30 Temmuz 2016

Lizbon'da son gün: You can't always get what you want. But if you wish hard, you might find what you need!

Alarm sesiyle gözlerimi açıyorum. Daha ilk günden itibaren "ev" olarak anmaya başladığım otelimizdeki yatağımdayım.

Aklımdan hızla düşünceler geçiyor: "Lizbon'daki son günümüz. Az sonra valizlerimizi toplayıp, otelden ayrılmamız gerekiyor. İbiza'da oteldeki duştan bile tuzlu su aktığı için, bir hafta boyunca mis gibi duş almak, saçlarımızın tertemiz olması için son fırsatımız. Pazar günleri Belem'deki müzelerin tamamının girişi ücretsizdi galiba, çok şanslıyız. Akşam Madrid trenimiz 20:00'de mi, 21:00'de miydi?"

Gerine gerine yataktan kalkıyorum, Buketto ile bir yandan Lizbon'daki son günümüzde neler yapacağımızı planlarken, diğer yandan valizlerimizi topluyoruz: Lizbon'da kirlettiğimiz kıyafetler en alta, İbiza'da giyeceklerimiz üste, Madrid'de ve tren yolculuğumuzda ihtiyaç duyabileceğimiz her şey el çantamıza. 


Biraz hüzünlü olduğumu fark ediyorum. Normalde nerede olursam olayım, "gitme" fikrini çok sevmeme rağmen, Lizbon'dan ayrılmak hiç hoşuma gitmiyor. Neyse ki önümüzde koca bir gün daha var, diye avutuyorum kendimi. 

Topladığımız valizleri, resepsiyona; kendimizi Lizbon'un daracık sürprizlerle dolu sokaklarına bırakıyoruz.




Lizbon'da henüz hiç uğramadığımız bir bölgeye gideceğiz: Belem.

Lizbon'da geçirdiğimiz günlerde, güneşin en tepede olduğu saatlerde bile rüzgar serin serin estiği için hiç terlemiyorduk. Özellikle akşamları, hırka giymemize rağmen çok üşüyeceğimiz kadar soğuyordu hava.

Gelgelelim o gün, güneş tepeye çıktıkça havanın sıcaklığı artıyor. Otelden hırkalarımızla çıktıktan yaklaşık yarım saat sonra o kadar sıcak oluyor ki hava, Belem'e yürüyerek gidemeyeceğimize karar verip tramvaya biniyoruz.


Rua de Belem 86-88 numarada bulunan, 1837 yılından beri olduğu yerde faaliyet gösteren Antiga Confeteria de Belem'in önünde iniyoruz. 

Buradaki nata, hala ilk yediğim kadar lezzetli değil.

Şehirdeki en güzel nata'nın Manteigaria'da olduğunda hemfikiriz. Çünkü sadece orada fırından çıktığı gibi, hiç beklemeden sıcak sıcak yiyebiliyorsunuz. 



Diğer yandan, Portekiz usulü espresso olan 'Bica'ma eşlik eden milföy hamurundan sandiviç inanılmaz lezzetli. Ve tabii ki bu kadar tarihi bir mekanda kahvaltı etmek, ne yiyip ne içtiğimizden bağımsız olarak çok keyifli.

Aynı sokakta 80 numarada bulunan Portekizli genç tasarımcıların hediyelik eşyalarının satıldığı Original Lisboa'ya uğradıktan sonra, Igreja de Sao Domingos Kilisesi'ne gidiyoruz. 

Önünde korkunç uzunlukta bir sıra var. Tepede çok yakıcı bir güneş...

Neyse ki, Türklerden oluşan bir grup var sıranın ön taraflarında. Etrafın fotoğrafını çeker gibi yaparak, çaktırmadan onların arasına kaynaşıveriyoruz. 


1241 yılında inşaa edilen bu kilise, 1531 yılındaki depremde şehirdeki diğer her şey gibi büyük zarar görmüş ve tadilatı ancak 1807 yılında tamamlanmış. Yüksek tavanı ve heybetli sütunları ile oldukça etkileyici. 


Hemen yanındaki Jerenimos Manastırı ise, Lizbon'a gelmişken uğranmazsa olmazlar arasında bulunan ve Manuelin tarzda inşaa edilen yapılardan biri. 1983 yılından beri UNESCO Dünya Miras Listesi'nde bulunan bu manastırın yapımında 70 kilo altın kullanıldığı rivayet ediliyor. 


















Manastırın her bir odası, üst katındaki terası, koridorları ve orta avlusundaki bahçesi o kadar güzel ki, kapısındaki sırayı beklemeye kesinlikle değiyor. Büyük bir keyifle odalarına giriyor, terasından aşağıyı izliyor, binanın bir parçası olarak betondan inşaa edilmiş banklarda oturuyor ve yüzlerce fotoğraf çekiyoruz.

Mimari olarak o kadar simetrik inşaa edilmiş ki, çıkmak istediğimizde çıkışı bir türlü bulamıyoruz -çünkü her nokta birbirine çok benziyor- koskoca manastırı en az üç kere turlamak zorunda kalıyoruz.




Katedralden sonra, bir milyarderin dadaizmden, minimalizme; sürrelizmden pop art'a oldukça geniş bir yelpazedeki sanat koleksiyonundan oluşan Museu Colecçao Berardo'ya geçiyoruz.

Binanın daha kapısından içeri adımınızı atmadan, girişinde zenginliğin kokusunu alıyoruz. Lizbon'da gördüğüm en havalı girişe sahip.


Palmiyelere, dikdörtgen şeklinde upuzun havuzlara dalıp, bu girişten harika bir şekilde görünen üç boyutlu duvar resmini sakın atlamayın, derim.


Museu Colecçao Berardo, gerçekten çok güzel. Moma'dan beri en keyifle gezdiğim sanat galerisi oldu. Tek bir kattan oluşan daimi sergideki eser sayısı, elbette ki MoMa'da sergilenenlerden oldukça az. Yine de tek bir tane bile sıradan parça yok. Sergilenen eserlerin tek bir kişinin koleksiyonu olduğunu düşündüğünüzde, daha da büyüleyici bir hal alıyor.












Serginin bulunduğu binanın avlusu ise, çeşitli yiyecek, tasarım kıyafet ve aksesuarların satıldığı standlarla dolu. Sergiden çıkışta tezgahlara göz atıp, burada kitabını okuyan, arkadaşları ile buluşup sohbet eden lokallerin arasına karışıp, bedava wi-fi'ın keyfini sürüyoruz.





Seyahate çıkıp, yalnızca müze ve sergileri gezip, oradaki hayata ve şehrin insanlarına hiç dokunmadan dönenenlerin niçin seyahat ettiğini anlamakta hep biraz zorlanmışımdır. Benim seyahatlerimdeki önceliğim daha çok, oradaki yaşam tarzını anlamaya ve lezzetleri tatmaya yönelik. Yine de Lizbon'a yolunuz düşmüşken, turistik istikametler olan Jerenimos Manastırı'nı, Museu Colecçao Berardo'yu ve Convento Do Carmo'yu atlarsanız eksik kalır.

Bu kadar tarih ve kültürün bizim için yeterli olduğuna karar verdiğimizde, ki bunda karnımızın acıkmasının da etkisi büyük, ikimizin de mutlaka yapılacaklar listesinde bulunan LX Factory'nin yolunu tutuyoruz.




Şehrin en alternatif, en underground yeri olduğunu, eski kumaş fabrikasından bozma alanda sanat galerileri, tasarım butikler ve restoranlar olduğunu biliyoruz. Yine de beklentilerimi çok yükseltmemeye çalışıyorum; çünkü Lizbon özünü ve kültürünü olduğu gibi korumuş, sokaklarının her köşesi graffitiler ile boyanmamış, modernleşme amacıyla dönüştürülmemiş ve bozulmamış bir şehir. 




LX Factory'e girdiğim anda beklentilerimi yükseltmekte hiç bir sakınca görmüyorum. Burası Lizbon'un içine saklanmış, küçük bir Doğu Londra veya Berlin gibi.


İlk durağımız hemen girişteki Cantina LX oluyor. Dışı ne kadar sakil ve ilgi çekici değil ise, içi de o kadar güzel. Dekorasyonundaki her bir parça, yemeklerin sunumu, içerideki her bir kişi çok zevkli.








Karınımızı doyurduktan sonra, her bir butiğe girerek, kahve içip dinlenerek LX Factory'de saatler geçiriyoruz ve buraya gerçekten bayılıyoruz.








LX Factory'de keyfinize göre oradan oraya girebilir, canınızın istediği yerde soluklanabilirsiniz; nasıl olsa her bir mekan çok keyifli. Yine de asla atlanmaması gereken bir yer varsa, o da Ler Devagar Kitapevi. Ler Devegar, "yavaş oku" anlamına geliyor ve burası NY Times listesine göre, dünyadaki en güzel kitapevinden biri. Benim şimdiye kadar gördüklerimin arasında ise en iyisi.





Lizbon'a yolunuz düşerse, her bir köşesi çok keyifli sürpriz ve detaylarla dolu LX Factory'i pas geçmeyin, tadını çıkartın, benim kulaklarımı çınlattın, hatta en sevdiğiniz şeyin fotoğrafını benimle paylaşın.

Keyifle, keşfederek kalın!


25 Temmuz 2016

Masal diyarı Sintra, Avrupa'nın en batı ucu Caba da Roca, lüks evler cenneti Cascais ve Lizbon geceleri

Pena Palace'ta masal alemine ışınlandıktan sonra, Sintra merkeze geri dönüyoruz.

Sabah trene binmeden önce atıştırdığımız kahvaltıdan beri hiçbir şey yemediğimizden ve oldukça çok yürüdüğümüzden karnımız oldukça aç. Yola çıkarken, günün ne kadarını nerede geçireceğimizi kestiremediğimizden, yeme-içme için net adresler belirlememiştik. Bu yüzden, foursquare puanlarına güvenerek, ara sokaklarda, kapısına nefis kokular taşan oldukça salaş bir restoranın kapısından içeri giriyoruz. Adı Culto da Tasca.



Buz gibi birama eşlik eden kocaman porsiyondaki, çok hafif krema soslu etim gerçekten çok lezzetli. Ama tabağım kadar ilgimi çeken bir şey daha var içeride: Her tarafı dövmeli, orta yaşın üzerindeki, turuncu saçlı, yüksek sesle çok davetkar kahkahalar atan bir kadın.

En sonunda dayanamıyorum, "Bayıldım size, bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?" diyorum. Bana poz verdikten sonra, restoranın duvarlarındaki çeşitli fotoğraflarını gösteriyor. Hepsinde bambaşka saç renklerinde ve tarzlarda... Değişmeyen tek şey hep aykırı oluşu.

Sıradan olmayan insanlara olan ilgim yüzünden ilgileniyorum kendisiyle. Neşesine ve özgüvenine bayılıyorum. 

Aradan günler geçtikten sonra, İbiza'da bir sahilde, elimde DC-10'in dergisiyle miskin miskin güneşlenirken, Portekiz'de yapılacak Tattoo & Rock Festival'den bahseden yazıda kocaman bir fotoğrafta tekrar karşıma çıkacağından, "Bukeeeett, bak kim var burada?" diye heyecanla yattığım yerden fırlayacağımdan o sırada henüz habersizim.





Karnımız doyduktan sonra, terk edilmiş gibi görünen evlerinin fotoğraflarını çekerek, Sintra'nın daracık sokaklarında biraz geziniyoruz.





Sintra'daki son durağımız, harika dekore edilmiş Cafe Saudade oluyor. Burada kahve ve çaylarımıza, buranın lokal tatlısı 'travisairo' eşlik ediyor; ama 'nata' kadar aklımızı başımızdan alan bir lezzet olmadığını söylemeliyim.





Çay kahve keyfimiz bittikten sonra, bir belediye otobüsüne atlayarak, Avrupa'nın en batı ucu Caba da Roca'ya doğru yola çıkıyoruz. O kadar yorulmuşuz ki, çok virajlı yollarda otobüsün sarsılmalarından oturduğumuz yerden düşmemize ramak kala gözlerimizi açmamız dışında baygın uyuyoruz.



Gözümü her açtığımda, bambaşka bir manzara ile karşılaşıyorum. İnanılmaz lüks evlerin olduğu muhitlerden ve yalnızca yaşlılar yaşıyormuş gibi görünen köylerin arasından geçtikten sonra Caba da Roca'ya varıyoruz.









Avrupa'nın en batı ucu, harika manzaraya bakan bir körfez; ama bu manzaranın tadını çıkarmaya imkan yok. Ben hayatımda bu kadar şiddetli bir rüzgar daha önce görmemiştim. Eteğimin havalanmasını geçtim, sabah bit pazarından aldığım ağır ve kocaman tablo bile havalarda uçuyor.




Yalnızca on dakika sonra, rüzgardan dayak yemiş gibiyiz. Avrupa'nın en batı ucunda yalnızca rüzgar olduğuna karar vererek, daha fazla oyalanmadan Cascais'a doğru yola çıkıyoruz.

Cascais, özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında, güvenli bir nokta olduğundan, kültür merkezi haline gelmiş bir bölge.

Hemen tren istasyonunun önünden, aynen Sintra'da olduğu gibi bir hop on- hop off otobüs kalkıyor ve bu otobüs Cascais'ta tam bir tur atıyor.

Otobüs ile gezerken Cascais gözüme hiç cazip gelmiyor, yazlık biçimsiz kocaman binalarla dolu bir şehir. Ancak Cascais Citadel'e vardığımızda fikrim değişiyor. Tarihi surların içine, oldukça modern bir alan kurmuşlar. Burada sanatçıların stüdyoları, oldukça şık restoranlar, tasarım butikler ve bir de otel var.







Otelde havuz başında biraz keyif çattıktan sonra,  gün batımını izleyerek marinaya doğru yürüyoruz.
İşte o zaman harika evler, rengarenk çiçeklerle bezenmiş balkonlar, muhteşem keyifli meydanlar ile Cascais'a kanım ısınıveriyor. Neden buranın "elegant summer retreat", "most sophisticated destinations" gibi kelimelerle anıldığını anlıyorum.







Cascais'ta günü sonlandırdıktan sonra, artık dönüşe geçmek için tren istasyonuna gidiyoruz. Ben turnikeden geçerken, arkamdan gelmesinin sorun olup olmayacağını soran bir adamı "Tabii ki olmaz." diye cevapladıktan ve biletsiz biçimde kaçak geçmesine yardımcı olduktan ve ona bir sigara ikram ettikten sonra, bir Türk ile evlenerek İstanbul'a taşınan yakın bir arkadaşının, kocasının kendisini sekreteri ile aldatması hikayesini dinleyerek Lizbon'a dönüyoruz. Şaşırmış gibi yaparak onu dinlerken, "Aslında biliyor musun, bu bizde oldukça sık rastlanan, çok sıradan bir hikaye." dememek için kendimi zor tutuyorum.



Lizbon'daki ilk istikametimiz Time Out Mercado da Riberia.

Lizbon'da sadece bir günüm var, ne yapayım deseniz, Mercado da Riberia'yı ilk sıralara koyun derim.

Burası bir pasaj, şehirdeki en iyi restoranların, butiklerin ve barların tamamının da bir alanı var. Lizbon'un en iyi restoranlarını araştırarak gitmiş iki kişi olarak şunu söyleyebiliriz ki, listemizdeki bütün restoranların bu pasajda bir şubesi bulunuyor.

Bizim gittiğimiz akşam, Portekiz'in maçı olduğu ve Mercado'nun ortasına dev bir ekran kurulduğu için, olabilecek en kalabalık hallerinden birini deneyimliyoruz. 

Beğendiğimiz restoranlardan yiyeceklerimizi alıp, upuzun ahşap masalarda, maç izleyen heyecanlı lokaller ile birlikte karnımızı doyuruyoruz. 

O gece, Lizbon'daki son gecemiz, bir sonraki gün akşam tren ile Madrid'e geçeceğiz. O yüzden bütün gün Sintra, Caba da Roca ve Cascais'te onlarca kilometre yürümüş olsak da, hala uzun bir programımız var.



Ara sokaklara atılmış masaların önünden geçerek, Lizbon'un barlar sokağı Nova do Carvalho'ya ulaşıyoruz. Köprünün altından başlayan bu sokağa girdiğimiz anda, oldukça genç bir kalabalık çıkıyor karşımıza.

İlk istikametimizin 36 numarada bulunan Pensao Amor olmasına karar vermiştik. Yürüyoruz yürüyoruz, listemizdeki diğer bütün barları buluyoruz, Pensao Amor'u bulamıyoruz. En sonunda birine soruyoruz, gösterdiği kapı önünden on kere daha geçsek kesinlikle dikkatimizi çekmezdi. 



Bilmesek, kapısından içeri adım atmayacağımız kadar döküntü görünüşlü bu binanın önündeki upuzun sıraya girip beklemeye başlıyoruz. Sonunda sıra bize geldiğinde, bacaklarını açmış bir kadın resmine selam vererek, merdivenleri çıkmaya başlıyoruz.



"Nasıl bir yere geldik biz?" şüphesi zihnimizi tamamen ele geçirmeden, mekanın kapısına ulaşıyoruz. Kapıdan geçtikten sonra, bütün ortam değişiyor. Eski Cahide kıvamında, sıra dışı dekorasyonlu, duvarları cüretkar çıplak resimlerle dolu, oldukça eğlenceli bir bar burası.




Kokteyllerimizi içerken, bekarlığa veda kutlaması yapmaya gelmiş İngiliz bir grupla sohbet ediyoruz. Bir İsveçli'ye aşık olduktan ve biraz dans ettikten sonra, kendimizi tekrar Nova do Carvalho'nun kalabalığına bırakıyoruz.

Yeni yükselen fado yıldızlarının sahneye çıktığı 32 numarada bulunan Pavo oldukça boş, 40 numarada bulunan Velha Senhora da artık revü şovlarını durdurmuş. İyi ki tercihimizi Pensao Amor'dan yana yapmışız diye düşünerek, bir taksi çeviriyor ve şehrin en meşhur gece kulubü Lux'un yolunu tutuyoruz.

Valizimde taşıdığım topuklu ayakkabıları giyebileceğim tek mekan Lux'muş. Lizbon'da geçirdiğim günlerde tek bir tane bile topuklu ayakkabı giyen kadın olmaması karşısında yaşadığım şaşkınlığı burada atlatıyorum, kapıdaki sıradaki kadınların çoğu mini etek ve topuklu ayakkabı giymiş. 

İçeri giriş için 10 Euro ödemeniz gerekiyor, içerisi oldukça gösterişli dekore edilmiş. Lizbon'dan hemen sonra Ibiza'da her gece başka bir club'ta dans etmiş olarak şunu söyleyebilirim: Müzik çok matah değil, ama dekorasyonu hepsinden güzeldi.

Lux, üç kısımdan oluşuyor. Girdiğiniz kattan aşağı inerseniz, tekno çalan bir sahne var. Bir üst kat, en geniş ve en havalı olan kısım. Bir tarafında geniş koltuklar, diğer tarafında sahne bulunuyor. 

En üst teras katında ise MTV Top 100 kıvamında müziklerle, manzaraya karşı dans etmek çok popüler. 



Bara gidiyorum, her zaman lezzetli olduğu için en risksiz seçimimi yaparak, bir "Hendrick's & tonic" istiyorum. Az sonra barda yanımda duran adam, bana barmenin ne kadar harika olduğunu, şehirde daha iyisini bulamayacağımı anlatmaya başlıyor. O kadar övüyor ki barmeni, yalnızca cin-tonik içtiğime pişman olmak üzereyim. 

Adamı susturmak için, barmeni göstererek "Ona aşık mısın?" diye soruyorum. Kahkaha atarken, "Hayır, ama sana olmak üzereyim." diyor. Tabii ki yine bir Fransız! "İyi eğlenceler." diyerek piste doğru yürürken, kolumdan tutuyor. "Buradan sıkıldığında beni bul." Bu sefer ben gülüyorum, "Bence sen beni bul." Çapkınca gülümseyerek "Şüpheye gerek yok." diyen adamı arkamda bırakarak, dans etmeye başladığımda, içimden  "Bu tatil aslında harika bir bekarlığa veda olurmuş." diye düşünüyorum.

Elimdeki gin tonik o kadar büyük ki, gece boyunca bitmiyor.
Bitmeyecek gecelere henüz başladığımızı ise tabii ki o sırada -bir Ibiza virgin olarak- henüz bilmiyorum.

Pinterest'im

Instagram'ım