."

" Şu dünyaya geliş amacım zaten evlenmek. Öyle kariyer yapayım gibi bir derdim yok, biliyorum ki memelerim sarktığı zaman kariyerim de bitecek."

"Çocukken her şeyi büyüttüğümü zannederdim, ama büyüyünce de hiçbir şey küçülmüyor sanki!"

"Ayrılık acısına çare olan maddeleri sıralayan Cosmo dergilerinin ise, götüme kaçan ücretleri dışında hiçbir faydaları olmuyor maalesef. Kursa gidin yeni ortamlara girin falan diyorlar mesela, nasıl olacak bunlar? Zaten sabah dokuz akşam sekiz bir işim var, sadece bir gün izinliyim. O izinli olduğum gün de kaşımı bıyığımı mı alayım, yoksa şarap tadım kurslarında entellektüel ama koltuk altı kıllı kadın seven adam mı arayayım?"

" Televizyondan bir şey öğrenmeye çalışan zihniyeti zaten anlamam. Abi o kutudan ne diye bana bilgi vermek için o kadar zorlarsın? Bence televizyon, eğlence demek. Gece dışarı çıkmak gibi bir şey. Ben hiçbir klüpte DJ'den bana hayatın anlamını öğretmesini, bilgi vermesini beklemiyorum."

" Ne zaman su gibi, ilik gibi, taş, böyle göğüs kaslarında krem şanti yalayacağın, sırtında koala gibi yaşayacağın, bebek gibi yüzü olan tiplerle karşılaşsam, altımda ev pijamam, yağlı saçlarım, az önce yedi travestinin tecavüzüne uğramış gibi duran sıfatımla oturuyorum."

" Şu hayatta öğrendiğim şeylerden biri: Ne bok yersen ye, hep mağduru oyna. Siyasette, aşkta, komşulukta, otobüste, vapurda her yerde mağduru oynayacaksın, ama olmayacaksın."

Bir de olmazsa olmaz: Pucca sözlük

Bicik: Meme.
Çekirdeğinden reçel yapmak: Sevişmek.
Kekomançi: Kıronun bir level üstü.
Koluna sümük sürülmeyen erkek:
Hem çirkin hem
parasız hem salak, üzerine bir de ezik ama kendini bir şey sanan...

Pucca bir idol olma yolunda hızla ilerliyor, merakla, ilgiyle, severek takipteyim kendisini.

stil.neden.dokunuş.yeni.çıldırırım.herkes

Benim içimde bir kadınlar haremi var.

Tek bir vücudun içine sıkıştırılmış birden çok kadın gibiyim. Sürekli taht kavgası yapıp birbirlerine tuzaklar hazırlayıp duruyorlar ve sonunda içlerinden biri diğerlerinin hakkından gelip egemenliğini ilan ediyor. Kestirilemez oluşumun, sağı solu belirsizliğimin, eve girmez -evden çıkmaz uçları arasında dalgalanmalarım da bu yüzden sanırım. Aslında hepimiz böyleyiz; ama aile/koca/çevre baskısı bu kişiliklerden bazılarını bastırıyor çoğu zaman. Bende öyle bir baskı yok - varsa da umurumda değil- o yüzden koca alan hepsine birden kalmış oluyor.

Mesela bir ses "Ne düzeni, ne idealistliği gözünü seveyim. Yaşın başın kaç daha. Kapı gibi diplomanı da aldın. Git amaçsız dolaş biraz, bambaşka ülkelerde bambaşka işlerde takıl. Nasıl olsa dönüp dolaşacağın yer, yapacağın şey belli. Hayatın tadını çıkar." diyip duruyor.

Bir başka ses "O kadar uzaklara gitmeye gerek yok. Bırak işi gücü bir senede en çok kaç kitap okuyabilirsin onu zorla. Hayata böyle bir mola ver. Şehirde binmediğin belediye otobüslerine bin rastgele, aklına esen yerde in, bir köşe bul kendine. Oku oku oku... Kendi şehrinde kaybol." diyor.

Diğeri "Gençsin filan da biyolojik saatin de tik tak işliyor, anne ol. Artık kendi hayatını çok didikledin, biraz da başkası için yaşa." diye bambaşka bir tarafa çekiştirmeye çalışıyor beni.

Bir diğeri çok sıkılıp geri geri adımlarla kaçtığım renkli görünen, ama sürekli deja-vu hissi veren hayata geri çağırıyor. İş altına gizlenmiş gezme eylemlerine... Sürekli bakımlı ve güleryüzlü gezmen gereken, her yeni çıkan şeyi denemek, her yeni açılan mekanda boy göstermenin işten sayıldığı alanlara... Çok eğleneceğin, sonucunda hiçbir şey olmayacağın, ama hiç de yorulup hayat sıkıntısıyla uğraşmayacağın bir hayata...

Bambaşka biri "Dur bir. Uzaklaş kendinden. Düşün. Hayatında ne kadar gereksiz ıvır zıvır var. Hem eşya olarak, hem kişi olarak, hem hatıra olarak. Nerede ne zaman girdi hayatına bu kadar çok insan ve yaşanmışlık. Kendi halinde kal. Biraz arın, ne istediğini bu kadar kalabalığın arasında kestiremezsin. Sana lazım olan şey inziva" diyor.

Hepsi bambaşka yollarla "değişim"e çağırıyor beni aslında. Benim bir süreliğine hükümdarlığı verdiğim ise "Gez gez gez, iç iç iç, eğlen eğlen eğlen nereye kadar anam? Senin şu üniversite öğrenciliği yıllarından en az 10 kıza yetecek eğlence, macera ve gezme çıkar. Yeter! Artık hukukçu olma zamanı! Ona göre davran" diye diğerlerini susturuyor.

Bazen gerçekten yoruluyorum bu kadar sesin arasında. Bunalıyorum. Korkuyorum ben hiç bir zaman ne istediğimden emin olamayacak mıyım diye. Çözüm ya "Salla gitsin, keyfine bak, şişeleri devir, yakışıklıları götür, kahkahaları koyver gitsin, gerisine sonra bakarız" diye boşvermek oluyor, ya dayüzlerce karar alıp bir sürü şeyi değiştirme çabasına girmek...

Bir de güzel adamlar, güzel kadınlar, güzel ayakkabılar, güzel hayallerle dolu kadın dergilerini kesip biçmek onları da benim kafam kadar karışık bir hale getirmek iyi geliyor. "Güzel olan her şeyi yanyana toplarsan, karışırsın." fikrinin somutlaşmış hali gibi geliyor bunlar bana...

Bu gün adliyeden çıkışta kendimi Nezih'e attım, kitaplarla dolu rafların arasında gezmek, keyfime göre birini çekip birkaç sayfasını okumak sakinleştirdi beni -ve içimdeki kadınları-.

Hala hiçbir şey bilmiyorum.
Yağmura rağmen bu akşam Renkli Rüyalar Oteli'ne gidip gitmeyeceğimiz de bilmediklerime dahil.

Sadece kitaplar bana iyi geliyor onu biliyorum.
Özellikle de nevrotik deha Virginia Woolf...


TIK!

19 Haziran 2010

seksi_erkek_65@hotmeyil.com =)))

Saat 13:30'da OneLove yolu tutmayı planlayan bir insan 16:00'da ayılır mı?
Ayıldığını sanırken ocakta kahküllerini ve kaşını yakar mı?
Karnındaki ağrının kahkaha atmaktan olduğunu fark edip, "Ahahah nasıl bir gece geçirdik yahu biz!" diye düşünüp yine gülmeye başlar mı?

Hani ben ve arkadaşlarım kendimizi böyle aklımıza eseni yapan tipler sanıyoruz ya, delinin önde gideni ile tanışınca anladım ki öyle bir dünya yokmuş. Uzun zamandır bu kadar delisiyle tanışmamıştım, uzun zamandır bu kadar güzel olmamıştı kafam, uzun zamandır bu kadar çok eğlenmemiştim.

Resmin üzerine tıklayıp, büyütün, metni okuyun, pek bomba :) Veya buraya tık tık!

Cuma günü nedense cuma ruh haline bir türlü girememiştim. Normalde cumaları duş alınır, süslenilir, gece planları yapılır, Taksim yolu tutmak için sabırsızlanılır ya, bu cuma son derece evcil ve tembel bir mooddaydım ben. Her türlü karşıya geçmem gerekiyordu, çok özlediğim bir çıtır İzmir'den gelmişti ve bir arkadaşıma götürmem gereken bir şeyler vardı; ama tek başıma karşıya geçmeye üşeniyordum. O sırada cuma kurtarıcı mesaj geldi: "Gece Taksim?" Üşeniyorum, birlikte geçersek karşıya olur dedim.



Ona gittim, dünyanın en şanslı, en güzel kafalı kedisiyle tanıştım. Kucağıma yayılınca büyük bir şey gibi durmuş da, el kadar bir şey. Baget için çıldırıyor, yatağın yanında unutulan votkayı içiyor, kuyruğunu kovalıyor, triplere giriyor filan. Yenir yani!

Kafalar güzel, sohbet güzel, bakıyoruz bu gece Taksim'de ne var diye, hiç bir bok yok. Bütün mekanlar, DJ'ler, insanlar, aksiyonlar yazlık yörelere taşınmış. Saat 1 oldu, 2 oldu, dedik hadi çıkalım artık evden.

Ben uzun süredir Ortaköy- Kuruçeşme hattındaki gece klüplerinin hiç birine gitmiyordum. İnsanların eğlenmekten ziyade, boy göstermek, hatta çoğu zaman para göstermek için geldiği bu mekanlarda eğlenemiyorum ben. Şımarmak istiyorum, deli gibi dans etmek istiyorum.

Eskiden Mojito'da, Discorium'da filan çok eğlenirdik biz, ya sağımızın solumuzun farkında değildik, ya da o zamanlar bizi nereye koysan eğleniyorduk bilmiyorum. Ama artık gitmiyor, olmuyor.

Gelgelelim bu adam kafasında şapka, gözünde gözlük, ağzında ağızlıklı sigara buralara gidip, barda durup komik bir kafa dansıyla oradaki insanların topuyla birden dalga geçen bir adam. Onunla gidilir mi gidilir!

Önce Supper'a gittik. Dünyanın parasını verip locada oturan, kesinlikle dans etmeyen tam tersine manzara izler gibi yüzlerini loca dışında oturanlara verecek şekilde tek sıra halinde dizilmiş duran tiplerle eğlendik. Hele bir adam vardı gömleğinin omzuna "Cengiz" diye adını işletmişti, favorimiz o oldu.

Kasada duran pek tatlı gay'den de bahsetmeden olmaz tabii. Vestiyerde çalıştığı dönemde "Montunu veririm, sen bana verirsen" gibi efsanevi replikleri varmış. Ben, "Seni bir kere öpebilir miyim?" diyen adama, "Ben öptürmem öperim bebeğim." diyip sonra benim bile yapamayacağım dişilikte kikirdediğine şahit oldum.


Baktık orası kötü, hooop Reina'ya geçtik. İki dirhem bir çekirdek giyinmiş hatunların gecenin 3:00'ünde yanlarında midelerinden çıkanlarla veya ellerinde topuklu ayakkabılarla takılması felaket bir görüntüydü. Gerek yok buraya, diyerek Anjelique'e zıpladık.

Malibu & süt & ananas kokteylim lezizdi, manzara şahaneydi, bizim kafalarımız da epey güzel olduğu için ağzımızdan inanılmaz komik replikler çıkıyordu, gülmekten karnıma ağrılar girmişti. Tarkan yeni bir şarkı yapmış, ben hiç dinlememiştim, yanımdaki adam da nefret ediyordu şarkıdan; ama etrafımızdaki insanların tepkisine göre bu yazın şarkısı buymuş!

Neyse zıplıyoruz hopluyoruz, "Ben süper içki çalarım." gibi bir laf etti bizim adam. "Nasıl yani?" diye kaldım. "Baya gidiyorum işte milletin masasında içki çalıyorum." dedi. Hani parasızım alamıyorum gibi bir durumu asla yok biliyorum, maksat eğlenmek. Düşüncesi bile inanılmaz komikti, bayıldım. Başksının içkisi çalmak! Taksim'de filan bir yer de değil hani Anjelique'te!! :)))
İnanmadım. Sonra iddiaya girdik, kaybeden bir sonraki Joke Circus gecemizi öder diye. Ve iddiayı kaybettim.

Adam bildiğin başında güvenlik duran bir masaya gitti, orada biraz takıldı, bir bardak içkiyi aldı geldi. Sonra bardağın bitmesine yakın, yüzü boğaza dönük telefonla konuşan kızın önündeki dolu bardakla elindekini değiştirdi. Üzerine de bara gidip bunu beğenmedim diyip döktürüp yeni bir kokteyl aldı. Ben gülmekten yerlerdeyim bu sırada. Daha ne yapılsa bu kadar eğlenemezdim!

Birkaç bardak içki daha ve güneşin doğmasına yakın, milletin Reina- Anjelique arasında geçiş için kullandığı sürat motorları ile elimizde kokteyller, omzumuzda şallar, kahkahalar ata ata Suadiye'ye geçtik. Dilek tutup, kokteyl bardaklarımızı Kızkulesi'ne fırlattık. İnanılmaz bir keyifti.

Suadiye'ye ulaştığımızda rüzgardan yüzümüz acıyordu, bu sefer de kendi kendimizle dalga geçmeye başladık. Kokoşluk yapalım derken felç olurmuşuz diye. Eve gitmek için taksiye binmemiz lazım, azıcık yol gideceğiz diye kimse bizi taksiye almıyor. Nasıl dalga geçiyoruz kendimizle, hem o kadar para ver, hem felç ol, hem de evine gideme!


Sabahın 7sinde o kafayla oturduk bir de hippi dönemlerinin Woodstock festivalini izledik. Kendimizi 69 yılında orada filan sanıyoruz o kafayla, sarılmış yatıyoruz, önümüzde Jefferson Airplane "Good Morning People" diyerek konsere başlıyor...

Ben sürekli içebilme potansiyeline sahip adama ayak uydurunca baya baya güzel kafalı takılmışım, bunu da ancak sigaramı ocakta yakmaya kalkıp kaşımı ve saçımı yakınca fark edebildim. :))

Eve gelip de mailimde dışarı çıkış şarkısı ilan ettiğim şarkının linkini (setteki ilk şarkı) "hi there, your friend seksi_erkek_65@hotmeyil recommends you to listen that song" notuyla bulunca yeniden gülmeye başladım.

Son kahkaha için: "Yeni havamız dumansız havalar! Ohh ohhh esss essss ohhh! Al nefes ver nefes oohhh!" Valla geyik değil, içeriden aldığım bilgilere göre bu şarkı Türkiye genelinde en çok dinlenenlerden biriymiş. İnsanlar bildiğin oturup bunu dinliyorlarmış yani!

18 Haziran 2010

Demirhindi şerbetimi içtim, denetimimi yaptım, bekliyorum :)

Bu hafta savcılıkta icra dairesi denetimleriyle görevliydim, hakim ve savcı adayları ile birlikte yüzlerce dosya kontrol ettik. Beynimiz duruyor, rüyalarımızda sayılar görecek hale geliyorduk.
Bu arada bir de çalıştığım hukuk bürosu için yapmam gerekenler için Maslak'ta bulunmam gerekiyordu. Geride kalan beş gün hayatımın son zamanlarında en yoğun çalıştığım beş gün oldu.

Hasanpaşa öyle kendini molalarda sokağa vurup bir sürü keşif yapabileceğin bir semt değil. Hatta tam tersine!

Yine de salı günü öğle yemeği arasında yemek faslını geçiştirip kendimi salı pazarına attım, ıvır zıvır eğlenceli şeyler aldım mesela. Bir de denetim azıcık keyiflensin diye en güzelinden bir kilo kiraz...

Bir de öğle yemeği için çok güzel bir restoran keşfettik: Güler Osmanlı Mutfağı.

Ben dışarıda ev yemeği veya Türk mutfağı yiyemem pek. Zeytinyağlıları Ege mutfağına hakim anneannemden yemeye alışmışım ( ki anneannemin kız kardeşi İstanbul'u lezzetli mutfağı ile sallamış bir insan zaten: Ece), bunun üzerine yıllarca Adana'da yaşamış etin ve etli yemeklerin her türlüsünün kralını yemişim, evimizin ablası İnsaf Abla Kayserili eli de mutfağa çok yatkın, tante'lerimin de tatlılarının üzerine tatlı zor bulunur. Böyle zengin bir mutfak ve lezzet yoğunluğu ile yetiştikten sonra ne dışarıda ne başkasının evinde ev yemeği ve zeytinyağlı yiyebiliyorum. Yoğurdu koklarım, zeytinyağına bok atarım falan filan. Dışarı çıktığımda sadece meze, balık, schnitzel, Çin yemeği, pizza, salata filan takılıyorum.


Son zamanlarda yediğim en keyifli yemeği Güler Osmanlı Mutfağı'nda yedim. Bizim tavuk yemeğinin körili versiyonu gerçekten lezizdi. Yanındaki buz gibi cacık da öyle. Normalde dışarıda yemediğim iki şeyi de afiyetle bayıla bayıla yemiş oldum.

Ayrıca inanılmaz ilgili ve güler yüzlüler.
Servisler çok şık, şerbetler sıradışı, ikram edilen Türk Kahvesi yanındaki lokumuyla, fincanıyla şahane.

Hasanpaşa öyle hadi bir yemek yiyelim diye gidilebilecek bir yer değil pek; ama adliyeye yolu düşenler ve salı pazarına gidenler Universal Hastanesi'nden Kadıköy'e inerken cadde üzerinde sol tarafta kalan bu restoranda mutlaka bir yemek yesin derim ben.



Bütün hafta boyunca yollarda geçen zamanımda da Pucca'nın kitabını okudum. Sonunda aldığım stajyer avukat kimliğimle, çantamda gezinen şirket kuruluş notları ve dilekçelerle tezatına bakmadan...

Dürüst olmak gerekirse, bunaltıcı yaz sıcağında, flip-flop & bikini kombinasyonu ile deniz kıyısında olmak yerine etek & gömlek kombinasyonu ile İstanbul sokaklarındayken suratsız, aksi, depresif bir tip olacağımdan emindim. Pek çok şeyi erkenden dibine kadar yaşamış insanlar için farklı bir şey yapmak = sıradan şeyler yapmak olduğunu unutmuşum. Çok frapan olmayan, iş ağırlıklı yeni rutinimden gerçekten çok keyif alıyorum.

Hayatımdaki tezatlıklara gülüyorum, her gün bambaşka insanlarla tanışıyorum, hayal ediyorum, kendimi tanıyorum. Hepsinden önemlisi her şeyin kıymetini daha çok biliyorum. Tatil için tek fırsatım haftasonları, gezip tozmak için tek zamanım haftaiçi akşamları çünkü. "İki güncük tatil mi olurmuş, gidip geldiğime değmez" demiyorum, "Yorgunum iş çıkışı doğru eve giderim." demiyorum.

17 Haziran 2010

Seçilmiş "Kusur"un Cazibesi

"Ben" dolu bir bloga dönüştü burası, sizin bir şikayetiniz yok biliyorum (şımarık mıyım neyim? evet evet evet!) ama "bir doz minik güzel şey" benim hayatımla, benim aşklarımla, benim fotoğraflarımla sınırlı olmamalı. Filmlerden, kitaplardan, başkalarının yazdığı şükela yazılardan, lezzetli şeylerden, kulağın pasını silenlerden, sıradışı kişilerden, seyahat eden ben olduğum için benim de içine bulaştığım ama burnumuzun dibindeki diyarlardan ve uzak diyarlardan da bahsetmeye devam etmeli.

Bu yüzden bana biraz mola veriyor ve Alain De Botton'un sevdiğim bir yazısını paylaşıyorum:


Geçenlerde bizim sokakta bir diş hekimi muaynehane açtı. Camında o karşılaştırmalı, öncesi / sonrası fotoğrafların asılıydı. Sağdaki fotoğrafta 20'li yaşların ortasında, yeşil gözlü ve çilli bir kadın, dağılmış, asık suratlı bir halde duruyordu. Dişleri de birazcık çarpıktı. Soldaki fotoğrafta yer alan aynı kadının gözleri parlıyordu. Bu sefer dişleri simetrikti. Bu yeni halin bedeli ise sadece 54 pound'du.

Çoğu iş yeri bunu yapıyor. Bize söz veriyor ve diyorlar ki: "Kusurlarınızı defederseniz sevileceksiniz ya da en azından daha fazla seks yapacaksınız." Yani kıyafetleriniz, saçlarınız, güvensizlikleriniz, ayakkabılarınız ve peltekliğiniz konusunda harekete geçip bir şeyler yapmalısınız.

Paranızı bunlara harcamadan önce bir düşünün. Sevgililerinize açıkça "Beni neden çekici buluyorsun?" diye sormaya cesaret edin. Karşımızdakinin bizi istemesinin nedeni, fiziksel ya da karakteristik özelliklerimiz değildir. Genelde sevgilinin sevmesinin gerçek nedeni, çenemizdeki küçük ben, 's'leri düzgün telaffuz edemeyişimiz ya da üzerinde fil çizimleri olan çirkin pijamalarımızdır.

Bunlar birinden hoşlanmak için garip nedenler değil mi? Fiziksel bozuklukların, çirkin kıyafetlerin ve başarısız özelliklerin tolere edilebileceği düşünülebilir. Fakat bu tuhaf kusurların, iki insan arasındaki heyecanın temellerini oluşturabilmesi, aslında psikopatoloji diyarına aittir. Yine de şehvetin ardındaki nedenlere bakıldığında bu garip kusurların tutku içindeki rolünün mantıklı bir açıklaması olduğu görülür.

İnsanlar, hoşlandıkları kişilerle samimi olmak isterler ve samimi olmanın en iyi yollarından biri de kırılganlığı paylaşmaktır. Bir insan diğerinin zaferlerini değil, tedirginliklerini duyduğunda ona karşı yakınlık hisseder. İncinmezlik, toplantı odası veya savaş alanlarında iyi olabilir; ama çiftleri birbirine bağlayan incinebilirliktir. Bu yüzden bazı kusurlar incinebilirlik işaretidir. Bu nedenle samimiyet güvencesidir. Dişlerin arasındaki boşluklar, benler, yaralar, yanlış telaffuzlar ya da çirkin pijamalar o insanın ruhuna erişimin sıradışı yollarıdır.

Bazı oyuncu ve modeller simetrik yüzlerine rağmen bize çekici gelmez. Onların sahte ya da plastik gibi göründüğünden yakındığımızda, aslında belki de ifade etmek istediğimiz, kusur eksikliğinin onları bıraktığı durumdur. Onlar artık incinebilir değildir ve bu yüzden sevimsizdir.

Fotoğrafçıların, reklam yönetmenlerinin ya da modacıların -yani arzuyu harekete geçirmeye çalışanların- bu mekanizmayı anlamakta bu kadar yaygın bir yanılgıya düşmeleri tuhaf. Makyözlerin ciltteki pürüzleri yok etmesini beklerken, oyunculardan mükemmel giyinmelerini isterken, modelleri dişçiye ve kuaföre gönderirken, kaybedilen bir şeyler var. Keşke onlar arzunun mekanizmasını daha iyi kavrayabilselerdi; o zaman iyi seçilmiş bir kusurun cazibesini de anlarlardı.

Tempo // Mayıs 2010

Sezo'nun dip notu: İlk okuduğumda çok mantıklı gelmedi, ama düşündüğüm zaman çok hak verdim. Bir düşünün bakalım hayatınızda en iz bırakan kadın / erkek en güzel / yakışıklı olan mı? Yoksa o kadar güzel / yakışıklı olmamakla birlikte düşününce tuhaf gelen özellikleri sayesinde bayıldıklarınız mı?

Joie de vivre*



Bu aralar yine saatte 300km hızla yaşıyorum.
Yapmam gerekenler, yapmayı unutmamam gerekenler ve yapmaya bir türlü fırsat bulamadığım şeylerle kuşatılmış haldeyim bugünlerde.

Pazartesi bol güneşlenmiş, bol keyiflenmiş olarak ayağımın tozuyla İstanbul'a geldiğimden beri koşturuyorum. Tatilin miskinliğini biraz daha sürdürmeye, içinden çıktığım ilişkiden yola çıkarak ilişkiler hakkında ahkam keserek kadın-erkek ilişkilerinden lezzetli bir ısırıkları sürdürmeye, bu aralar okuduğum kitaplardan ve izlediğim filmlerden bahsetmeye ve hayatıma süpriz biçimde giren yepyeni harika insanlardan bahsetmeye bir türlü fırsat bulamadım.

Sürekli bir şeyler oluyor, güncel olanlar inanılmaz bir hızla anıya dönüşüyor, kafam karışıyor, kafam netleşiyor...

Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken "Şu fındıkları da içelim bari artık single'sın madem" dediğinde önce yadırgamış, "single olmayanlarla içki içilmiyor mu?!" diye tepki göstermiştim. "Single olmayan hatunlar çok sıkıcı, hayatımda spontane şeyler isterim ben" diye cevap vermişti. Düşününce ona çok hak vermiştim.

Bir kadının sevgilisi varken, ne kadar spontane olabilir ki? Bir sevgilin varken, başka bir adamla yaramazlık yapamazsın. Yani yaramazlıktan kastım illa cinsel içerikli bir şey değil. Hayal gücü geniş eğlenceli bir adamla birlikteyken sevişmek dışında yapılabilecek milyonlarca çatlak şey bulabilirsin. Oysa ki bir sevgilin varken, ondan başka bir erkekle başbaşa deli gibi içip sabahlara kadar çılgınlar gibi dans bile edemezsin.

Bu gün bir arkadaşım bir laf etti, "Hayatta beni en çok şarj eden şey o özgürlük hissi. Her an her şeyi yapabilecek olma potansiyeli" dedi. Aynen!

Yap- yapma o kadar da fark etmiyor, "yapabilecek olmak" yeterli!

Bu günlerde çok çalışıyor olmama ve yakın bir arkadaşımdan aldığım kötüce bir havadise rağmen, "Her şey geçer, her şey güzel." diyebilmem sanırım bu sayede...

* (fr) = yaşama sevinci / joy of living

14 Haziran 2010

Yazlık Ruh Hali #2



Hayatımın bazı dönemlerinde günümün yarısını uyuyarak geçirme lüksüne sahiptim. Çok uzun saatler uyumuyordum; ama gecelerim uzun, gündüzlerim kısaydı. Şimdiyse haftanın beş günü gerçekten erken kalkıyorum, en geç 07:30'da da evden çıkıyorum.

Bunun üzerine bir de cuma gecesi Asmalı aşkıyla ucuz uçak bileti aşkı birleşince cuma ve cumartesi arasındaki gecede sadece 1,5 saat uyumuş oldum. Pazar günü akşama kadar uyumak vardı aklımda...

Uyuyasım varsa ve işe gitmek zorunda değilsem beni hiçbir kuvvet yataktan kaldıramaz. Kışın soğuğunda üzerimden yorganım çekilse, bangır bangır müzik açılsa -ki babamın işkencelerinden biridir yatağın yanına kolon koyup Pavarotti çalmak- bile uyumaya aynen devam ederim. Annem son zamanlarda sihirli bir cümle keşfetmişti: "Hadi alışverişe gidelim." dediği anda ben yataktan fırlayıp, hiç mızmızlanmadan 15 dakika içinde evden çıkmaya hazır hale geliyordum.

Bu pazar ise bambaşka bir cümlenin benim üzerimde daha etkili olduğunu keşfettik: "Güneş kaçıyor."

Hoop bütün pazarımı güneşlenerek ve yüzerek geçirdim.



Biraz daha bronz oldum, toplamda 2 km yüzmüş oldum, düşünülebilecek her şeyi didik didik düşündüm, orada bıraktım, i-pod'umdaki şarkılardan sıkıldım, okumakta olduğum romanı bitirdim kendime geldim.



Bu sene güneşlenme favorilerim bir klasik olarak bira ve ananas olacak gibi. Buzlukta beklemiş ananas nasıl güzel geliyor güneşlenirken sulu sulu.



Akşam da göl kıyısında Albatros diye bir yere gittik, normalde balık yemem lazımdı oraya gitmişken; ama deli gibi özlediğim sarımsaklı, ekşili patates kızartmasını görünce dayanamadım, ondan yiyip durdum. En kısa zamanda evde de yapıp, tarifini vereceğim size. Patatesi çok sevenler, ama patates kızartmasından sıkılanlar için muhteşem bir şey! Sonra da daha önce bahsetmiş olduğum Kumkapı Balıkçısı'na gittik, yine balık yemedim, sıcak dondurma yedim. Kızarmış dondurmadan çok farklı, daha Türk usulü fıstıklı filan bir dondurma, şiddetle tavsiye ediyorum.

Sabahın köründe yine hiç uyumadan uçaktaydım, iletime de yazdığım gibi kesinlikle "daha bronz, daha şarışın, daha sıkı, daha yazlık, daha uykusuz"dum.



Sanırım bu sihirli bir kombinasyon, hayatımda ilk defa uçakta yanımda oturan adam bana kahve ısmarladı. Kibar bir jestti. En az benim kadar şaşıran hosteslerin "Birlikte misiniz?" sorusu karşısında bir an sessiz kaldığımda "Yani birlikte misiniz derken sevgili anlamında değil, birlikte mi yolculuk yapıyorsunuz?" gibi açıklamalara başlamaları ve durumu bir türlü kurtaramamaları da çok komikti.

Şımarmış turist kıvamında İstanbul'a ayak bastığımda, savcılıktan aranıp, icra dairelerinin denetçisi olarak görevlendirilmek de fazla ani bir şekilde gerçeğe dönüş oldu.

"Yes I've got my... I've got my summer...Summer boy(s)" :)))


Yazlık Ruh Hali # 1

Yıllardır haziranın sonunda başlayan finaller ve temmuzun ortasında biten bütünleme sınavları benim için işkence gibiydi. Yaz başlardı, güneş parıldardı, herkes yazın enerjisiyle dolardı; ama ben yüzlerce sayfalık hukuk kitaplarının arasında otururdum. "Daha 21 yaşındayım. Aylardan haziran. Hava şahane. Ben bu lanet kitaplarla ne halt ettiğimi sanıyorum?" diye kendi kendime sorduğum sorulara mantıklı tek bir cevap bulamayınca, final sınavlarını ekip tatile kaçtığım bile oldu.

Sınavlara girsem de onları eksem de, hepsinden geçsem de bol bol ders bıraksam da, öyle ya da böyle temmuzun ortalarında bütün sınavlarım biterdi ve ekime kadar sürecek aralıksız bir yaz tatilim bir de efsanevi bir yaz planım olurdu. Bol seyahatli, güneşli, keyifli, aşkçı, keşifçi, kuralsız...

Bu yaz çalışan bir kadınım. Haftaiçleri her hâlükârda (TDK'tan copy paste yaptım böyle yazılıyormuş) İstanbul'da olacağım yaz boyunca. Haftasonlarımı ise gerçekten yaz tatili kıvamında yaşama konusunda kararlıyım. Bütün bir yaz boyunca böyle kaç gün geçirdiğimi de "yazlık ruh hali #..." başlığındaki sayı ile sayacağım. :)

Cuma gecesi Taksim'den eve gelip bir minik çanta hazırlayıp 04:00'teki Havaş'ı yakaladım. Uçağa adımımı atar atmaz sızmışım zaten. Hayatımdaki en tatlı, en derin uykulardan biri oldu o 1 saat 45 dakikalık uyku.

Güne balkonda kahvaltı keyfi ile başladım.


Sonra hiç zaman kaybetmeden hemen havuza indim. Yüzmeye ve güneşlenmeye dair her şeyi çok özlemişim. Güneş yağının kokusunu, sadece bikinin üzerine giyilebilecek kadar kısa elbiselerimi, flip-floplarla takılmayı, kovboy şapkamı, güneşin altında şahane giden türkçe pop - electronik playlistlerimi, her tarafım eşit yansın diye dönüp durmayı, iz çıkmasın diye bikinin iplerini çözüp, yüzmeye giderken bağlamayı, güneşten cozurdayıp, buzz gibi suyla ferahlamayı...



Havuzlu bir evde yaşamanın ne büyük bir keyif ve lüks olduğunu ancak havuzsuz bir evde yaşamaya başlayınca anlayanlardanım ben. Yıllarca çok doğal ve olağan saydığım bir şey artık burnumda tütüyor. Mis kokulu bir yağa bulanıp yatıp müzik dinleyip, kitap dergi karıştırırken güneşlenmeye, arada sırada soğuk suya atlayıp yüzerek veya soğuk bir bira mideye yuvarlayarak serinlemeye bayılıyorum. Yani bunu hiç sıkılmadan günlerce yapabilirim.


Güneşlenmek insanı güzelleştiriyor, inkar edilemez bir şey bu. Cilt daha parlak, daha sağlıklı ve daha pürüssüz görünüyor. Saç rengi kendini bronz tende daha güzel gösteriyor. Sadece bir ruj sürüp fıstık gibi olunabiliyor. Ama bence güneşlenmenin insanı güzelleştirmesinin başka bir nedeni de kendi içine dönüyor oluşu. Belki de başka hiçbir an olmadığı kadar kendi başına kalıyorsun o saatler boyunca. Geçmişi, geleceği, şimdiyi, kendini, sevgilini, hayatını, işini, arkadaşlarını her şeyi düşünüyorsun. Farkında olmasan bile bazı şeyler yerli yerine oturuyor ve hafifliyorsun. Sanırım ben güneşlenmenin en çok bu yanını seviyorum.


Mr. Prozac ile ayrılıp, stajımı başlattığım anda yani 24 saatlik bir periyoda iki radikal karar sığdıktan sonra bilgisayar başına oturup bilet almamın sebebi kaçma ihtiyacından çok, düşünme ihtiyacıydı. Güneşlenmek ve 1000 metre yüzmek bu ihtiyacım için yeterli oldu, bonusu da birazcık bronzluk oldu.


Ardından da kendimi Doğan Abi'ye teslim ettim, biraz daha sararmak istiyordum. Doğan Abi gerçekten gördüğüm bildiğim en iyi röfle yapan kuafördür. İyidir, çünkü asla yapay durmaz yaptığı röfle. Benim de annemin de bütün röflelerini o yapar. Gerek sarışın hallerim gerek bana bir zamanlar tutturduğu güzel bir bakır ton sebebiyle kuaförümü sorduklarında, saçım hep onun elinden çıkmıştır. Üstelik de İstanbul'da uçuk fiyatlara korkunç sonuçlar elde ettiğimden beridir ondan başkasının önüne boya için oturmuyorum. Adana'ya yolu düşenleriniz varsa, Gül Bahçesi'ndeki Oktay kuaförde kendisi.


Üzerine kebabımı da mideye indirdim, ohhh!
Bir de zeytinyağlı imambayıldı diye bir şey yedim ki, uzun zamandır hiçbir şeyi bu kadar lezzetle yememiştim sanırım.




Bıcırık bir playlist için de TIK!

Pinterest'im

Instagram'ım