04 Ağustos 2016

24 saat içinde Lizbon - Madrid - İbiza. İstanbul mu? Hiçbir alakam olmadığına inanabilirim.

Lizbon için hazırladığımız "mutlaka yapılacaklar / tadılacaklar / gezilecekler" listemizi bitirdiğimizde, daha Madrid trenimizin kalkmasına daha saatler var.

Plaza del Comercio'ya gidiyoruz. Buketto kendisine dans ederen rahat kullanabileceği bir clutch bakarken, ben kendime parti büstiyerleri almak için başka bir mağazaya gidiyorum. Birbirimizden ayrılıyoruz, elimizde poşetlerle tekrar buluşuyoruz. Sanki Lizbon'da yaşıyormuşuz da, Ibıza'ya seyahate gitmeden önce alışverişe çıkmışız gibi hissediyorum. Portekizce teşekkür ederim anlamına gelen "obrigado"dan başka kelime bilmesem de...


Alışveriş faslımız bittikten sonra, akşam yemeği için Sacramento'ya gidiyoruz. Kapıda, masalara yerleştirmekle görevli ve inanılmaz güzel bir kadın rezervasyonumuz olup olmadığını soruyor. "Yok; ama çok oturmayacağız. Yakalamamız gereken bir tren var." diye cevap veriyoruz. Bizi iki kişilik bir masaya oturturken, "Hayat acele içinde olmak için çok kısa, tadını çıkartın." diyor.

Lizbon ruhunu taşımaktan çok uzak, siyah ve kırmızı ağırlıklı dekore edilmiş, iç karartıcı olarak nitelendirebileceğim bir mekan. Yine de çiçeklerle süslenerek servis edilen yemeklerimiz, özellikle eritilmiş peynir ile servis edilen mevsim mantarları inanılmaz lezzetli. Şarap zaten Portekiz'deyken hep güzel, sanırım söylememe gerek yok.


Keyifle yemeğimizi yiyip, etrafımızdaki masalarda oturanları gözlemliyor ve yorumluyoruz. Bizi karşılayan kadının cümlesinin etkisi altında mıyız bilmiyorum, oldukça rahatız. Turist tedirginliğinden eser yok üstümüzde. Halbuki trenimizin kalkacağı istasyonun nerede ve ne kadar uzaklıkta olduğu ve ne kadar zaman önce orada bulunmamız gerektiği hakkında hiç bir fikrimiz yok.

Trenimizin hareket etmesine bir saat kala, durumun ciddiyetini idrak ediyoruz. İstanbul'da değiliz ve bineceğimiz şey Taksim - Levent metrosu değil. Ülke değiştireceğiz ve sabah kesinlikle Madrid'de olmalıyız!!

Aceleyle hesabımızı istiyoruz, yoldan bir taksiye atlıyoruz, önce otele gidiyoruz, taksiye bizi beklemesini tembihleyerek... Valizlerimizi otelden alıyor ve istasyona gidiyoruz. Neyse ki, trenimiz gelmeden önce oradayız.


Buketto yerde oturmuş, çekme kısmı kırıla valizini açmış, el çantası ile valizinin ağırlığını dengelemeye çalışırken, ben hiç istifimi bozmadan oturuyorum. Uzun bir süredir bana doğrudan ve açık açık söylenmeyen hiç bir şeyden mesajlar çıkarmıyorum. Dolaylı laf sokmaları kesinlikle üstüme alınmıyor, benden açıkça talep edilmedikçe canımın o anda yapmak istediği şeyi yapmaya devam ediyorum. İş hayatında geliştirdiğim ve işte inanılmaz keyfimi yüksek tutan; ama istemeden son zamanlarda özel hayatıma da bulaştırdığım bir yaklaşım bu. Benim rahatlığım da aramızda ayrı bir geyik konusu oluyor.

Trenimiz geliyor, koltuklarımıza oturuyoruz. Yanımızda kesinlikle tek bir kelime konuşmaksızın, ellerindeki kitapları okuyan bir çift var. Çok mu enteller, yoksa birbirlerinden bu kadar mı sıkılmışlar diye onları gözlemleyerek dedikodularını yapıyoruz.

Trende yapmayı planladığımız çok şey var: Ibiza planlarımızı netleştireceğiz, artık uçları soyulan ojelerimizi silip yeniden süreceğiz, saçlarımıza bakım yapacağız, telefonumuzdaki fotoğrafları ayıklayacağız...

Hepsi yalan oluyor, o kadar derin uyuyoruz ki, gözlerimizi açtığımızda Madrid'deyiz.


Madrid istasyonunda tuvalete gidip, üstümüzü değiştiriyor, makyajımızı yapıyor ve oldukça taze bir görüntüye kavuşuyoruz.

Güvenlik nedeniyle pek çok locker'ın iptal edildiğini, şehirde valizlerimizi yalnız iki yere bırakabileceğimizi öğreniyoruz: Estacion de Chamartin ve Estacion de Atocha. Atocha daha merkezi olduğu için, günün sonunda valizlerimizi oradan alıp, havalimanına geçmenin daha kolay olacağına karar veriyoruz.

Valizlerimizi locker'a bıraktıktan sonra, ilk istikametimiz: Casa Hernanz.

Burası bir espadrilci. "Espadril mi, her yerde bulunur, Madrid'de yapacak başka şey bulamadınız mı?" demeyin; çünkü burası tek başına Madrid'e gelme sebebi olabilecek bir dükkan. Sabahın erken saatlerinde bile kapısında upuzun bir sıra var, sıranız geldiğinde içeri alınıyorsunuz, seçtiğiniz ayakkabılar getiriliyor, deniyorsunuz. Alışverişiniz bitip, dükkandan çıktığınızda sıradaki içeri girebiliyor.

Espadril modellerine göz atmak için bile sıramız gelmeden içeri göz atmaya kalktığımızda, oldukça sert bir sesle, dışarı çıkıp sıramızı beklememiz konusunda uyarılıyoruz.

Hayatımda bu kadar çok çeşit ve renk skalası olan espadrili ben başka hiç bir yerde görmedim. Üstelik de fiyatlar 9 euro'dan başlıyor. Daha önümüzde İbiza - Hamburg ve İstanbul seyahatleri olmasa ve bu uçuşları ucuz hava yolları ile çok limitli valiz hakkıyla yapıyor olmasak, kesinlikle on çift filan alabilirdim; o kadar güzeller!


Sonunda iki çiftte karar veriyorum. Ve o andan itibaren biliyorum, bir daha İstanbul'da filan asla espadril satın almam. Tek başına bu mağaza bile benim için Madrid'e tekrar gitme sebebi olabilir.



Espadrillerimize ve İbiza'ya birlikte gideceğimiz sevgili Bahar ile kavuştuktan sonra, kahvaltı yapmak için Chocolateria San Gines'e uğruyoruz. Tazecik churros yiyerek, kahvemizi içiyoruz. Biz ona Lizbon'u anlatıyoruz, Bahar bize Madrid'de yaptıklarını...

Karnımız doyduktan sonra, Buketto'nun Madrid'de yaşayan bir arkadaşıyla daha buluşuyoruz.




Aklımızda Room Mate Oscar'ın terasında, havuz başında leziz kokteyller içerek keyif çatmak var.

Madrid'e bundan seneler önce, üniversite öğrencisiyken ve interrail ile Avrupa'yı turlarken yolum düşmüştü. Şimdi detaylarını çok hatırlamasam da, Barcelona'dan bir kısmımız uçakla, bir kısmımız trenle Madrid'e gelmiştik. Birimizin cüzdanı ile telefonu, diğer grupta kalmıştı. Şimdiki gibi akıllı telefonlar yoktu, iletişim kurmak çok zordu. Çok gençtik, şuursuzduk ve Barcelona'da planladığımızdan o kadar frapan günler geçirmiştik ki büyük ölçüde parasızdık. Şehirdeki bütün parkları arşınlamış, karnımızı taneli hardal sürdüğümüz baget ekmekleri ile doyurmuştuk. (O günden beri taneli hardal yiyemem.)

O günleri anarken kahkaha atmakla, hüzünlenmek arasında gidip geliyorum. Bir yandan çok keyifliydi, Madrid'den bir kaç gün sonra Roma'da şampanyalar içecek kadar uçlarla ve sürprizlerle doluydu hayatımız. Diğer yandan hala inanamasam, o gruptan harika ve hayat dolu bir kadını, ertesi sene bir trafik kazasında kaybettik.

Madrid'de havalı bir havuzbaşında, kokteyl yudumlamayı delicesine arzuluyorum bu yüzden. Bir önceki gelişimin rövanşını alabileceğim kadar iyi ve keyifli bir an olabilir o.

Ne yazık ki, teras saat 16:00'da açılıyormuş. Bu yüzden hemen yanındaki meydanda Tama Hamas'ta oturuyoruz. Kokteyllerimizi yudumlarken, İstanbul'daki hayatımda o kadar uzak hissediyorum ki kendimi!


"Biz Buketto ile Lizbon'da yaşıyormuşuz, trene atlayıp Madrid'de yaşayan arkadaşlarımızı ziyarete gelmişiz." fikri, "İstanbul'da yaşıyorum, Lizbon'da bir kaç gün seyahatten sonra, Madrid'e geldim, espadril aldım, churros yedim, kokteylimi içip, İbiza'ya uçacağım."dan daha gerçekçi o an.



Keyifle saatlerce sohbet ettikten sonra, Madrid sokakalarında biraz daha geziniyor ve havalimanının yolunu tutuyoruz. Az sonra İbiza'dayız.

Daha önceki sene de İbiza'ya gelmiş, Bahar ve Buket bana takılıyor, "Ibıza virgin, hazır mısın?". O sırada henüz neye hazır olduğumu bilmiyorum; içimden bir ses bağırıyor: "İbiza mükemmel geçecek."

Ben kendimi en çok başka şehirlerin sokaklarında seviyorum.

Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım