30 Kasım 2008

more than just a wedding



"Her genç kızın hayaLinde bir gün evLenmek vardır" derler hani, nasıL yaLan! Her gün onlarca hayal kuran, duyduğu gördüğü her şeyi denemek isteyen ben "bir gün evleneyim, düğünüm şöyle olsun böyle oLsun" diye planlar yapmadım. Düğünler çok klişe, çok birbirinin aynısı şekilde yapılmaya devam ediliyor. "Kır düğünleri" ilk başlarda farklı bir konseptti, hepimize ilgi çekici ve sıradışı gelmişti, amerikan filmlerindeki atın üstünde çıplak ayaklı gelinlerle bir bağlantı kurmuştuk... Sonra "kır düğünleri" de yaygınlaştı, sıra dışılığını yitirdi.
Derkeeen Nişantaşı'nda "Wedding Plus" diye bir mağaza açıldı. "More than just a wedding" sloganıyla... Ve sattıkları şeylere bakınca, onları kullanmak istedim, yani ben bile evlenme hayali kurdum. Sırf o neşeli t-shirtlardan giymiş bir adamla, jartiyer danteli takmış olarak kikirdeşme görüntüsü bile süperdi.

Evlenmek gibi çok sorumluluk yükleyen bir aşamaya bol eğlence ve oyun ekleme fikrini ve bu fikre sahip olanlara gerekli akseusuarları temin edecek bir mağzamız olmasını gerçekten sevdim.

29 Kasım 2008

pano iğnelerini süsleme zamanı



Mantar pano hem çok işlevsel, hem de çok dekoratif bir parçadır. Üzerine fotoğraflar veya renkli öğeler asılırsa, bir odanın en dikkat çekici parçası haline geliverir. Bir de benim gibi "yapılması gerekenler" listelerini, unutulmaması gerekenleri göz önünde tutmak için kullananlar vardır bu panoları.
Bugün oturdum, sorumluluk ve görevleri çağrışıran bu panoyu daha bakılası hale getirmeye çalıştım. Eski tokalardan ve dağılmış takılardan elde kalan parçaları iğnelerin üzerine yapıştırmak panonun görüntüsünü epeyce değiştirdi.



28 Kasım 2008

keyif destekçileri: Flunk ve Toffee Nut Latte


Ben ve kahvem ,)

Starbucks'ın yılbası spesyalleri

Flunk ekibi

ve muziklerindeki dinginlik hakkında ipuclarını veren album kapakları: "for sleepyheads only"

Ben en çok last.fm’in “trip-hop”, “chill out”, “female vocal” seklinde etiketlediği müzikleri sevdiğime karar verdim. Böyle yorulup da eve geldiğimde, ayakkabılarımı bile çıkarmadan kahvemi hazırlayıp, “happy relax mood” olarak isimlendirilmiş klasör içine doldurulmuş bu mp3’leri son ses çalmaya başladığımda, bütün yorgunluğum, kafa karışıklığım ve endişelerim buharlaşıyor. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle kanepeye atıyorum kendimi.
Ama hani Coldplay’in, Travis’in filan şarkıları dinledikçe sevilir. Ne kadar çok dinlersen o kadar çok anıyla bağlantılanır, o kadar anlamlı hale gelir. Bu müzikler öyle değil, sıkılıyorsun bir süre sonra, o yüzden devamlı yeni bir grup veya kişi keşfetmek, playlisti güncellemek lazım.
Şu aralar Norveçli bir grup olan “Flunk” yankılanıyor evimde gün bitimlerinde. Honey’s in Love, Blue Monday, Six- Seven Times, Your Koolest Smile ama özellikle de True Faith favorilerim.
Starbucks'ın kırmızı yılbaşı "cup"larına da sadece yılbaşında yaptığı Toffee Nut Lattesi'ne de bayılıyorum. Koyu kıvamlı espresso bazına eklenen karamelize fındık şurubu, sıcak süt ve üste eklenen kremadan oluşuyor. Yummy!
Gün bitim ritüeli: Eve gelirken Starbucks'tan kocaman bir Toffe Nut Latte almak ve onu mideye indirirken Flunk dinlemek. =)

27 Kasım 2008

Glenn Close'un yerine Eda Taşpınar!



Cadılar bayramı bir ay kadar geride kaldı, farkındayım; ama Les Ottomans'ta düzenlenen Cadılar Bayramı Balosu'nun fotoğraflarını daha yeni inceledim ben. Ve Eda Taşpınar'în kostüm seçimine bayıldım. Kanya West gözlükleriyle, peluş dalmaçyalısıyla nefis bir "Cruella de Vil" olmuş. Sıradışı ve yaratıcı! =)

26 Kasım 2008

"marka olsun çirkin de olsa benim olsun" diyenlere adanmış bir yazıdır...








Markalı kıyafet için ölüp bitenler vardır. Kıyafeti / ayakkabıyı / aksesuarı beğenip beğenmemelerinden çok markasının adının yeterince iyi olup olmaması önemlidir. Tommy Hilfiger'i hatta DKNY'yi bile markadan saymaz; Prada, Dolce & Gabbana, YSL ve türevleri olsun isterler. Hiç bir zaman onlardan biri olmadım; ama bir işte bir ay çalışıp, tüm paramı bir MiuMiu çantaya yatırabilirim bir gün. Prada'nın çıtır markası MiuMiu'nun çanta ve çizmelerinin sıkı takipçisi ve beğeneniyim.
"Yeterince çok" (?!) parası olmayan brandkolik.lere müjde: http://www.originalseconds.com/ Şu dergilerde, gazetelerde sık sık gördüğümüz "cemiyetin tanınan simaları" olarak adlandırılan kişilerin giymediği kıyafetleri 2.el olarak buradan satışta. Pek bir merakla oturdum bilgisayar başına, çok büyük hayal kırıklığına uğradım. Çoğunun orjinal olduğuna imkanı yok inanmam, bir kısmı da ne kadar orjinal olursa olsun pazardan alınmış havasında. İlk önce MiuMiu'nun çantalarına baktım, tam bir fiyasko. Salı pazarından alınan taklitler bile bunlardan güzel yahu diye homurdanarak ayakkabılara geçtim. Tam altı sayfa bilmemkaç yüz ürün inceledim, çoğu gerçekten zevksiz. En güzellerini de yukarıya koydum.
Yukarıdan aşağıya: marc Jacobs (388 YTL), Gucci (238YTL) , Chole (175 YTL), Bakers (215 YTL).
Satılan her üründen kazanılan paranın bir kısmının TOÇEV'e bağışlanıyor olması güzel tabii; ama "neden sadece bir kısmı?" diye düşünmeden edemiyor insan.
Bir de bu markaların arasında H&M elbiselerinin ne aradığını da merak etmedim değil doğrusu. =)

25 Kasım 2008

istanbul life kasım sayısı




18 yaşıma basıp da, ailemden ayrı yaşamaya başladığım sene (2004) hayatımda bir dönüm noktasıydı. Hem barlara ve clublara giriş iznini yasal olarak kazanmıştım, hem de evde hesap vereceğim bir anne baba olmadığı için sınırsız gezme özgürlüğüne kavuşmuştum. Her ay "Time Out Istanbul" ve "Istanbul Life" dergilerini alır, ders çalışır gibi not tutarak bunları okur ve gezme planı yapardım. Bunların üzerinden dört sene geçti,bu süre içinde vazgeçilmez mekanlarım oldu, müdavimleştiğim yerler oldu, bazen "yeni" bir yer keşfetmektense, "eski" sevdiğim yere gitmeyi tercih ettim ve bu aylık "gezme planı merasimlerim" de sona erdi.
İstanbul Life'ın kasım sayısı, 150. sayısıymış. Kapağı hiç cezbedici ve albenili olmasa da, içeriği çok başarılı. Kasım ayı bitti sayılır, kasım dergisi mi alınırmış, dedirtmeyecek kadar içerikli. İstanbul'un yeni yeni açılan ve "efsaneleşmeye" aday mekanları, zaten "efsane" duruma gelmiş olanları, nostaljik köşeleri... Listeler, yazılar ve röpörtajlar, dergiyi okurken "engellenemez bir gezme ve keşfetme isteği" uyandırıracak cinsten.
Zamanında kapak olmuş herkese üç soru sormuşlar. Bunlardan biri de "5 kelimeyle İstanbul'u nasıl tanımlarsınız?" İşte cevapları:


koca bir tarihi barındıran, aynı içindeki insanlar gibi yıpranmış, özensiz, yine de inatla her gece ışıl ışıl parlayan, kalabalık bir şehir. ( Ahu Türkpençe)

24 saat yaşayan, canlı, kıpır kıpır, baştan çıkarıcı, dişi, tezatların kenti, dünyada yaşanacak üç yerden biri. ( Ayşe Arman)

Kalabalık, ekletik, manyak enerjili, gergin, aynı zamanda vurdumduymaz, kaba, seksi ve pırıltılı. Sekiz oldu ama daha aza sığdıramadım. (Fem Güçlütürk)

Her an yaramazlık yapacak deli dolu bir prenses, dünyanın en güzel kadını, trafik, gizemli, romantik ( Tülin Şahin)

Bin kocadan arta kalan bakire ( Zeynep Casalini)

Karmaşık, amaçlı, kaotik, romantik, kaotik (Beçlim Erdoğan)

Çekici, muhteşem, sırlarla dolu, tempolu ( Ebru Şallı )

Hiç durmadan yaşayan, büyülü, çarpıcı, biraz nazlı; ama dünyanın en güzel şehri. (Demet Kutluay)

Beş kelimenin değil, beş bin kelimenin anlatmaya yetmeyeceği şehir. ( Deniz Seki)

Süprizli, karamsar, misafirperver, canayakın, karışık ( Doğa Rutkay)

Cefakar, han, yorgun, güçlü ve çok güzel. ( Janset)

Renkli, canlı, şaşırtıcı, gizemli, büyüleyici. ( Müge İldeniz Dalgıç)

Kontrast, naif, sofistike, karma, ekletik ( Ece Sükan)

Doğu- batı, eski- yeni, temiz-kirli, renkli- kasvetli ( Saadet Işıl Aksoy)

Vazgeçilmez, boğaz, karmaşık, huzur, huzursuzluk ( Sema Şimşek)

Yeşil, mavi, gri, siyah, beyaz ( Tan Sağtürk)

en favori fiLmim .) "sıradışı & zekice"



Başlangıç notu: Bu yazı aşırı dozda spoiler içermektedir, ama film zaten bildiğimiz filmlerden değildir. Her saniyesini bilseniz de büyük bir zevkle izleyebilirsiniz.

99 F veya Türkçesiyle 9,90 YTL

O bir reklamcı, bizi istediği noktaya çeken, kendi arzularını bize empoze eden bir adam. Photoshoplu mutluluklar vaad ediyor, biz daha yeni onun yüzünden istediğimizi sandığımız bir “şey”e sahip olmuşken, çıkıp o “şey”in eskidiğini söyleyip, bize yeni bir “şey” istettiriyor. Dediği gibi ”Yeniliklerin avantajı çok fazla yeni kalmamalarıdır.”

Bütün arzularla, reklamlarla ve kendisiyle dalga geçebiliyor. Filmde kurduğu ilk cümle, “Her şey satın alınabilir. Aşk, sanat, yeryüzü, sen, ben. Özellikle de ben.” oluyor zaten.

Harika arabalar süren, Tokyo’dan ve Paris’ten giyinen, parlak gülümseyişli karizmatik bir adam Octave. Ama aslında o kadar da “mükemmel” değil. Uyuşturuculu ev partilerinin ertesi sabahı mide bulantısı ile uyanıp, küvette uyuyakalmış bir kadının üzerine kusabiliyor.

Octave kokainlendikçe, yönetmen de izleyene kısacık bir süre de olsa “high” kafayı yaşatıyor. Octave uyuşturucu komasında ambulansta yatarken, kendisine elektrik şoku verilince gördüğü, hamile olmasına sevinmediği için kendisini terk etmiş Sofia ve utrasondaki cenin ile yaptığı hayali dans sahnesi ve araba sürerken yuttukları gülen surat şekilli pembe haptan sonra etrafı bilgisayar oyunu gibi algılamaları bu kafayı yaşatan sahnelere örnek.

Film, Octave’ın çalıştığı reklam ajansının Starlight isimli diyet yoğurda reklam çekmesi üzerine kurulu. Reklamın konusu yoğurt da olsa –her zamanki gibi- cinsellik “çaktırmadan” ön planda. Starlight'ın patronu, “Bu çikolata reklamı değil” gerekçesiyle reklamda bir melezin oynamasına ırkçı bir biçimde karşı çıkarken, “diğerlerinden daha az fahişe” göründüğü gerekçesiyle, gerçek hayatta fahişelik yaparak para kazanan Tamara’yı reklam kızı olarak seçiyor. Her gün televizyonda gördüklerimize benzeyen bir reklam çekildikten sonra, Octave, yaratıcı ekip ortağı Charlie ve Tamara bir de kendi versiyonlarını çekiyorlar ve yasadışı biçimde televizyonda bunu yayınlıyorlar.

Ben bu filmi film festivalinde izlemiştim, ondan önce de romanını okumuştum. Oturup DVD’yi bir daha izlememe neden olan şey ise filmin 1saat24. dakikasında reklamlarla dalga geçen Octave & Charlie & Tamara versiyonu reklam! “İşte Starlight yeni diyet yoğurt diğerlerinden hiçbir farkı yok. Şimdi tv’yi kapatın, paranızı boşa harcamayın.” cümlesiyle başlıyor bu (anti)reklam. Octave ile Tamara’nın birbirlerinin çıplak vücutlarından yoğurt yalayışları, yediğimiz hamburgerlerin etlerinin ne kadar sağlıksız ortamda kesildikleri, yağlı bir popoya yapılan liposaction ameliyatı görüntüsü ardından gelen Afrika’da cılızlıktan ölmek üzere çocukların görüntüsü…

Filmin bitiş cümlesi de: “Her yıl dünya bütçesinin 500 milyon doları reklamlara harcanıyor. Bunun sadece %10’u ile insanlar açlıktan kurtulabilir.”

Film için iki farklı son hazırlanmış. Biri çarpıcı, etkileyici ve mutsuz son. Diğeri sündürülmüş, abartılmış, “mutlu sonlar” ile dalgasını geçmiş bir mutlu son. Ben filmi festivalde izlediğimde, yönetmen çıkıp, hangi sonu daha çok beğendiğimizi sormuştu. Garip bir şekilde -ben dahil- herkes mutsuzu tercih etmişti.


Hangi son ile biterse bitsin, çok çarpıcı, çok nükteli, çok zekice ve çok eğlenceli bir film. Kesinlikle bir kere daha aşık oldum.

24 Kasım 2008

ve huzurlarınızda: paolo nutini!















Kendisini keşfetmem Amy Winehouse'un Rehab'inin harika bir cover'ını dinlemem ve "kimmiş yahu bu söyleyen?" diye peşine düşmem şeklinde oldu. Yükledim Paolo Nutini'nin bütün şarkılarını, aslında daha önce de kim olduğunu bilmeden dinliyormuşum ben onu, "new shoes" sözlerine eşlik edebileceğim kadar aşina olduğum bir parça mesela.

"Çok farklı bir tarzı var, bıkmadan usanmadan 100 sene dinlenir." durumu yok. James Blunt'ın bunalıma girmemiş versiyonu. Ses yumuşacık, telaşsız söylüyor, şarkılar bıcır bıcır... Bir süre sonra sıkabilir, ama o zamana kadar keyifle dinlenebilir.

PS: Kendisi bir de 87liymiş, aferim yahu!
PS 2: Ayrıca güzel dudakları varmış. hımmm...
PS 3: PS I Love you filminin soundtrackinde de var kendisi =)

bu ayki ikea favoriLerim!

PuzzLe şeklindeki buz kalıbı =)




ve kış bahçemi neşelendiren kıvırcık bitki =)

dereotlu peynirli kek
















Starbucks'ta yiye yiye bağımlısı haline geldiğim ve sonunda evde de yaptığım tuzLu kek! Evde anneanne olmasa da çay saati alışkanlığını sürdürenlere...

ece'nin ütopyası .)

lEğer bir gün insanlık yeniden kurulacaksa, yeni bir hukuk inşa edilecek ise eğer, insanlığın yeni mevzuatında “kalbi cürümlere” de yer verilmeli mutlaka. Selamı alınmayınca kendini enayi gibi hisseden birinin dava açma hakkı olmalı. Söz verip de gelmeyenler, sevip de en olmayacak anda çekip gidenler, iş yerindeki entrikalar, dostluklarda yenen kazıklar; her birinin cezası olmalı mutlaka. Ezik hissettiğin anda tazminat hakkın doğmalı ezik hissettirenlere karşı.

Yeni insanlığın yeni okullarında gençlere rüzgarlı havalarda kibritle sigara yakma temrinleri yaptırılmalı. Eğer hala kadınlar ve erkekler için ayrı müfredatlar uygulanacaksa, oğlan çocuklarına kadınların kafa karışıklığından, kız çocuklarına da erkeklerin onları nasıl anlamayabileceğinden söz edilmeli. Müzik derslerinde, bazı şarkılardan, o şarkıların yarattığı aptal cesaretinden korunmayı, o cesaretle edilen yanlış telefonları etmemeyi öğretmeliler. İçince pişman olacağın şeyler yapmamayı, yapsan da ertesi gün pişman olmamayı uygulamalı derslerde ele almalı öğretmenler.

İşten nasıl kırılır onu anlatmalılar üniversitelerde. Öfkelendiğinde boğazında düğüm olan cümle nasıl söylenir, ağlama gelip de böğrüne oturduğunda sesin titremeden nasıl konuşulur, iş yerinde birine aşık olunursa durum çamurlaşmadan nasıl halledilir… Bu gibi işlere bakmalı yeni üniversiteler.

Master programları olmalı daha karmaşık konular için. “Bir adam en az acıtarak nasıl terk edilir?”, “Daha az sevdikçe daha çok seviyormuş gibi yapmak nasıl becerilir?”, “İnsan kendi var oluş enerjisini kaybettiğinde kendi gücüyle buluşmak için ne yapmalıdır?” , “Kalbin tamirinde nerelerden faydalanılabilir?” gibi başlıkları olmalı akademik tezlerin.

Kendilerini geliştirmeye meraklı olanlar, artık dil kurslarına, tenis kurslarına falan değil de başka türlü kurslara gitmeliler. Tartışma grupları kurulmalı, Rita Hayworth’ın o filmde “put the blame on mame” şarkısını söylerken neden aniden striptiz yapmaya başladığını tartışmalı insanlar. Böyle bir ruh halinin Can Yücel’in “Sidikli Kontes” şiiriyle ilgi olup olmadığını. Merlene Dietrich’in nasıl olup da diğer kadınlardan daha güzel görünebildiğini konuşmalı genç kadınlar; böylece belki güzel kadın olmaktan ziyade “atmosfer mimarı bir kadın” olmanın daha kıymetli olduğunu anlarlar. Humphrey Bogard’ın neden Casablanca’nın son sahnesinde Ingrid Bergman ile gitmediğini anlamalı insanlar ve bu kadar klas davranabilecek hale gelmek için ne yaralar kazındığını etine. Ya da “Vesikalık Yarim” filminde İzzet Günay ile Türkan Şoray’ın raflara beraber konserve dizdikleri sahnenin üzerine gidilmeli. Birbirinden çok başka iki insanın birbirlerine, beraber konserveler bozuluncaya kadar beraber yaşama sözü vermesinin ne dehşet verici bir cesaret gerektirdiğini anlamalı herkes.

Bugün bir yerde bir çocuk ölüm kalım savaşı verir gibi kesirleri ezberlemeye çalışıyor mutlaka. Onun korku dolu yüzünü, o yüzün yıllar sonra başına gelecekleri düşündükçe…
İnsanlık artık yeni çocuklar, yeni hukuklar yapmalı.

Ece Temelkuran- Milliyet Gazetesi “Kıyıdan” köşe yazılarından…
Arada sırada donup donup okudugum yazılardan...

22 Kasım 2008

ruh menüsü: kings of convenience ♥






Hiç kimsenin veya grubun bütün şarkılarını sevmem ben. Bir şarkısını sıkılmadan 1000 defa dinleyebileceğim bir grubun, diğer şarkılarından nefret ettiğim de olur.
Bunun şimdilik tek istisnası: Kings of Convenience. Bir grubun bütün albümleri baştan sona bu kadar mı dinlenir olabilir!

Norveçli iki adam, çok basit, çok sade, çok yumuşak bir müzik yapıyorlar. Bu albümlere de "quiet is the new loud" gibi iddialı isimler koyuyorlar. Ve dinleyenin tüm ruh halini değiştiriyorlar.
Nasıl kötü bir ruh hali içinde olursam olayım, ne kadar yetiştirmem gereken iş bulunursa bulunsun, onları dinlemeye başladığım anda, kendimi güneşli bir günde hafif bir esintide güneşlenip dalga sesi dinleyip, buz gibi içeceğimi yudumlayıp hayal kurarmış gibi hissediyorum. Bambaşka bir ruh haline ışınlanıyorum. İşler ve sorunlar gözümde küçülüyor, hayatın keyfi büyüyor. Tüm endişeleri, sıkıntıları kovup, huzur ve mutluluk getiren bir sihir gibi.

Herkesin elinin altında bir kaç kings of convenience şarkısı bulunmalı, acil durumlar için. Veya en azından keyif saatlerine, içilen kahvelere, okunan kitaplara eşlik etmesi için.

Bütün şarkıları güzel ama bazılarına apayrı bir düşkünlüğüm var, işte benim "top 10"im:

1- Live Long


2- I'd rather dance with you


3- Love is no big truth


4- Singing softly to me


5- Know how


6- Homesick


7- Brave new world


8- Cayman Islands


9- Toxic Girl


10 - Cornelius- Drop

groove



Bundan dört sene önce, Babylon'a gitmek için girdiğimiz ara sokakta yürümekten korkardık. Sokaklar ıssız, pis ve bakımsızdı. Şimdi ise Asmalımescit Taksim'in en güzel yerlerinden biri. Sokaklara atılmış sobalarla sokakta oturup muhabbet etme keyfini bu mevsimde bile doya doya yaşatan, eğlence anlayışını tamamen değiştirmiş birbirinden hoş mekanlarla dolu bir semt(cik).

Asmalımescit'te lezzetli yemek yiyememe, güzel içki içememe gibi bir sorun yaşamak olası değil, karşılaşılabilecek en büyük sorun "sığamama". Üç kişiden fazlaysanız ve Asmalımescit'te olmak istiyorsanız eyvah! Dün on kişilik ekibimizle Parantez'e de Otto'ya da sığamadık ve böylece "get in to our groove" sloganlı Groove'u keşfetmiş olduk. Otto'nun karşı komşusu olan bu mekanın üst katı, sakinliği ve genişliği ile kalabalık gruplar için kurtarıcı. Gece yarısından sonra da masalar toplanıp, müzik ve dans ortamına geçiş yaplıyormuş, biz o kısmını henüz göremedik.


"Ohooo her yer de dolu" diye isyan edildiğinde, hafif bir müzik eşliğinde huzurlu bir ortamda muhabbet etmek isteyenler için kurtarıcı.


Adres: Asmalımescit Mah. ŞehbenderSok. No:18 Tünel
Tel: (212) 293 1733

in an absolut world*
















Absolut, vodka severler için vazgeçilemez İsveç vodka markasıdır. Smirnoff'tan iyi midir, kötü müdür karar vermek bana düşmez. Fındık vodka yaparken bu kadar kaliteli vodkalar kullandıklarını hiç sanmıyorum ve fındık vodka varken Absolut'un yüzüne bakmam ben. Ama reklam ve yaratıcılık konusunda Absolut'un başı çektiği inkar edilemez. Disco ball efektli şişesinin cazibesine kapılmayan yoktur herhalde. Şimdi de kırmızısından, en seksisinden yeni bir limited edition şişe çıkarmışlar. En alakasız insanın içinde bile alma isteği uyandıran cinsinden...

Son reklam sloganları "in an absolut world". Ve bu sloganla yaptıkları reklamlar yine harika! Eskiden gazete kuponlarıyla alınan ansiklopedi boyutlarındaki kadın dergilerinde en çok kendisine baktırtan, "keşke billboardlarda alkol reklamı yasak olmasa, şehir bu reklamlarla dolu olsa" dedirten reklamlar bunlar.

Benim favorilerim devasa baloncuk çıkartan bacalı fabrika ve kusursuz adamın parçalarını birleştirmeye çalışan kadın. =)

21 Kasım 2008

çikolatalı sufLe .)




"İçten içe kavrulan, dumanı tüterken şık bir tabakta önünüze bırakılan çikolatalı sufle, en içten tabirle kalça fetişisti bir adam için evin kapısından içeri girdiğinde eteği kalçalarına kadar sıyrılmış güzel bir kadını dolaba yaslanmış halde bulmak gibidir."

Eksisozluk'te yaygın olarak kullanılan, inanılmaz bir şekilde kanımın kaynadığı bazı kelime grupları var. Bunlardan biri de "orgazmik yiyecek." Hani bazı yiyecekleri yerken öyle bir zevk alırsın ki, bu lezzetten öte bir şeydir. Tanımlanamaz. Ruh halin değişir, hormonların faaliyete geçer, yüzüne kocaman bir gülümseme yayılır, dünyadan bi haber hale gelirsin. Eğer abarttığımı düşünen varsa, hiç bir yiyecekle bu kadar büyük bir bağ kurmadıysa çikolatalı sufe kesinlikle başlangıç için süper seçim olur.

Son zamanlarda çikolatalı sufle olarak kakalanan, "ısıtılmış brownie üzerine bir top dondurma" değil benim sözünü ettiğim hazırlanması uzun süren, ortadan yarık görüntüsüyle cezbeden, yarıklarına krema ve dondurma doldurarak yenilmesi gereken yoğun çikolatalı lezzet bombasından bahsediyorum ben.
Üstelik insanın aklının ucundan geçmeyecek bazı yerler gerçekten güzel yapıyor bunu. "Bier und wein" sloganlı Havelka'ya gidip de çikolatalı sufle yemek kimin aklına geLir mesela?! Gitmeli, yemeli. Yummy!


Çikolatalı sufle yerken aldığım hazzın boyutundan sonra "ben normal miyim yahu" diye korkup internetsel bir araştırma yaptım. Ve başlangıçta tırnak içinde bir alıntı yaptığım cümleyle başlayan , "Çikolatalı sufle masum bakışlı ama güzel kalçalı bir kumraldır, tabakta durduğu gibi durmaz, durmasın, duramasın" cümlesiyle biten "çikolatalı fetiş objesi" adlı şahane bir yazı buldum. Sufle yenilmeli ve bu yazı okunmalı!

19 Kasım 2008

çikolata kriz kiti =))







Bazıları yemekten sonra veya herhangi bir anda ağzının tadı değişsin istediğinde sakız çiğner. Onlarca çeşidi, hayal gücünü zorlayan aroma seçeneği ve gittikçe daha da pratikleşen paketleriye “sakız severlerin” işi gittikçe kolaylaşıyor. Bozulma, akma, kokma, erime derdi yok. En sevdiklerini çantalarına atıp, her istediklerinde sakızlarına ulaşabiliyorlar.

Ben hiçbir zaman onlardan biri olmadım. Sakız çiğnemekten yoruluyorum, estetik olarak sakız çiğneyen insanları beğenmiyorum ve dürüst olmak gerekirse bana hitap etmeyen bir şeyin pazarının bu kadar genişlemesinden de rahatsız oluyorum.

Yanımda her zaman olmasını istediğim iki şey var: Çikolata ve kahve. Hadi şimdi “3ü 1arada”larla, tek kullanımlık “cappucino”larla kahvemi yanımda taşıyabiliyorum; ama çikolatamın her zaman yanımda olması pek zahmetli bir çaba. Paketini bir defa açtım mı, çantamın içinde her yere saçılması, erimesi ve çantama bulaşması olası; paketi açmak, çikolatadan bir parça koparmak, sonra paketi yeniden kapatmaya çalışmak da pek pratik sayılmaz.

Ve biri sonunda benim gibileri düşünmüş. Sakız paketi boyutunda metal bir kutunun içinde bitter çikolata üretmeye başlamış. Minik minik bitter çikolata parçaları var kutunun içinde. İnanılmaz pratik! Yediğim en lezzetli çikolata olduğunu maalesef söyleyemeyeceğim; ama fikre taptım! Olur olmaz anlarda çikolata krizine girenlere duyrulur.


I'M NOT THERE







“İlişkiler her zaman belirsiz olduğu için, iletişim kurmakta sürekli başarısız olduğum için, suç bende olmasa bile kendimi suçlamaya devam ettiğim için, her başarısızlık beni kendimden ve senden daha da uzaklaştırdığı için, bütün bunlardan ve bilemediğim diğer nedenlerden dolayı dinlemeliyim, etrafıma daha çok bakmalıyım. Gitmeliyim…”

“I’m not there” film festivalinde biletleri ilk tükenen filmlerden biriydi. Film festivaliyle ilgilenmeyenler de mutlaka DVD’sinin cazibesine kapılmıştır. Oldukça sade bir kapak ve Christian Bale, Cate Blanchett, Heath Ledger, Marcus Carl Franklin, Richard Gere, Ben Whishaw’ın isimleri…

Bütün bu oyuncular Bob Dylan’ı oynuyor, ama alışagelmiş şekilde biri gençliğini, biri çocukluğunu, biri ileri yaşlarını canlandırmıyor. Onlar, Bob Dylan’ın içinde yaşattığı karakterleri, ona yakıştırılmış “peygamber”, “kaçak”, “ yapmacık” , “umursamaz” , “star”, “şair” gibi sıfatları oynuyorlar. Hepsi biraz Bob Dylan; ama filmin adındaki gibi aslında Bob Dylan orada yok.

Filmin özelliği de tamamen bu: Klasik biyografi kalıplarını kırmış olması. Yoksa filmde bir olay olsun, karakterler bir noktada kesinleşsin bütünleşsin diye beklemek sonuçsuz bir bekleyiş olur. Filmdeki fotoğraf karesi özenindeki sahnelerin ve arka fondaki şarkıların güzelliği ile harika iki saat geçirebilirsiniz; ama “espriyi açıklayacak adam”ı beklemeye kalkarsanız –ki ben ilk yarıyı bu şekilde geçirdim- "ya film çok boktan, ya da ben salağım" şeklinde isyan edebilirsiniz.

“I’m not there” , bilmeyenlere Bob Dylan’ı anlatmak gibi bir çabaya girmiyor, zaten biliyor olanlara keyif vaad ediyor. Yani bu filmden alınacak zevk, Bob Dylan bilginizle de gayet doğru orantılı olarak değişir.

Not: Bob Dylan’dan da hayatından da bana ne, diyorsanız bile Cate Blanchett’ın performansı için izlenebilir bir film. Garip bir şekilde de Bob Dylan’a en çok benzeyen o olmuş üstelik.

15 Kasım 2008

meLviL poupaud !! bu mudur? budur!*


















Veeeeeeeee kenarda köşede kalmış, gündemde fazla bulunmamış -bulunmuşsa da ben kaçırmışım- pek hoşundan bir fransız. İtalyan erkeklerinin yakışıklılığı dillere destan olsa da, gittim aradım aradım göremedim ben o adamları. Fransızlarda ise daracık omuzlu, upuzun suratlı da olsalar bile bir karizma bir hoşluk var. İşte onlardan biri daha, cılızından, yapısızından oldukça "zibidi" görünüşlü, "çapkın" bakışıklı yeniLesi yutulası bir adam: melvil poupaud

Pinterest'im

Instagram'ım