30 Ağustos 2016

Ibiza Virgin Rehberi ve Ibiza'da 5.gün

Ibiza'da beşinci günümüzün sabahında (daha doğrusu tabii ki öğleninde) uyandığımızda, enerjimiz diğer günlere göre daha az.

O gün için aslında planımız tekne turu yapmak; ancak bunu bize ayarlamasını talep ettiğimiz resepsiyon görevlisi bir telefon açıp, rezervasyon yaptırıp bize de nereden saat kaçta alınacağımızı bildirmekten bile aciz olduğu için bu planımız suya düşüyor. Olay çıkartarak enerjimizi dibe düşürmeye niyetimiz yok. Hemen onun yerine başka bir plan yapıyoruz.

Ibiza'da, beach club (Blue Marlin Ibiza) , el değmemiş kumsal (Isla de Espalmador) ve hippi plajı (Benirras Beach) deneyimlediğimiz için, o gün daha farklı bir ortam yaşamak istiyoruz ve halk plajı olan Las Salinas'a doğru yola çıkıyoruz.

Bir önceki gün ile aynı şekilde Ibiza Town'daki Harnus'tan kahvaltılıklarımızı alıp otobüse biniyoruz.


"Halk plajı" dediğimde aklınıza korkunç bir görüntü geliyordur muhtemelen. Gelgelelim Las Salinas, bembeyaz kumları, oldukça kendi halinde eğlenen kitlesi ve harika denizi ile aklınızda canlanan görüntüden bambaşka bir ortam sunuyor. Tek farkı, diğer gittiğimiz diğer her yere kıyasla çok daha kalabalık olması.

İsterseniz havlunuz ve şemsiyeniz ile gelip beğendiğiniz yere yayılabileceğiniz gibi, isterseniz gayet bembeyaz çarşaflı çok şık ve konforlu çift kişilik yataklar kiralayabileceğiniz mekanlar da var. (Şemsiye 10 euro, şezlong 15 euro, çift kişilik yataklar 60 euro)

Biz geç sayılabilecek bir saatte gittiğimiz için, bu yatakların tamamı dolmuş, o yüzden yalnızca şemsiye kiralayarak kendimize bir alan yaratıyoruz; ki bence harika oluyor.


Şemsiye kiraladığımız mekan Jockey Club Salinas olduğundan, o mekanın yakınlarında bir alanda takılıyoruz; ki tesadüfen yaptığımız bu seçimin ne kadar başarılı olduğunu ilerleyen saatlerde deneyimliyoruz. Bir kere çok iyi bir DJ çalıyor ve gerçekten eğlendiriyor. Müşteri kitlesi de harika. Özellikle dans ederek, pusetteki bebeğini ileri geri iterek uyutmaya çalışan bir anneyi idolüm ilan ediyorum.



Yediğim salata çok lezzetli olduğu gibi, sunumu da plajda servis edilen bir yiyeceğe göre inanılmaz başarılı. Taze meyvelerle hazırlanan kokteylleri de hepimizin gönlünü kazanıyor.


O gün orada uzanmış güneşlenirken, İbiza hakkında düşünüyorum. Ve Ibiza'nın bugüne kadar yaptığım bütün seyahatlerden farklı bir enerjisi ve anlamı olduğuna karar veriyorum. Ayrıca, benim seyahat eşlikçilerim olan ve bana "Ibıza virgin" diye takılan sevgili Bahar ve Buket daha önce Ibiza'ya gelmiş olduğundan, onlarla seyahat ettiğim için çok şanslı olduğumu ve onlar olmasaydı bu kadar keyifli bir Ibiza geçirmeyeceğimi fark ediyorum.

Bu yüzden Ibiza'ya gidecek olanlara bir "Ibiza Virgin" rehberi hazırlamaya karar veriyorum.

1) Avrupa'nın her yerine hiç bir hazırlık yapmadan sırt çantanızı alıp elinizi kolunuzu sallayarak gidip, çok harika günler geçirebilirsiniz. İstikametiniz Ibiza ise önceden çalışmanız şart. Yoksa ya çok daha fazla para harcamak zorunda kalırsınız, ya da "Ibıza diye anlatıp durdukları bu muymuş? Bizim Akdeniz'deki yazlık kasabalar gibi kıro dolu." diye yakınıp durursunuz. (Ciddiyim!) İyi hazırlanırsanız ise, sizi bambaşka bir deneyim bekliyor.

2) Valiz hazırlama faslından başlayalım. Her gece havalı clublara gideceğiniz için valizinize topuklu ayakkabı atmaya kalkabilirsiniz. Kızlar beni uyarmamış olsaydı, kesinlikle yapacağım bir hata olurdu bu. Gerçekten on saate kadar dans edeceksiniz, yerlere içkiler dökülmüş olacak, ilerleyen saatlerde yerlerde ayrıca kırılan bardakların parçaları da olacak. O yüzden club'a giderken ihtiyacınız olan tek şey gerçekten çok rahat ve tercihen kapalı ayakkabılar. Ben bir çift beyaz spor ayakkabıyla her gece dans ettim. Üstelik de beyaz her renk elbiseye gayet uyduğundan benim için çok pratik oldu. (Gelgelelim Ibiza tatili bittiğinde artık beyaz değillerdi ve yanları açılmıştı. Çok yeni, çok kıymetli bir ayakkabı da götürmemenizi tavsiye ederim o yüzden.)

3) Ayakkabı dışında, kıyafet konusunda tamamen özgür davranın. Hatta tercihen İstanbul'da giyemediğiniz kadar mini, transparan ve dekolteli ne varsa valizinize koyun. Gerçekten ben kendi sınırlarımı İbiza'da aştım. (Az sonra aşağıda detaylarını vereceğim :)) Diğer yandan, Çeşme'de veya Bodrum'da olduğu gibi kimse sizi süzmeyecek, kıyafetinize göre bir mekana girip giremeyeceğinize karar vermeyecek. Bu nedenle kıyafet konusunda tamamen özgür davranabilirsiniz.



4) Otelde bile duştan akan su tuzlu olacak. Buna psikolojik olarak kendinizi hazırlayın. Çok rahatsız olacaksanız buna karşı çözümler geliştirin. Mesela her gün için farklı kıyafetiniz olsun en azından ki, tuzlanmış bir kıyafeti tekrar giyip kaşınmak zorunda kalmayın.

5) Otellerde ve restoranlardaki servis anlayışı, alıştığınızdan "daha az ilgili" olacak. Türkiye'de en deneyimsiz otel görevlisinin bile iyi niyetle hemen çözebileceği her şey, mesele haline gelecek. Her yerde kendiliğinden düşünülecek şeyleri, sizin özellikle ve ayrıca talep etmeniz gerekecek. Buna hazırlıklı olun, rahatınıza bakın.

6) Tatil arkadaşlarınızı çok iyi seçin. Geceleri herkesin yorgunluğu farklı saatte bastıracak, club'ta dans ederken birbirinizi sık sık kaybedeceksiniz. Tek başına kalabilen, tek başına hareket etmekte sorun yaşamayan, mutlaka birlikte olalım, ısrarında olmayan tatil arkadaşları oldukça önemli.

7) Ibiza size her ne ararsanız onu verebilecek bir sonsuz imkanlar adası. Sevgilinizle gidip, harika bir denizde başbaşa mı yüzmek istiyorsunuz? Tamamen sağlıklı besinler tüketerek, spa kampına mı girmek istiyorsunuz? Yoga yapmak, masajla gevşeyip tamamen dinlenmeli bir tatil mi arzuluyorsunuz? Dünya mutfağından harika örnekler tadarak gurme birkaç gün mü geçirmek istiyorsunuz? Hepsinin alası gerçekten Ibıza'da var.

Ama bence yine de durup bir düşünün. Bunları başka yerlerde de yapabilirsiniz. Çok daha az para harcayarak. Yoga kampı için Hindistan'a, huzurlu harika deniz için Yunanistan'a veya İtalya'ya, dünya mutfağından harika örnekler tatmak için minik bir Avrupa turuna çıkabilirsiniz. Muhtemelen de bunların hepsi daha ucuza gelir.

Ibiza bir parti adası! Parti mekanların arasında gidip gelen, içinde DJ çalan ve parti yapılan bir belediye otobüsü bile var!

Partilerin arasında farklı ruh halleri yaşatıyor olmasıyla harika ve sıradışı. Sabaha kadar dans edip, sabah club çıkışında toplasanız on kişinin olduğu tek bir işletmenin bile bulunmadığı komşu adaya gidip çırılçıplak yüzerek sabah duşunuzu alabilirsiniz örneğin. Makyajınız akmadan önce leziz bir yemek yiyip güneşin batışını izleyip, sonra sabaha kadar terden kilodunuza kadar ıslanıp dans edebilirsiniz örneğin.

Bu yüzden elektronik müzikten hoşlanmıyorsanız, asıl niyetiniz müzik dinleyip dans etmek değilse, bir kere daha Ibiza'ya gitmeyi düşünün.


8) Ibiza gerçekten çok pahalı. Bir suyun 9 euro olduğu başka bir yer biliyor musunuz? Çok abartmadan ama kendinizi otele de kapatmadan takılırsanız, her gün harcayacağınız para 150- 200 euro civarında olacak. Fakat şunu söylemeliyim ki müzik ve parti peşindeyseniz sonuna kadar değecek.

Örneğin İstanbul'a gelen iyi bir DJ'i dinlemek için ödediğiniz bilet ücreti yaklaşık 100 TL. Sonuç olarak da çok fazla kişi ile sıkış tıkış bir ortamda dinlemek zorunda kalıyorsunuz. İbiza'da ise, bir gecede harika DJ'lerden en az üç tanesi sahneye çıkıyor ve gayet diplerinde, gayet delicesine dans ederek dinleyebiliyorsunuz.

9) Gitmeden önce bütün gece planlarınızı yapmış olun. Ibiza Spotlight sitesini oturun ders çalışır gibi çalışın. Line-up'ları bilin. Bir gece harika olan bir mekan, ertesi gün bambaşka olabiliyor. Çünkü İstanbul'un aksine, o geceki programa göre değişiyor adadaki en iyi mekan. Bu çalışmayı yapıp, hangi gece kimi dinleyeceğinize ve nereye gideceğinize karar verdikten sonra da, club'ların kendi web sitelerinden biletlerini alın. Kapıda 120 euro olan biletleri, önceden online olarak yarı fiyatına alabilirsiniz.

Clublar hakkında genel bir bilgi vermek gerekirse: DC-10 gerçekten dans etmeye gelen insanlarla dolu, çok rahat bir kitlenin gittiği, DJ'lerin "Church" diye andığı, vip masası veya locası olmayan bir mekan. En meşhur günü pazartesi geceleri. Pacha Ibıza, zaten ünlü bir klasik. İçeride ayrı bir DJ'in çaldığı sigara odasından, tuvaletlerdeki yataklara kadar her şey daha iyi eğlenmeniz için tasarlanmış. İçerideki kitle o gece çalan DJ'e göre tamamen değişiyor. Eylül bitmeden gidecekseniz, ses sistemi diğerlerine göre kötü de olsa, bu sene kapanacağı için Space'e de uğramanızı tavsiye ederim. Daha popüler müziklerden hoşlanıyorsanız, havalı bir ortam peşindeyseniz, tercihiniz kesinlikle Ushuaia'dan yana olsun. Görselleri ile, tepesinden geçen uçaklarla, diğerlerinin hepsinden çok daha gösterişli ve havalı. Ben gerçekten elektronik müzik seviyorum, nispeten 'dark' ortamlarla da sıkıntım yok diyorsanız da, saat 3:00 ve sonrasında gitmelik bir mekan olarak da Amnesia öne çıkıyor. Bir de belirtmeliyim ki Amnesia, hatıralık t-shirt bakımından diğer bütün club'ları sollayıp geçen tasarımlar yapıyor. Bunlar dışında da çıkan DJ'e bağlı olarak, o gece bazı mekanlar hepsinin önüne geçebiliyor. Bu yüzden önceden gece planınızı yapmanız şart, avantajlı olması için de buna göre giriş biletinizi almanız da...


10) Playa D'en Bossa, parti peşindeyseniz konaklamak için harika bir lokasyon. Her yere 15-20 euro ödeyerek taksiyle gidebiliyorsunuz. Club'tan çıktığınızda bir adres hatırlamak veya bir yeri tarif etmek zorunda kalmıyorsunuz. Gece geldiğinizde karnınızı doyurabileceğiniz 24 saat açık mekanlar da var, yakın taksi durakları da, taksiye binmeden önce alkol alabileceğiniz marketler de. Ancak gerçekten kıro bir kitlesi var. Ibiza'ya gelip, partilere gidecek bütçesi olmayan gençler buralarda parti yapıyor. Yollardaki mekanlar, geçenleri "Gelin gelin, harika kokteyllerimiz var." diye kollarından tutup kapmaya çalışıyor. Her türlü yasadışı şeyin satışı çok aleni ve ortalıkta yapılıyor. Dolayısıyla sadece uyumaya gelmek için iyi bir ortam sunuyor.

11) Özellikle de ev kiraladıysanız, korsan taksilere dikkat edin. Sizin evden çıktığınızı bildikleri için, sizi gideceğiniz yere bıraktıktan sonra, kaldığınız evin soyulması oldukça sık yaşanan bir olaymış.

12) Bunların hepsine dikkat ederseniz, yalnızca Ibiza'ya gidenlerin anlayabileceği bir ruh haline gireceğinizi, üzerinize daha önce hiç deneyimlemediğiniz bir rahatlığın geleceğini, hiç bir yerde partilemediğiniz kadar partileyeceğinizi, 24 saat içinde bambaşka ruh halleri deneyimleyeceğinizi ve döndükten sonra her gün sık sık Ibiza'yı anıp özleyeceğinizi unutmayın.


Las Salinas'ta bütün günümüzü geçirdikten sonra, saat 19:00 gibi Usuaia'ya gidiyoruz. Ibiza'daki beşinci günümde, sonunda adanın o rahatlığına alışıyorum ve yanımda getirdiğim transparan beyaz elbiseyi giyerek evden çıkıyorum. Sokakta yürürken, kimsenin bunu yadırgamamasına inanamıyorum. Club bileti satan bir adamın, "nice ass" diyip, gülerek su tabancasıyla su sıkmasını saymazsak, dünyanın en normal şeyiymiş gibi yolda yürüyorum. Bu rahatlığa bayılıyorum ve bunu başka hiçbir yerde yapamayacağımı biliyorum.

Kızlar takılıyorlar, "Tamamdır, Ibiza virgin bu gün artık adaptasyonu sağladı." diye.

Gece boyunca da yalnızca, "Elbisene aşık oldum." gibi iltifatlar alıyorum. Rahatsız edici tek bir olay bile yaşamıyorum. Yalnızca bir ara tuvalete gittiğimde, ellerimi yıkarken, arkamdaki kızlar Türkçe olarak dedikodumu yapmaya başlıyorlar. "Nasıl giymiş onu?", "Bu Avrupalı cesareti de abartılı. Gelsin bir Türkiye'yi görsün.", "Baya bildiğin transparan o elbise.", "Sütyen de yok değil mi?" gibi devam eden dedikodumu dinledikten ve ellerimi yıkadıktan sonra, onlara dönüp Türkçe olarak "İyi eğlenceler." diyorum. Tuvaletten çıktığımda kendi kahkahalarımdan bayılabilirim. O andaki yüz ifadelerinin bir videosu keşke olsaydı! :))

Uhuaia aynı zamanda bir otel olduğundan, burada parti oldukça erken saatte başlıyor ve saat 24:00'te sona eriyor. İçerideki kitlenin büyük bir çoğunluğu otelde kalanlardan oluşuyor ve kadınlar da erkekler de diğer club'lara kıyasla çok daha şık ve özenli giyimli. Diğer yandan, çok geniş bir yaş kitlesi var. Gerçekten +40 yaş üstü de çok sayıda kişi vardı, 18 yaş sınırında da...





Havuzun içinde dans eden dansçı kızlar, balkonlarına çıkmış balkondan partiye katılımcı olanlar, sadece mojito yapan barlar, içinde dizlerinize kadar suyun içinde dans edebileceğiniz minik havuz, gerçekten Ibiza'da gördüğüm en güzel visuallar ve uçakların daha yerden çok yükselmeden önce tam sahnenin üzerinden geçmesi harika.


Diğer yandan söylemeliyim ki, diğer clublara kıyasla saat 22:00'ye kadar çalan müzik çok sıradan ve çok özelliksizdi. Ancak son saatlerde gerçekten dans ettik. Yine de, buna rağmen kesinlikle ortamı için Ibiza listenizde mutlaka bulunması gereken mekanlardan.



Özgürlükle kalın!



KaydetKaydetKaydetKaydetKaydetKaydetKaydetKaydet

25 Ağustos 2016

Ibıza -4: Hippi ruhu taşıyan Benirras Beach, çatıdan giren Karayipli adam ve 1989'dan beri faaliyet gösteren Space'in son yazı!

Ibiza'da dördüncü günümüzün sabahında, balkonda sabah kahvemizi içerken, itiraf ediyorum: "Biz bu kadar uzun bir Ibıza tatili planladığımızda, her gece bambaşka harika bir parti bulabileceğimizden hiç şüphem yoktu; ama gündüzlerin birbirinin aynısı ve sıkıcı olacağını düşünüyordum. Her sabah aynı denize girer, her gündüzümüz benzer olur sanmıştım. Şimdi daha uzun bir plan yapmadığımıza çok pişmanım."

İlk gündümüzü beach club olan Blue Marlin'de geçirmiştik. Sushi yiyip, nefis kokteyller yuvarlayarak...  İkinci gün, ıssız bir adaya gitmiş, hayatımda gördüğüm en beyaz kumların üzerinde güneşlenmiş, en berrak denize girmiş ve şezlong, şemsiye, restoran, bakkal bulunmayacak kadar el değmemiş bir ortamı deneyimlemiştik.

Üçüncü günün sabahında balkonda otururken,  çeşitli mekanlarda tanıştığımız kişiler, garsonlar ve taksiciler tarafından yazılmış notların bulunduğu kağıtlara bakarken, hepsine yetecek kadar çok zamanımız olmadığı gerçeği ile yüzleşiyorum.


Adanın o güne kadar görmediğimiz taraflarından biri olan San Miguel'e gitmeye karar veriyoruz. Kahvemiz bittikten sonra, Ibiza Town'a gidiyoruz. Burada yanyana üç tane durak var, en sonuncusundan geçen 25 numaralı otobüs San Miguel'e gidiyor. 

Bu otobüsün saatlerini kontrol ediyoruz. Daha yarım saat olduğunu fark edince, kahvaltı etmek için oradaki bir pastaneye oturuyoruz.

İbiza'ya giderken dolabımı açmış ve bu güne kadar beğenip aldığım, çok kısa, çok transparan, çok dekolteli olduğu için İstanbul'da ve hatta Çeşme'de giyemediğim ne varsa, hepsini valizime koymuştum. Ibıza'ya gittiğimde ise o elbiseleri denediğimde rahatsız olup (çevre yüzünden değil, kendim alışkın olmadığımdan), yine normal elbiselerime geri dönmüştüm. Dördüncü gün içimde yalnızca bir bikini altı varken, üstümde dantel bir elbiseyle sokakta oturmuş, kahvaltımı ederken, "Ibiza adaptasyonumu henüz sağlayabildim." diye düşünüyorum. "İbiza'ya haftasonluk gelmek, kesinlikle o ruhu yaşamak için yetmezmiş."

Daha sonra, başka şubeleri olduğunu da keşfettiğimiz Harnus, tazecik ve inanılmaz lezzetli hamur işleri, müsliler ve taze meyve suları servis eden, oldukça ucuz ve lezzetli kahvaltı yapılacak bir mekan. Güzel bir kahvaltı ile karnımızı doyurduktan sonra, otobüs ile San Miguel'e, ardından da taksi ile meşhur hippi sahili Benirras Beach'e gidiyoruz.

Bizi Benirras Beach'e götüren taksici, çok eğlenceli, çok yakışıklı ve doğal olarak çok seksi bir İspanyol aksanı ile konuşuyor. O kadar eğlenceli bir taksi yolculuğu yapıyoruz ki, daha sonra sahilde güneşlenirken bile takside çekilen videoları izlemeye doyamıyoruz.


Dağların arasında ıssız bir koy olan ve yalnızca arabayla ulaşılabilen Benirras Beach, aslında pazar günleri yapılan partileri ile meşhur. Biz perşembe günü gittiğimiz için, parti yok. Aksine oldukça huzurlu ve sessiz bir sahil. 






Burada oldukça makul bir fiyata şezlong ve şemsiye (kişi başı 8 euro) kiralayabiliyorsunuz; ancak sahile içki servisi yapan bir işletme yok. Arka taraftaki restoranlardan dilediklerinizi kendiniz alıp, bunları sahilde yiyip içebiliyorsunuz. Bu restoranlar da, plajın doğal havasına oldukça saygılı. Plastik yerine, doğada yok olabilen materyaller kullanıyorlar örneğin.





Biraz yüzdükten sonra, elime kameramı alıp, dağın kenarından giden, iplerden tutunarak ve suya düşmemek için çabalayarak patikadan yürümeye başlıyorum. Asıl hippi ruhu, kumsalda değil, bu patikanın sonunda ulaşılan kayalık alanda. Herkes çıplak. Kayalara sırtını vermiş kitabını okuyan kadınların, birbirine sarmaş dolaş sarılmış uzanan çiftlerin fotoğrafını çekip rahatlarını ve mahremiyetlerini bozmak istemiyorum. Oradaki tek giyinik olan, suya düşünceli düşünceli bakan adamın fotoğrafını çekiyorum yalnızca. 


Bütün gün güneşlendikten sonra, arka taraftaki restoranlardan birinde yemek yemeye karar veriyoruz. Elements açık ara oradaki en şık, en yüksek puanlı olan mekan. Bloody Mary muhteşem, deniz ürünlü taliatelli leziz. Yan masamızdaki İtalyan adam hayalimdeki koca, iştahla yemek yiyen ve bol gürültülü konuşman ailesi hayalimdeki kayınpeder, kaynana ve görümce! Garsonlar çok tatlı, servis tıkır tıkır. Haliyle Elements'te geçirdiğimiz her bir saniye zevkin doruklarındayız. 




Tekrar Ibıza Town'a döndüğümüzde, Macabich bölgesini keşfediyoruz. Bora Bora'daki dizi dizi bar ve cafelerin kıroluğunun aksine, bu bölgedeki her mekanın gerek dekorasyonu gerek kitlesi oldukça keyifli. 

Nemlendirici ve alkol almak için burada markete uğradığımızda, baharatlı zeytinler ile deniz ürünü mezelerine karşı koyamıyoruz. "Hadi diyoruz, bu gece çıkmadan önce balkonumuzda meze kokteyl keyfi yapalım." 

Harnus'tan tazecik bir ekmek aldıktan sonra, elimizde market poşetleri ile otobüse binip 'ev'imize giderken, kendimizi o kadar "Ibizalı" hissediyoruz ki! Sanki birkaç günlüğüne tatile gelmiş gibi değil, gerçekten orada yaşıyor gibi görünüyoruz o an. Ekmek, market poşetleri, otobüs...

Balkonda soframızı kurduktan sonra, ben her zamanki gibi fotoğraf çekmek istiyorum. Karede de üçümüz ve soframız olmalı. Bunun için tek yöntem self-timer tabii ki. Balkonun havuza bakan tarafına bira şişemi koyup, telefonu önüne yerleştiriyoruz, zamanlayıcıyı ayarlıyorum. Yüzümüz havuza dönük, sofrayı gösterir biçimde kollarımızı açarak poz veriyoruz.




O sırada hiç ummadığımız bir şey oluyor. Havuzda parti yapan 'karın kasları' bira şişesinin arkasındaki telefonu görmedikleri için, yüzleri kendilerine dönük kollarını açmış poz veren üç kızın, kendilerini partiye davet ettiğini düşünüyorlar!!

Bir anda coşkulu bağırtılar yükseliyor, hepsi bizim balkona doğru el kol yaparak yürümeye başlıyorlar. Neyse ki giriş katında değil, bir üst kattayız. Bu yüzden güvende olduğumuzu düşünürken, sokak kapımız delicesine yumruklanmaya başlıyor. Buketto, adamlar kapıyı kırıp bize saldıracakmış gibi, refleks olarak sokak kapısını kilitledikten sonra, üçümüz kendimizi arka taraftaki yatak odasına atıyoruz. Yatağın üzerinde kahkahalara boğuluyoruz "Bir fotoğraf nelere sebep oldu."

Ben tam ortalık sakinleşti mi diye kolaçan etmek için balkona çıktığımda, erkeklerin hala bize bağırdığını fark ediyorum. Aman nasıl olsa yukarıdayız, kapı kilitli, diyerek sofraya oturuyoruz. Hop bir adam nasıl olduğunu anlamadan çatıdan balkonumuza geliyor, Karayipler'den geldiğini açıklarken, zeytinimize elini daldırıp ağzına atıyor. Adam oldukça yakışıklı ve sohbet etmeye niyetli; ama biz saçma biçimde o kadar korkmuş haldeyiz ki, "Ben gideyim mi?" diye soruyor. Şüphe etmeden, evet diyoruz.


Kahkahalar atarak karnımızı doyurduktan ve yeteri kadar içtikten sonra, evden çıkıp, Space'e yürüyoruz. Space o gece çok anlamlı ve özel, çünkü orada son dans eden insanlardan olacağız!!

1989 yılında açılan, dünyada ilk "after-party" konseptini uygulayan, İbiza'nın en eski ve en büyük club'larından biri olan Space'in bu sene son senesi. Ushuaia, burayı satın aldığı için, bu seneden sonra, Space oldukça nostaljik bir anlam kazanacak. 


Ve o gece, Afterlife'ın açılış partisi var. İlk önce teras alanında Woo York dinleyip delice dans ediyoruz. Ardından Recondite, Tale of Us ve Mind Against çıkıyor.

Daha bomba olan bir şey var, iki önceki ofisimde oda arkadaşım olan ve birbirimize "roomy" dediğimiz, uzun zamandır görüşmediğim sevgili Tuğba ile o gece Space'te buluşuyoruz. Aylar sonra kavuşmanın heyecanıyla, uzun bir süre içerideki müziği unutup, terasta içkilerimizi içip dedikodu yapıyoruz. Dünya gerçekten gittikçe daha küçülmüyor mu?

Tuğba gittikten sonra, kendimi tekrar içeriye bırakıyorum. Kızların nerede olduğu hakkında hiç bir fikrim yok. Ancak o kadar Ibiza'ya ait hissediyorum ki kendime, onları aramak gibi bir telaşa da düşmüyorum. Saatlerce dans ediyorum. Ara ara birbirimizi belli noktalarda dans ederken bulup, sonra tekrar kaybediyoruz. 

Zaten Space oldukça karmaşık bir mimariye sahip. Kaybolmak oldukça kolay bir şey. Farklı bir odaya geçmeden, aynı devasa alanın içinde eş zamanlı olarak birden fazla DJ çalıyor. Garip bir biçimde sesleri birbirine karışmıyor. Ancak bir yerden bir yere gitmeye çalışırken, kaybolmamak imkansız. 

Ses sistemi, diğer gittiğimiz club'lara kıyasla kötü olmasına rağmen, o gece orada bulunmayı seviyorum. Sabaha karşı oradan çıkmaya karar verdiğimde, çıkışı bir türlü bulamayıp, aramaktan sıkılıp dans etmeye devam ediyorum. 

Sonunda kapı karşıma kendiliğinden çıktığında, Afterlife posterine selam verip, kendimi temiz havaya atıyorum. Oksijen saatler sonra ciğerlerimi doldururken, İstanbul'a dönmeyi hiç ama hiç istemiyorum.


"When I stand before God at the end of my life, I would hope that I would not have a single bit talent left, and could say 'I used everything you gave me." - Erma Bombeck

KaydetKaydetKaydetKaydetKaydetKaydetKaydetKaydet

18 Ağustos 2016

Ibıza - 3: I chill harder than you party!

Mosaic by Maceo gecesi bitip Ibıza Pacha'nın kapısından dışarı çıkıyoruz. Havanın ne kadar aydınlık olduğuna inanamıyorum. Bütün gece kafamın üstünde taşıdığım güneş gözlüğümü takarken, saate bakıyorum. "Sabaha karşı filan değil, düpedüz sabah olmuş." diyorum şaşkınlıkla.

Dans etmekten baştan aşağı ter içindeyim. Sabahın erken saatlerindeki esinti içime işliyor, üşüyorum.

Ayıklığından şüphe ettiğin anlardaki "Sadece ben mi?" şüphesi vardır ya, reflekssel olarak bizim kızlara bakıyorum, herkesi üşüyor görünce rahatlıyorum.

Diğer yandan açlık, üçümüz için de üşümekten daha baskın. Çünkü en son 12 saat kadar önce bir kaç çeşit tapas atıştırmıştık ve o saatten beri aralıksız dans ediyoruz. Beş dakika yürüme mesafesindeki Prince Bakery'e gidiyoruz. İçimizden biri bira içmeye devam ediyor, diğerleri için kahve zamanı. Bunlara bir kaç çeşit taze hamur işi eşlik ediyor kahvaltı niyetine.

Pacha'dan çıkanlarla, derin bir uyku üzerine henüz uyanıp kahvaltıya gelenleri, yalnızca kılık kıyafetlerine bakarak ilk bakışta ayırt etmek mümkün. Etrafı gözlemlemek ve yorumlamak çok eğlenceli olabilir o sırada; ama algımız kısıtlı, enerjimiz dipte.

Karnımızı biraz doyurduktan sonra, kaldığımız otele gidiyoruz. Plaj çantalarımızı hazırlıyor, bikinilerimizi giyiyor, çıkıyoruz.

O gün için planımız, Isla de Espalmador'a gitmek. Sakin, huzurlu, rahat rahat uyuyacağımız güzel bir denize ihtiyacımız var.

Bunun için öncelikle Ibıza'dan, hemen karşısındaki ada Formentera'ya geçmemiz gerekiyor.


Formentera feribotları Old Town'dan kalkıyor, üç ayrı firmaya soruyoruz, üçünün de fiyatı ayrı. Tabii ki en ucuzundan yana (30 euro gidiş-dönüş) tercih yapıp, en yakındaki cafede kahve içip gözlerimizi açmaya çalışarak feribot saatimizi bekliyoruz.


Formentera'dan da bembeyaz boyanmış ahşap minik bir tekneye biniyoruz. (Bu da gidiş dönüş 22,5 euro) Denizin ortasında püfür püfür bir esintiyle giderek, harika yatları ve gittikçe daha berrak bir maviye dönüşen denizi izlemek acayip keyifli.




Sonunda Isla de Espalmador'a varıyoruz. Burası hayatımda gördüğüm en beyaz uçsuz bucaksız kum. En sakin sahil. En berrak su. En harika deniz. Gerçek olamayacak kadar güzel. Kumun üzerindeki pembe tuz parçaları da ortama daha masalsı bir hava veriyor.


Kendimizi suya bırakıyoruz, onlarca fotoğraf çekiliyoruz, yüzüyoruz, dalıyoruz, çıkıyoruz.




Bu su keyfimiz sona erdiğinde fark ediyoruz ki, etrafta şezlong ve şemsiye kiralayabileceğimiz tek bir tesis bile yok. Çantamızdan havlularımızı çıkarıp, güneşin altında, bembeyaz ve incecik kumun üstüne seriyoruz. Mis kokulu yağlarımıza bulanıp, güneşlenmeye başlıyoruz.

Zaman geçtikçe susuyoruz, acıkıyoruz. "Hadi" diyoruz, "hem sahil boyu bir yürüyelim, hem de sahilin sonunda restoran gibi bir yerler var, onları keşfedelim." Upuzun sahili yürüyüp, uzaktan restoran olduğunu varsaydığımız binaların yakınlarına geldiğimizde, hepsinin özel mülk ve ev olduğu gerçeği ile yüzleşiyoruz.

"Bunlar evse, market nerde?" diye meraklanıyoruz. Sahilde güneşlenen, oralı oldukları belli teyzelerin yanına gidip soruyoruz. "Restoran veya market nerede bulabiliriz?"

Aldığımız cevaba inanamıyoruz. Restoran da yok adada, market de yok.

Durumun o anda farkına varıyorum: Suyumuz yok. Yiyeceğimiz yok. Gölge yok. Market yok. Formentera'ya dönen ilk tekne de saat 16:00'da, yani dört saat sonra!!

Neyse ki deniz harika, en kötüsü olası bir kriz durumunda, açıkta demirlenmiş lüks teknelere yüzer yardım isteriz, diye şakalaşıyoruz. Deniz ile kumsal arasında mekik dokuyarak harika ortamın tadını çıkartırken, tek eksiğimiz gerçekten soğuk bir bira.

Biraz sonra, Bahar, bizim adaya geldiğimiz tekneyi işaret ediyor: "İyi de bu adamlar da burada saat 16:00'ya kadar bekliyorlarsa, mutlaka bir şeyler aldıkları bir yer olmalı." Bir anda gözümün önüne, teknede asılı fiyat listeleri geliyor. Bira, su, cips... Aynı anda, aydınlanıyoruz: "Eee, bizim tekne orada olduğuna göre, onlardan satın alabiliriz." Evreka evreka! Tekneye bir koşuşumuz ve soğuk bira ile cips bulmanın mutluluğu ile bir dönüşümüz var ki, ıssız çölde vaha bulmuş gibiyiz.

Bira ile cipse kavuştuktan sonra keyfimiz tabii ki artıyor. Ben orada güneşin altında uyuyakalıyorum. Uyandığımda saate bakıyorum: 16:15. Panikle kalkıyorum, bizim kızlar da derin bir sohbete dalmış. Yattığımız yerden doğrulup bir bakıyoruz ki, bizi Formentera'ya götürecek tekne çoktan açılmış gidiyor.

Tekneyi kaçırıyor, cennette kalıyoruz! Neyse ki bir saat sonra son bir sefer daha var.



Yakınlardaki bir çamur banyosundan söz ediliyordu. Teknenin gelmesini bekleyeceğimiz bu bir saatte onu bulmaya karar veriyoruz. Sahilden çalılıkların arasına girdiğimizden yalnız birkaç dakika içinde, yemyeşil bir botanik bahçesinin içindeyiz. Bu kadar kısa mesafede, mavinin yerini, yeşile bırakması o kadar büyüleyici ki!



Çamur banyosu denilen göl, aşırı derecede sülfür kokuyor. Kesinlikle alıp da vücuda sürülecek gibi görünmüyor. Yine de o yeşilliğin arasında yürümek bile bize acayip keyif veriyor.

Sahile geri döndüğümüzde, son Formentera teknesi de hareket etmek üzere. Aceleyle sahilde neyimiz varsa, çantalarımıza sokuşturup, koşarak tekneyi yakalıyoruz.

Formentera'da marinaya yakın bir yerde karnımızı doyurmak için hoşumuza gidecek bir yer ararken, El Marino'yu çok beğeniyoruz. Oturup, bütün gün yalnızca bir bira ve bir cips ile idare etmiş olmanın göz açlığı ile kıtlıktan çıkmışçasına donatıyoruz masayı. Keyiften ölebiliriz.



Karnımız doyduktan sonra Ibiza'ya geri dönüyoruz. Akşam balkonda, bütün vücudumuzu after-sun losyonlarına bulamış olarak, cin tonik ve sigaralarımızı içip, dedikodu yaparak ojelerimizi tazeliyoruz.

Orada otururken farkına varıyorum; daha önce seyahat ettiğim hiç bir yer bana bir gün içinde bu kadar farklı ruh hallerini bir arada yaşatmamıştı.

24 saat içinde, Dalt Villa'da minik bir tapasçıda diz dize oturup tarihi kaleyi izleyerek sangria kadehlerini tokuşturabiliyor;  gecenin ilerleyen saatlerinde kendini minik bir salonda yalnız 10-20 kişi ile DJ setinin önünde delicesine dans ederken bulabiliyor; dışarı çıkınca güneş gözlüklerini takıp minik bir tekne ile muazzam denizi olan bir adaya gidebiliyor; duş niyetine bu harika denize girebiliyorsun. Lüks, salaşlık, sabaha kadar eğlence, el değmemiş kumsallar bir arada!

"Bu gece artık sakin bir gece geçirmeye ihtiyacım var." diyorum. Bir önceki gece hiç yatağa girmemiş olduğumu hatırlayarak.

Giyindikten sonra, bakkaldan elimize birer bira alıp, keyfimize göre yürümeye başlıyoruz. Biramız bittikçe yolun üstündeki bir markete girip yenisini alıyoruz. Eş zamanlı olarak, anahtarlık, çakmak, havlu gibi Ibiza hatıralıkları da satın alıp çantalarımıza tıkıştırıyoruz.


Bora Bora'dan başlayan yürüyüşümüz Paseo de Figueretas'ta sona eriyor. Little Ibiza'da oturuyoruz. Sokağın ortasında kağıt fenerler ve renkli kumaşlardan şemsiyeleri ile çok güzel bir ortam sunuyor Little Ibiza. Kokteylleri inanılmaz lezzetli ve kuvvetli. Birer kokteyl bizi harika yapmaya yetiyor.



Little Ibıza'dan kalktığımızda saat 3:00. "En sakin gecemizin 3:00'te bitmesi!" diyerek gülüyoruz. İstanbul'a selam yolluyoruz: Bebeğim, I chill harder than you party!

15 Ağustos 2016

Bir haftamın özeti: Hayatım içimden geçen cümleler içinde geçti.*

Pazartesi:

Hava henüz aydınlanmadan önce Belgrad'dan İstanbul'a uçuyorum.

Beklenecek bir valizim de, duty free kurcalayarak aylaklık edilecek zamanım da yok. Cüzdanımın derinliklerinden aylardır kullanılmamış İstanbul kartımı buluyorum. Kabin boy valizimle önce metroya, ardından tramvaya biniyorum. "Kapalıçarşı" durağında onlarca turistle birlikte tramvaydan iniyorum.

Daha önce binlerce kere yürüdüğüm, arnavut taşlı yoldan İstanbul Üniversitesi'nin heybetli kapısına doğru ilerliyorum.

"En son geldiğimden beri kaç yıl geçti acaba?" diye düşünüyorum, bulamıyorum. En az beş sene!

Kapıdaki güvenlik, öğrenci kimliğimi soruyor. Amerika'da alkol istediğimde, 21 yaşın üstünde miyim diye kimliğimi istedikleri anlardaki gibi bunu da bir iltifat olarak alıyorum. "Eski mezunlardanım ben." diyerek baro kimliğimi uzatıyorum. "Ooo, hayırlı olsun." diyor güvenlik. "Çok oldu ben avukat olalı, hayırlı olsun yıllarını da geçtik." diyorum gülerek. "Yeniden hoş geldiniz o zaman." diyor.


Kapıdan içeri girip, rektörlük binasının önündeki kocaman heykele doğru yürürken, kardeşimin "Sezo be, bu kapıdan içeri öğrenci girmek için ne uğraşmıştın. Şimdi de buradan çıkabilmek için on katı uğraşıyorsun." demesi geliyor aklıma. Gülüyorum. Zaman ne kadar çabuk geçiyor.

İçeride attığım her bir adım, kendi geçmişimde seyahat gibi. O bahçede nice arkadaşlıklar kurduk, nice sırlar, nice gerginlikler paylaştık. Her sınav döneminden sonra, notların asıldığı ahşap panoların önünden duygusuzca yürürken, o panoların önünde heyecanla beklemiş olan yıllarıma gülümsüyorum anlayışla.

Zaman kaybetmeden, öğrenci işlerine giriyorum, onaylı diploma ve transkripte ihtiyacım var.

"Oraya git onay al, buraya git bunu yap."lar arasında koştururken terliyorum. Hava çok sıcak, prosedür çok fazla. En sonunda yapmam gerekenleri bitirip, bekleme kısmına geçince, havuzlu bahçede oturuyorum. Öğrencilik yıllarımdaki gibi kötü bir kahve içerek...


Eskiden tanıdığım bir arkadaşımla yıllar sonra karşılaşmışım gibi hissediyorum. Bana güzel anıları tekrardan yaşatıyor; ama o bıraktığım yerde kalmış. Benden sonra hiçbir şey değişmemiş, bana katabileceği, beni heyecanlandırabileceği hiç bir şeyi kalmamış. Her köşesi ezberlenmiş, cezbediciliği sona ermiş... Bende ise değişen çok şey var, yaşadığım çok şey. Aramıza artık kapatılamaz bir uzaklık girmiş gibi...

Bunu fark ettiğimde, koşarak içeri giriyorum. "Hepsinden beşer tane yapabilir miyiz?"

Beş transkript, beş diploma suretinin bana sonsuza dek yeteceğini düşünüyorum. Bir daha görüşmemek üzere, vedalaşıyorum heybetli bina ile...


Salı:

İşten eve dönerken, korkunç bir trafiğin ortasında sıkışıp kalmış, spora vaktinde yetişebilecek miyim diye kaygılanırken ve kendimi gerçekten yorgun hissederken, "Yaşamak istediğim hayat bu mu?" diye sorguluyorum kendimi.

Notlarımı aldığım ve yanımdan ayırmadığım defteri açıp, yaşadığım hayatın artıları ile eksilerini yazıyorum. Artıların sayısı eksilerden çok olunca, rahatlıyorum. Defterin başına kendime not yazıyorum: Akışa kendini gereğinden fazla kaptırma. Her şeyi, her zaman sorgulamaya devam et. Her konuda, sürekli "İstediğim bu mu?" diye kendine sormayı unutma.

Evin kapısından içeri girdiğimde, bütün yorgunluğuma rağmen, sokak kapısının tam karşısındaki aynadaki yansımamdan siyah elbise ve siyah topuklu ayakkabılarım ile hiç fena görünmediğimi fark ediyorum.


Hayata dair öğrendiklerimi alt alta yazıyorum. (Elbette çok daha fazlası vardır, ama ilk anda aklıma gelenler bunlar oluyor):

- Bir kadının ne kadar yorgun olsa da iyi kesimli siyah bir elbise ve topuklu ayakkabıyla her zaman iyi görüneceğini öğrendim.
- Asla siyah, lacivert, kırmızı değil; aksine sıradışı renklerde valizler kullanmanın ne kadar pratik olduğunu öğrendim. (Uzaktan tanırsınız, asla başkasınınki ile karışmaz.)
- Not almanın ne kadar faydalı olduğunu, hiç unutmayacağını sandığın şeyleri bile unutabileceğini, defterlerin önemini öğrendim.
- Her yeni günün büyük ya da küçük bir şeyler öğrenmek için bir fırsat olduğunu öğrendim. Küçük bilgilerin ne kadar zaman kazandırabileceğini ve hayatı kolaylaştırabileceğini de...

Çarşamba:


İşten çıkışta markete uğrayıp eve geldikten sonra, akşam yemeği niyetine hazırladığım hafif şeyleri yerken, şirkette kurduğumuz sinema klübünün o haftaki filmi olan A Home at the End of the World'ü izliyorum.

Sevginin kalıplara sığamayacağını, kalıplara uymayan bazı sevgilerin ne kadar büyük olabileceğini ve herkesin "sevgi"den anlayış ve beklentisinin farklı olabileceğini gösteren bir film. Merakla, heyecanla, oturduğum yerden hiç kımıldamadan izliyorum hepsini.

Sonra sevgi hakkında kafa yoruyorum epeyce. Sevdiğim insanlar hakkında da... Hislerimi ne kadar ifade ettiğimi sorguladığımda, bazılarını ne kadar gizlediğimi fark ediyorum. İçimi dökme ihtiyacı duyuyorum ve kendimi babama upuzun bir mail yazarken buluyorum.

Az sonra beni arıyor, "Kredi kartımı yolluyorum. Hadi kendine bir bilet al. Birlikte güzel bir hafta sonu geçirelim."

Perşembe:



Dengemi alt üst eden bir akşam yaşıyorum. Çok keyifli olabilecek bir akşam yemeği, umduğumdan çok farklı biçimde akıyor ve sonuçlanıyor.

Bütün gece, "Dışarıya, özellikle erkeklere verdiğim mesajda bir yanlışlık mı var?" diye kendimi suçlayıp duruyorum. Topluma göre rahat ve kafama göre bir hayat sürüyor olmam, her adamın beni elde edebileceği algısına mı neden oluyor? Veya insanlara gösterdiğim genel güleryüz ve sıcak yaklaşım özellikle erkekler tarafından yanlış anlaşılmaya bu kadar mı müsait?

Cuma:

Ertesi sabah gerçekten çok erken bir saatte uçağım olduğu için, havalimanına yakın oturan bir arkadaşıma yazıyorum. "Akşam için planın var mı?" ile başlayarak, ertesi gün sabah 7:00'de uçacağımı, müsaitse onda kalmayı planladığımı, ama değilse lütfen benim için plan değiştirmemesini,  söylüyorum. "Yahu uymasa bile veririm anahtarı, sen yabancı mısın? Seni gayet sevdiğimi biliyorsun. Burası senin de evin. Öyle şeyler konuşmaya bile gerek yok." gibi tatlı-ötesi cümleler kurduğu için, akşam işten çıkışta hiç çekinmeden ona gidiyorum.


Çeşit çeşit sushi ile karnımızı doyurduktan ve her zamanki gibi ondan uçaklar hakkında yepyeni bir şeyler öğrendikten sonra - Uçağın kanatlarının benzin dolu olduğunu biliyor muydunuz?- bütün gece süren bir sohbete başlıyoruz.

Mum ışığında koltukta uzanmış, bira şişelerimizi tokuşturarak, hiç bir maske takmadan, hiç laf kıvırmadan, bütün dürüstlüğümüz ile birbirimize bir sürü gizemimizi açarak saatler geçiriyoruz.

Burnumda onun parfümünün harika kokusu varken, "Ne acayip." diye düşünüyorum. Yanımdaki adamı inceliyorum, aslında gerçekten çok yakışıklı bir adam olmasına rağmen, onunla sevgili olmak gibi bir arzuya hiç kapılmadığımı fark ediyorum. Belki de birisi hakkında çok fazla şey bilmekten kaynaklanan bir şeydir bu, diye akıl yürütüyorum. Diğer yandan birbirimizi çok uzun yıllardır tanısak da, görüştüğümüz zamanların azlığına rağmen, kendimizi birbirimize bu kadar yakın hissedebiliyor olmamıza bayılıyorum. Bazı kişilerle hiç bir kalıba sokamadığım, klasik etiketlere yerleştiremediğim, tek sıfatla tanımlayamadığım şeyleri paylaşmayı genel olarak seviyorum galiba.

Saat 5:00'te alarm çalıyor. Yarım saat ertelemeden bir zarar gelmez, diyerek o huzurlu mayışık anın biraz daha tadını çıkartıyorum.

Cumartesi:

Sabah erkenden İzmir'e geliyorum. Babam ile birlikte, çok sevdiğim boyozlardan onlarca alıyoruz. Bütün gün sahilde güneşlenirken, boyoz yemeyi planlıyorum. Akşam da balık yemeye gideceğiz nasıl olsa...

Eve girdiğim anda, kendimi çok bitkin hissediyorum. "Ben bir saat uyuyayım." diyorum. Üstümdeki elbiseyi bile çıkartmadan yatağa bırakıyorum kendimi.

Sonra babamın saçımı okşamasıyla uyanıyorum. "Üç saat oldu kızım sen uyuyalı. Denizi kaçırma istersen?"

Yataktan kalkıyorum, ama kendimi berbat hissediyorum. "Sanırım ateşim var." diyorum. Babam eczaneye gidip derece aldıktan sonra 39 derece ateşim olduğunu fark ediyoruz. İlaçları alıp, uyumaya devam ediyorum. Bir ara kalkıp mercimek çorbası içmek dışında sürekli uyuyorum. Yatakta kitap okumaya çalıştığımda bile sızıyorum.


"Yorgunluk"tan diyenler oluyor, "Nazar." diyenler daha büyük çoğunlukta. Umarım ilkidir diye düşünüyorum; çünkü ikincisine karşı ne yapılabilir hiç bir fikrim yok.

Daha önce kardeşimi hastane yerine İstinyepark'a alışverişe götüren babamın, alternatif tedaviye inancı büyük. "Hadi iyileş, yarın seni Urla'ya şarap turuna götüreyim." diyor.

Pazar:

Sabah 7:00'de gözlerimi açıyorum. Canım delicesine kahve çekiyor. Kahvemi içtikten sonra, ateşimi ölçüyorum. Tamamen normal. Dolaptan incir alıp yiyorum, midem de garip bir tepki vermiyor. Mutlulukla bikinimi giyiyorum, deniz çantamı hazırlıyorum, tıkırtılarımdan uyanan babamın sesi geliyor içerden: "Kızım, nasılsın?"

"Çok iyi. Hatta denize gidiyorum." diye şakıyorum. Deniz kıyısında mis gibi yağlara bulanarak ve Elif Şafak'ın son romanına gömülerek saatler geçirdikten sonra, öğlene doğru eve dönüyorum.



Babamla birlikte, pazar sabahlarımızın vazgeçilmezi olan Bademler Köyü'ne doğru yola çıkıyoruz. Zeytinyağlı, patatesli kaşarlı gözlemeler ve çay ile kahvaltımızı yaptıktan sonra, istikametimiz önce Uzbaş Botanik Bahçesi oluyor.





Yemyeşil bir bahçenin ortasında inanılmaz güzel bir ev var. Ama ondan daha ilgi çekici şey, bahçesindeki ağaçlar. Arabadan indiğimiz anda, çok tatlı bir genç kız gelip bize rehberlik yapmaya başlıyor. Tarçın ve mantar ağaçlarından sonra, 12 ayrı çeşit palmiyeyi teker teker bize tanıtıyor.

O kadar farklı çeşitlerde palmiyenin mevcut olduğundan bile haberim yoktu o ana kadar. Üstelik de hepsini başka zamanlarda, başka yerlerde görsem muhtelemen farklarını aklımda bu kadar net tutamazdım; ama hepsi yan yana olunca, o kadar net ki!

Uzbaş Botanik Bahçesi'nden sonra hemen biraz ilerisindeki Urla Winery'e geçiyoruz. Dışındaki upuzun havuz gözden kaçabilecek gibi değil; ama babam özellikle havuzun dibindeki farklı renk karoymuş gibi görünen camları gösteriyor, "Bunlara dikkat et."



Az sonra mahzeni ve üretim tesisini gezerken, o havuzun altındayız. Mahzende yapay ışıklandırma yok. Havuzdan süzülen bu ışık ile aydınlanıyor içerisi. Deniz altı gibi bir his veriyor, bayılıyorum.


Gezimiz tamamlanınca, tadım odasına geçiyoruz. Daha önce dünyanın bambaşka köşelerinde tadım yapan biri olarak, tadım faslının oldukça amatör olduğunu söylemeliyim. Görevlinin tek yaptığı şey, bardaklara şarap doldurmaktan ibaret. Kapsamlı bir bilgi, şaraplar hakkında bir hikaye kesinlikle aktarılmıyor. Hatta damak tadımıza uygun değil, aksine rastgele şaraplar dolduruluyor bardağa.

Urla Nero d'Avola & Urla Karası 2014 bile servis edildiğinde, Urla Karası'nın aslında kaybolan bir yerel üzüm olduğunu, yeniden fidesinin bulunması ve uzun çabalar sonra canlandırıldığını, ısrarla sormam sonucu öğrenebiliyorum ancak. Ki bence orada en pazarlanması gereken detaylardan biri bu, "hikayeler satar" en temel pazarlama stratejielerinden malum.


"Olsun" diyorum. "Yine de Türkiye'de böyle şeyler olması bile güzel. Baksana içerisi ne kadar kalabalık. Zaman içinde gelişir her şey. Önemli olan başlaması, mevcut olması."

Türkiye'de bu sene içtiğim açık ara en iyi şarap Kapadokya Argos'taki 2010 Kalecik Karası'ydı. Urla Winery'deki şarapların hiç biri alıp da İstanbul'a taşıma arzusu göstereceğim kadar gönlümü fethetmiyor. Bir tek Urla Symposium, çiçekli kokusu ile oldukça hafif, tam deniz kıyısında buz gibi içmelik keyif çatmalık bir şarap. Onu da alıp İstanbul'a götürüp evde içmenin bir alemi yok.

Elimde bölgedeki bütün şaraphanelerin haritası ile oradan ayrılıyorum. Mutlulukla, keyifle. Neden Urla, ileride Türkiye'nin Toscanası olmasın ki?


O gün daha fazlasını gezmeye zamanımız yok. Ama en kısa zamanda her birine uğramaya niyetliyim.  İzmir'de Reyhan Pastanesi'ne uğrayıp, tatlı ve kahve keyfi yaptıktan sonra, babamla vedalaşıyorum.

Artık -ve sonunda- upgrade etmiş olmanın mutluluğu ile CIP'de kendime bir fincan filtre kahve doldurup tekrar kitabıma gömülüyorum. İstanbul'a ulaşana kadar.

Haftamın en dolu dolu günü, pazar günü oluyor.
Kendimi güvende hissediyorum. Tazelenmiş, sıfırlanmış, enerji dolmuş. İnsan ne kadar büyürse büyüsün, ailesinin desteğine, bunu duymaya ve görmeye ihtiyacı oluyor sanırım.

Eve girdiğimde keyfim yerinde, dans ediyorum. "Excuse me, was you saying something? Uuuu Uuuu you can't tell me nothing!"

Mutlu haftalar!
KaydetKaydetKaydetKaydetKaydetKaydet

Pinterest'im

Instagram'ım