11 Temmuz 2016

Sexta Feira*: Merhaba Lizbon!

Bir cuma sabahı erkenden havalimanındayım.

Çok az uyumuşum, gözlerim hala kapalı sayılır; ama kalbim küt küt atıyor. Seyahat etmek hayatımın olağan bir parçasına dönüştüğünden beri, gerçekten heyecanlandığım yolculukların sayısı gittikçe azaldı. Ama o sabah oldukça heyecanlıyım.

Çünkü ne zamandır yolumu düşürmek istediğim Lizbon ve İbiza'ya gidiyorum. Ayrıca kısa haftasonu kaçamaklarımdan biri değil bu. Tastamam dokuz gün şimdiye kadar ayak basmadığım şehirlerin sokaklarında olacağım.

Kendime bir Americano, bir de yoğurtlu taze meyveli müsli alıyorum. Tam masaya oturuyorum, yan masamda oturan kadın, üzerimdeki beyaz elbiseyi nereden aldığımı soruyor. O sırada şaşkınlıkla fark ediyorum: O anda üzerimde ve yanımda olan her şey, bir zamanlar beni çok heyecanlandırmış seyahatlerin ve erkeklerin hatıralarını taşıyor. Elbisem Amasra'dan, valizim San Francisco'dan, kitabım Milano'ya gitmeden hemen önce alınmış bir yolculuk eşlikçisi. Kolumdaki bilekliği ise, birkaç saat sonra Lizbon'da buluşacağım sevgili Buketto ile birlikte ilk buluşma planı yaptığımızda almıştım.

İşaretlere inanırım. Keyifli anların enerjilerini taşıyan ve çabasızca tamamen tesadüfen bir araya gelmiş bütün bu parçaları birer işaret olarak kabul ediyorum. O anda, bu seyahatin harika geçeceğinden, daha hiçbir şey başlamadan emin oluyorum.

Uçuş boyunca o kadar derin uyuyorum ki, daha sonradan İstanbul - Lizbon arası uçuşun beş saat sürdüğünü öğrendiğimde inanamıyorum. Pasaport kontrolden geçtikten sonra, kendime bir şehir haritası alıp, havalimanının kapısına çıkıyorum.


Metronun hangi durağında ineceğimi, nerelerde aktarma yapacağımı kavramaya çalışırken, oldukça yakışıklı ve harika giyinmiş bir adam gelip, "Bir saniye bir durağa bakabilir miyim?" diye soruyor. Ona haritayı uzatırken, info desk'ten bir harita alabileceğini söylüyorum. Gülüyor, "Sıraya girmektense, senin haritana bakmayı tercih ederim." Elbette ki metro duraklarımızdan emin olduktan sonra, klasik bir havalimanı sohbeti başlıyor, bana nereden geldin, yalnız mısın, kaç gün kalacaksın gibi sorular soruyor. Ben ise ona yaptığım araştırmalardan gururlu, günlük sınırsız kullanımlı metro kartı alabileceğini, bunu bütün toplu taşımalarda geçerli olduğunu ve sadece 6 euro olduğunu anlatıyorum. Yüzünde o anda anlamını kavrayamadığım ilginç bir gülümseme ile sesini çıkarmadan dinliyor beni.

Sonra ben ondan haritamı alıp, Lizbon'da harika vakit geçirmesini diledikten sonra, metroya doğru yürümeye başlıyorum. Metro geldiğinde, ben aynı anda telefonumu, valizimi, el çantamı zaptetmeye çalışırken, bir el valizime uzanıp benim yerime metroya bindiriyor. Teşekkür etmek için döndüğümde tekrar onu karşımda buluyorum.

Fransa'da yaşadığını ama aslında Portekizli olduğunu anlatıyor, bana defterime not ettiğim bazı kelimelerin nasıl telaffuz edildiğini öğretiyor. O sırada birkaç dakika önce, aslında şehri karış karış bilen birine günlük metro kartından bahsettiğimin farkına varıyorum ve ben anlatırken yüzünde oluşan garip gülümsemeyi çözüyorum. Ona bunu anlattığımda birlikte kahkahalarla gülüyoruz.

Benim aktarma durağıma yaklaştığımızda, kartını uzatarak, Lizbon'daki toplantısından sonra babasını ziyarete Porto'ya gideceğini, gelmek istersem veya bir şeye ihtiyacım olursa onu çekinmeden arayabileceğimi söylüyor.

Elimde kart, yüzümde şapşal bir gülümseme ile metrodan iniyorum. Devamında beni bekleyen bir İbiza olmasaydı, kesinlikle onunla Porto'ya giderdim, biliyorum.


Kalacağımız Alfama bölgesindeki Lisbon Lounge Suites'e en yakın durak olan Santa Apolonia durağından çıktığım dakikada Lizbon'a bayılıyorum.

Uzun zamandır Avrupa seyahatlerimde hep yakındığım bir şeydi, bütün şehirlerin bir noktadan sonra birbirine benzemesi, kendine özgü karakteri olan şehirlerin azlığı... Lizbon ise gerçekten bambaşka. Avrupa'da değil de hayalimdeki Güney Amerika'nın sokaklarında gibi hissediyorum.

Haritadan baktığımda, otel oldukça yakın bir mesafedeymiş gibi göründüğünden taksiye binmek yerine, valizimi çeke çeke yürümeye başlıyorum. Bir yokuş bitiyor, diğeri başlıyor, kan ter içinde otele varıyorum.

Otel gerçekten çok şık ve güzel. Üstelik de daha sonradan keşfedeceğim üzere, barlar sokağı da şehrin en meşhur gece kulubü Lux da, pazar sabahları kurulan bit pazarı da yürüme mesafesinde.


Buketto ile otelde buluşup, valizlerimizi odamıza bıraktıktan sonra, kendimizi sokaklara vuruyoruz. Günümüz sınırlı, yapılacaklar listemiz upuzun. Her bir sokak, her bir kapı önünde onlarca fotoğraf çekilecek kadar güzel.

Lizbon, daha adım atılan anda, sokaklarında hiçbir hatıra biriktirmeden sevilecek bir şehir.








Sabah havalimanında okuduğum kitaptaki cümle geliyor yine aklıma: "Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, ötekini keşfetmek."**

Hep yollarda kalmaya kendime söz veriyorum. Çünkü başka hiçbir yerde bu kadar mutlu değilim.

Kendinizi, aşkı, dünyayı keşfederek kalın.

* Portekizcede "cuma günü" demek. Ne kadar tatlı bir kelime değil mi?
** Elif Şafak - Firarperest'ten.



Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım