Pena Palace'ta masal alemine ışınlandıktan sonra, Sintra merkeze geri dönüyoruz.
Sabah trene binmeden önce atıştırdığımız kahvaltıdan beri hiçbir şey yemediğimizden ve oldukça çok yürüdüğümüzden karnımız oldukça aç. Yola çıkarken, günün ne kadarını nerede geçireceğimizi kestiremediğimizden, yeme-içme için net adresler belirlememiştik. Bu yüzden, foursquare puanlarına güvenerek, ara sokaklarda, kapısına nefis kokular taşan oldukça salaş bir restoranın kapısından içeri giriyoruz. Adı Culto da Tasca.
Buz gibi birama eşlik eden kocaman porsiyondaki, çok hafif krema soslu etim gerçekten çok lezzetli. Ama tabağım kadar ilgimi çeken bir şey daha var içeride: Her tarafı dövmeli, orta yaşın üzerindeki, turuncu saçlı, yüksek sesle çok davetkar kahkahalar atan bir kadın.
En sonunda dayanamıyorum, "Bayıldım size, bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?" diyorum. Bana poz verdikten sonra, restoranın duvarlarındaki çeşitli fotoğraflarını gösteriyor. Hepsinde bambaşka saç renklerinde ve tarzlarda... Değişmeyen tek şey hep aykırı oluşu.
Sıradan olmayan insanlara olan ilgim yüzünden ilgileniyorum kendisiyle. Neşesine ve özgüvenine bayılıyorum.
Aradan günler geçtikten sonra, İbiza'da bir sahilde, elimde DC-10'in dergisiyle miskin miskin güneşlenirken, Portekiz'de yapılacak Tattoo & Rock Festival'den bahseden yazıda kocaman bir fotoğrafta tekrar karşıma çıkacağından, "Bukeeeett, bak kim var burada?" diye heyecanla yattığım yerden fırlayacağımdan o sırada henüz habersizim.
Karnımız doyduktan sonra, terk edilmiş gibi görünen evlerinin fotoğraflarını çekerek, Sintra'nın daracık sokaklarında biraz geziniyoruz.
Sintra'daki son durağımız, harika dekore edilmiş Cafe Saudade oluyor. Burada kahve ve çaylarımıza, buranın lokal tatlısı 'travisairo' eşlik ediyor; ama 'nata' kadar aklımızı başımızdan alan bir lezzet olmadığını söylemeliyim.
Çay kahve keyfimiz bittikten sonra, bir belediye otobüsüne atlayarak, Avrupa'nın en batı ucu Caba da Roca'ya doğru yola çıkıyoruz. O kadar yorulmuşuz ki, çok virajlı yollarda otobüsün sarsılmalarından oturduğumuz yerden düşmemize ramak kala gözlerimizi açmamız dışında baygın uyuyoruz.
Gözümü her açtığımda, bambaşka bir manzara ile karşılaşıyorum. İnanılmaz lüks evlerin olduğu muhitlerden ve yalnızca yaşlılar yaşıyormuş gibi görünen köylerin arasından geçtikten sonra Caba da Roca'ya varıyoruz.
Avrupa'nın en batı ucu, harika manzaraya bakan bir körfez; ama bu manzaranın tadını çıkarmaya imkan yok. Ben hayatımda bu kadar şiddetli bir rüzgar daha önce görmemiştim. Eteğimin havalanmasını geçtim, sabah bit pazarından aldığım ağır ve kocaman tablo bile havalarda uçuyor.
Yalnızca on dakika sonra, rüzgardan dayak yemiş gibiyiz. Avrupa'nın en batı ucunda yalnızca rüzgar olduğuna karar vererek, daha fazla oyalanmadan Cascais'a doğru yola çıkıyoruz.
Cascais, özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında, güvenli bir nokta olduğundan, kültür merkezi haline gelmiş bir bölge.
Hemen tren istasyonunun önünden, aynen Sintra'da olduğu gibi bir hop on- hop off otobüs kalkıyor ve bu otobüs Cascais'ta tam bir tur atıyor.
Otobüs ile gezerken Cascais gözüme hiç cazip gelmiyor, yazlık biçimsiz kocaman binalarla dolu bir şehir. Ancak Cascais Citadel'e vardığımızda fikrim değişiyor. Tarihi surların içine, oldukça modern bir alan kurmuşlar. Burada sanatçıların stüdyoları, oldukça şık restoranlar, tasarım butikler ve bir de otel var.
Otelde havuz başında biraz keyif çattıktan sonra, gün batımını izleyerek marinaya doğru yürüyoruz.
İşte o zaman harika evler, rengarenk çiçeklerle bezenmiş balkonlar, muhteşem keyifli meydanlar ile Cascais'a kanım ısınıveriyor. Neden buranın "elegant summer retreat", "most sophisticated destinations" gibi kelimelerle anıldığını anlıyorum.
Cascais'ta günü sonlandırdıktan sonra, artık dönüşe geçmek için tren istasyonuna gidiyoruz. Ben turnikeden geçerken, arkamdan gelmesinin sorun olup olmayacağını soran bir adamı "Tabii ki olmaz." diye cevapladıktan ve biletsiz biçimde kaçak geçmesine yardımcı olduktan ve ona bir sigara ikram ettikten sonra, bir Türk ile evlenerek İstanbul'a taşınan yakın bir arkadaşının, kocasının kendisini sekreteri ile aldatması hikayesini dinleyerek Lizbon'a dönüyoruz. Şaşırmış gibi yaparak onu dinlerken, "Aslında biliyor musun, bu bizde oldukça sık rastlanan, çok sıradan bir hikaye." dememek için kendimi zor tutuyorum.
Lizbon'daki ilk istikametimiz Time Out Mercado da Riberia.
Lizbon'da sadece bir günüm var, ne yapayım deseniz, Mercado da Riberia'yı ilk sıralara koyun derim.
Burası bir pasaj, şehirdeki en iyi restoranların, butiklerin ve barların tamamının da bir alanı var. Lizbon'un en iyi restoranlarını araştırarak gitmiş iki kişi olarak şunu söyleyebiliriz ki, listemizdeki bütün restoranların bu pasajda bir şubesi bulunuyor.
Bizim gittiğimiz akşam, Portekiz'in maçı olduğu ve Mercado'nun ortasına dev bir ekran kurulduğu için, olabilecek en kalabalık hallerinden birini deneyimliyoruz.
Beğendiğimiz restoranlardan yiyeceklerimizi alıp, upuzun ahşap masalarda, maç izleyen heyecanlı lokaller ile birlikte karnımızı doyuruyoruz.
O gece, Lizbon'daki son gecemiz, bir sonraki gün akşam tren ile Madrid'e geçeceğiz. O yüzden bütün gün Sintra, Caba da Roca ve Cascais'te onlarca kilometre yürümüş olsak da, hala uzun bir programımız var.
Ara sokaklara atılmış masaların önünden geçerek, Lizbon'un barlar sokağı Nova do Carvalho'ya ulaşıyoruz. Köprünün altından başlayan bu sokağa girdiğimiz anda, oldukça genç bir kalabalık çıkıyor karşımıza.
İlk istikametimizin 36 numarada bulunan Pensao Amor olmasına karar vermiştik. Yürüyoruz yürüyoruz, listemizdeki diğer bütün barları buluyoruz, Pensao Amor'u bulamıyoruz. En sonunda birine soruyoruz, gösterdiği kapı önünden on kere daha geçsek kesinlikle dikkatimizi çekmezdi.
Bilmesek, kapısından içeri adım atmayacağımız kadar döküntü görünüşlü bu binanın önündeki upuzun sıraya girip beklemeye başlıyoruz. Sonunda sıra bize geldiğinde, bacaklarını açmış bir kadın resmine selam vererek, merdivenleri çıkmaya başlıyoruz.
"Nasıl bir yere geldik biz?" şüphesi zihnimizi tamamen ele geçirmeden, mekanın kapısına ulaşıyoruz. Kapıdan geçtikten sonra, bütün ortam değişiyor. Eski Cahide kıvamında, sıra dışı dekorasyonlu, duvarları cüretkar çıplak resimlerle dolu, oldukça eğlenceli bir bar burası.
Kokteyllerimizi içerken, bekarlığa veda kutlaması yapmaya gelmiş İngiliz bir grupla sohbet ediyoruz. Bir İsveçli'ye aşık olduktan ve biraz dans ettikten sonra, kendimizi tekrar Nova do Carvalho'nun kalabalığına bırakıyoruz.
Yeni yükselen fado yıldızlarının sahneye çıktığı 32 numarada bulunan Pavo oldukça boş, 40 numarada bulunan Velha Senhora da artık revü şovlarını durdurmuş. İyi ki tercihimizi Pensao Amor'dan yana yapmışız diye düşünerek, bir taksi çeviriyor ve şehrin en meşhur gece kulubü Lux'un yolunu tutuyoruz.
Valizimde taşıdığım topuklu ayakkabıları giyebileceğim tek mekan Lux'muş. Lizbon'da geçirdiğim günlerde tek bir tane bile topuklu ayakkabı giyen kadın olmaması karşısında yaşadığım şaşkınlığı burada atlatıyorum, kapıdaki sıradaki kadınların çoğu mini etek ve topuklu ayakkabı giymiş.
İçeri giriş için 10 Euro ödemeniz gerekiyor, içerisi oldukça gösterişli dekore edilmiş. Lizbon'dan hemen sonra Ibiza'da her gece başka bir club'ta dans etmiş olarak şunu söyleyebilirim: Müzik çok matah değil, ama dekorasyonu hepsinden güzeldi.
Lux, üç kısımdan oluşuyor. Girdiğiniz kattan aşağı inerseniz, tekno çalan bir sahne var. Bir üst kat, en geniş ve en havalı olan kısım. Bir tarafında geniş koltuklar, diğer tarafında sahne bulunuyor.
En üst teras katında ise MTV Top 100 kıvamında müziklerle, manzaraya karşı dans etmek çok popüler.
Bara gidiyorum, her zaman lezzetli olduğu için en risksiz seçimimi yaparak, bir "Hendrick's & tonic" istiyorum. Az sonra barda yanımda duran adam, bana barmenin ne kadar harika olduğunu, şehirde daha iyisini bulamayacağımı anlatmaya başlıyor. O kadar övüyor ki barmeni, yalnızca cin-tonik içtiğime pişman olmak üzereyim.
Adamı susturmak için, barmeni göstererek "Ona aşık mısın?" diye soruyorum. Kahkaha atarken, "Hayır, ama sana olmak üzereyim." diyor. Tabii ki yine bir Fransız! "İyi eğlenceler." diyerek piste doğru yürürken, kolumdan tutuyor. "Buradan sıkıldığında beni bul." Bu sefer ben gülüyorum, "Bence sen beni bul." Çapkınca gülümseyerek "Şüpheye gerek yok." diyen adamı arkamda bırakarak, dans etmeye başladığımda, içimden "Bu tatil aslında harika bir bekarlığa veda olurmuş." diye düşünüyorum.
Elimdeki gin tonik o kadar büyük ki, gece boyunca bitmiyor.
Bitmeyecek gecelere henüz başladığımızı ise tabii ki o sırada -bir Ibiza virgin olarak- henüz bilmiyorum.
Sabah trene binmeden önce atıştırdığımız kahvaltıdan beri hiçbir şey yemediğimizden ve oldukça çok yürüdüğümüzden karnımız oldukça aç. Yola çıkarken, günün ne kadarını nerede geçireceğimizi kestiremediğimizden, yeme-içme için net adresler belirlememiştik. Bu yüzden, foursquare puanlarına güvenerek, ara sokaklarda, kapısına nefis kokular taşan oldukça salaş bir restoranın kapısından içeri giriyoruz. Adı Culto da Tasca.
Buz gibi birama eşlik eden kocaman porsiyondaki, çok hafif krema soslu etim gerçekten çok lezzetli. Ama tabağım kadar ilgimi çeken bir şey daha var içeride: Her tarafı dövmeli, orta yaşın üzerindeki, turuncu saçlı, yüksek sesle çok davetkar kahkahalar atan bir kadın.
En sonunda dayanamıyorum, "Bayıldım size, bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?" diyorum. Bana poz verdikten sonra, restoranın duvarlarındaki çeşitli fotoğraflarını gösteriyor. Hepsinde bambaşka saç renklerinde ve tarzlarda... Değişmeyen tek şey hep aykırı oluşu.
Sıradan olmayan insanlara olan ilgim yüzünden ilgileniyorum kendisiyle. Neşesine ve özgüvenine bayılıyorum.
Aradan günler geçtikten sonra, İbiza'da bir sahilde, elimde DC-10'in dergisiyle miskin miskin güneşlenirken, Portekiz'de yapılacak Tattoo & Rock Festival'den bahseden yazıda kocaman bir fotoğrafta tekrar karşıma çıkacağından, "Bukeeeett, bak kim var burada?" diye heyecanla yattığım yerden fırlayacağımdan o sırada henüz habersizim.
Karnımız doyduktan sonra, terk edilmiş gibi görünen evlerinin fotoğraflarını çekerek, Sintra'nın daracık sokaklarında biraz geziniyoruz.
Sintra'daki son durağımız, harika dekore edilmiş Cafe Saudade oluyor. Burada kahve ve çaylarımıza, buranın lokal tatlısı 'travisairo' eşlik ediyor; ama 'nata' kadar aklımızı başımızdan alan bir lezzet olmadığını söylemeliyim.
Çay kahve keyfimiz bittikten sonra, bir belediye otobüsüne atlayarak, Avrupa'nın en batı ucu Caba da Roca'ya doğru yola çıkıyoruz. O kadar yorulmuşuz ki, çok virajlı yollarda otobüsün sarsılmalarından oturduğumuz yerden düşmemize ramak kala gözlerimizi açmamız dışında baygın uyuyoruz.
Gözümü her açtığımda, bambaşka bir manzara ile karşılaşıyorum. İnanılmaz lüks evlerin olduğu muhitlerden ve yalnızca yaşlılar yaşıyormuş gibi görünen köylerin arasından geçtikten sonra Caba da Roca'ya varıyoruz.
Avrupa'nın en batı ucu, harika manzaraya bakan bir körfez; ama bu manzaranın tadını çıkarmaya imkan yok. Ben hayatımda bu kadar şiddetli bir rüzgar daha önce görmemiştim. Eteğimin havalanmasını geçtim, sabah bit pazarından aldığım ağır ve kocaman tablo bile havalarda uçuyor.
Yalnızca on dakika sonra, rüzgardan dayak yemiş gibiyiz. Avrupa'nın en batı ucunda yalnızca rüzgar olduğuna karar vererek, daha fazla oyalanmadan Cascais'a doğru yola çıkıyoruz.
Cascais, özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında, güvenli bir nokta olduğundan, kültür merkezi haline gelmiş bir bölge.
Hemen tren istasyonunun önünden, aynen Sintra'da olduğu gibi bir hop on- hop off otobüs kalkıyor ve bu otobüs Cascais'ta tam bir tur atıyor.
Otobüs ile gezerken Cascais gözüme hiç cazip gelmiyor, yazlık biçimsiz kocaman binalarla dolu bir şehir. Ancak Cascais Citadel'e vardığımızda fikrim değişiyor. Tarihi surların içine, oldukça modern bir alan kurmuşlar. Burada sanatçıların stüdyoları, oldukça şık restoranlar, tasarım butikler ve bir de otel var.
Otelde havuz başında biraz keyif çattıktan sonra, gün batımını izleyerek marinaya doğru yürüyoruz.
İşte o zaman harika evler, rengarenk çiçeklerle bezenmiş balkonlar, muhteşem keyifli meydanlar ile Cascais'a kanım ısınıveriyor. Neden buranın "elegant summer retreat", "most sophisticated destinations" gibi kelimelerle anıldığını anlıyorum.
Cascais'ta günü sonlandırdıktan sonra, artık dönüşe geçmek için tren istasyonuna gidiyoruz. Ben turnikeden geçerken, arkamdan gelmesinin sorun olup olmayacağını soran bir adamı "Tabii ki olmaz." diye cevapladıktan ve biletsiz biçimde kaçak geçmesine yardımcı olduktan ve ona bir sigara ikram ettikten sonra, bir Türk ile evlenerek İstanbul'a taşınan yakın bir arkadaşının, kocasının kendisini sekreteri ile aldatması hikayesini dinleyerek Lizbon'a dönüyoruz. Şaşırmış gibi yaparak onu dinlerken, "Aslında biliyor musun, bu bizde oldukça sık rastlanan, çok sıradan bir hikaye." dememek için kendimi zor tutuyorum.
Lizbon'daki ilk istikametimiz Time Out Mercado da Riberia.
Lizbon'da sadece bir günüm var, ne yapayım deseniz, Mercado da Riberia'yı ilk sıralara koyun derim.
Burası bir pasaj, şehirdeki en iyi restoranların, butiklerin ve barların tamamının da bir alanı var. Lizbon'un en iyi restoranlarını araştırarak gitmiş iki kişi olarak şunu söyleyebiliriz ki, listemizdeki bütün restoranların bu pasajda bir şubesi bulunuyor.
Bizim gittiğimiz akşam, Portekiz'in maçı olduğu ve Mercado'nun ortasına dev bir ekran kurulduğu için, olabilecek en kalabalık hallerinden birini deneyimliyoruz.
Beğendiğimiz restoranlardan yiyeceklerimizi alıp, upuzun ahşap masalarda, maç izleyen heyecanlı lokaller ile birlikte karnımızı doyuruyoruz.
O gece, Lizbon'daki son gecemiz, bir sonraki gün akşam tren ile Madrid'e geçeceğiz. O yüzden bütün gün Sintra, Caba da Roca ve Cascais'te onlarca kilometre yürümüş olsak da, hala uzun bir programımız var.
Ara sokaklara atılmış masaların önünden geçerek, Lizbon'un barlar sokağı Nova do Carvalho'ya ulaşıyoruz. Köprünün altından başlayan bu sokağa girdiğimiz anda, oldukça genç bir kalabalık çıkıyor karşımıza.
İlk istikametimizin 36 numarada bulunan Pensao Amor olmasına karar vermiştik. Yürüyoruz yürüyoruz, listemizdeki diğer bütün barları buluyoruz, Pensao Amor'u bulamıyoruz. En sonunda birine soruyoruz, gösterdiği kapı önünden on kere daha geçsek kesinlikle dikkatimizi çekmezdi.
Bilmesek, kapısından içeri adım atmayacağımız kadar döküntü görünüşlü bu binanın önündeki upuzun sıraya girip beklemeye başlıyoruz. Sonunda sıra bize geldiğinde, bacaklarını açmış bir kadın resmine selam vererek, merdivenleri çıkmaya başlıyoruz.
"Nasıl bir yere geldik biz?" şüphesi zihnimizi tamamen ele geçirmeden, mekanın kapısına ulaşıyoruz. Kapıdan geçtikten sonra, bütün ortam değişiyor. Eski Cahide kıvamında, sıra dışı dekorasyonlu, duvarları cüretkar çıplak resimlerle dolu, oldukça eğlenceli bir bar burası.
Kokteyllerimizi içerken, bekarlığa veda kutlaması yapmaya gelmiş İngiliz bir grupla sohbet ediyoruz. Bir İsveçli'ye aşık olduktan ve biraz dans ettikten sonra, kendimizi tekrar Nova do Carvalho'nun kalabalığına bırakıyoruz.
Yeni yükselen fado yıldızlarının sahneye çıktığı 32 numarada bulunan Pavo oldukça boş, 40 numarada bulunan Velha Senhora da artık revü şovlarını durdurmuş. İyi ki tercihimizi Pensao Amor'dan yana yapmışız diye düşünerek, bir taksi çeviriyor ve şehrin en meşhur gece kulubü Lux'un yolunu tutuyoruz.
Valizimde taşıdığım topuklu ayakkabıları giyebileceğim tek mekan Lux'muş. Lizbon'da geçirdiğim günlerde tek bir tane bile topuklu ayakkabı giyen kadın olmaması karşısında yaşadığım şaşkınlığı burada atlatıyorum, kapıdaki sıradaki kadınların çoğu mini etek ve topuklu ayakkabı giymiş.
İçeri giriş için 10 Euro ödemeniz gerekiyor, içerisi oldukça gösterişli dekore edilmiş. Lizbon'dan hemen sonra Ibiza'da her gece başka bir club'ta dans etmiş olarak şunu söyleyebilirim: Müzik çok matah değil, ama dekorasyonu hepsinden güzeldi.
Lux, üç kısımdan oluşuyor. Girdiğiniz kattan aşağı inerseniz, tekno çalan bir sahne var. Bir üst kat, en geniş ve en havalı olan kısım. Bir tarafında geniş koltuklar, diğer tarafında sahne bulunuyor.
En üst teras katında ise MTV Top 100 kıvamında müziklerle, manzaraya karşı dans etmek çok popüler.
Bara gidiyorum, her zaman lezzetli olduğu için en risksiz seçimimi yaparak, bir "Hendrick's & tonic" istiyorum. Az sonra barda yanımda duran adam, bana barmenin ne kadar harika olduğunu, şehirde daha iyisini bulamayacağımı anlatmaya başlıyor. O kadar övüyor ki barmeni, yalnızca cin-tonik içtiğime pişman olmak üzereyim.
Adamı susturmak için, barmeni göstererek "Ona aşık mısın?" diye soruyorum. Kahkaha atarken, "Hayır, ama sana olmak üzereyim." diyor. Tabii ki yine bir Fransız! "İyi eğlenceler." diyerek piste doğru yürürken, kolumdan tutuyor. "Buradan sıkıldığında beni bul." Bu sefer ben gülüyorum, "Bence sen beni bul." Çapkınca gülümseyerek "Şüpheye gerek yok." diyen adamı arkamda bırakarak, dans etmeye başladığımda, içimden "Bu tatil aslında harika bir bekarlığa veda olurmuş." diye düşünüyorum.
Elimdeki gin tonik o kadar büyük ki, gece boyunca bitmiyor.
Bitmeyecek gecelere henüz başladığımızı ise tabii ki o sırada -bir Ibiza virgin olarak- henüz bilmiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder