28 Eylül 2012

İstanbul Modern, Cochine, Cezayir, Münferit, Ops ve minik keyifli anlar...

- I'm a very wealty man and I have expensive and absorbing hobbies."


Ben bir Mr. Gray (bu aralar okuduğum Fifty Shades of Gray'in başkahramanlarından) değilim; ama bu durum gerçekten zengin ve keyifli bir hayat yaşamama da engel değil.

Cumartesi sabahı uyanıyorum. Kardeşim okulların açılacak olması dolayısı ile, İstanbul'a dönmüş, gelirken de leziz peynirli pideler getirmiş. Buzluktan onları çıkarıp, güzel bir kahvaltı yapıyoruz.


İstikametimiz İstanbul Modern. Burhan Doğançay'ın sergisi var ve ben o adamın tablolarının hastasıyım. O kadar ki, tek bir tablo alabilecek olsam kesinlikle onunkilerden birinden yana tercih yaparım. 2004'te muhtemelen bir depresyon geçirdiği için yaptığı kapkara tablolar dışında bir tanesinden tabii...



İstanbul Modern'i biliyorsunuz, eş zamanlı birden fazla sergi oluyor; ama hiçbiri Burhan Doğançay kadar ilgi çekici değil. Saatlerimizi geçiriyoruz sergide. Hem etkileniyoruz, hem de tabloların üzerindeki "Çekmiş esrarı kafası dumalı, bakıyor gözleri kanlı kanlı, ama harbiden delikanlı." gibi cümlelere kahkahalar atacak kadar gülüyoruz. 

Saatler sürüyor, tabloları incelememiz.




Adamı bu kadar beğeniyorum, hayatı hakkında hiç merak edip de bir şeyler okumamışım. Hukuk fakültesi mezunu olduğunu, üzerine Fransa'da ekonomi masterı yapıp, Ticaret Bakanlığı'nda çalıştığını, 134 ülke gezdiğini öğrenince daha da etkileniyorum. Adam, bir yandan iş kariyerini devam ettirip, bir yandan da üretken olunabileceğinin harika bir kanıtı. 

Midemiz guruldanmaya başlayınca, İstanbul Modern Cafe'ya atıyoruz kendimizi. Buz gibi bir Bomonti, yanında incecik bir Margarita, manzaraya karşı harika gidiyor. 



O sırada tanıdığım en çok seyahat eden insan olan ve ilkokuldan beri aşırı yakın arkadaşım olan Ayşem whatsup'tan yazıyor bana. Akşam bir değişiklik yapıp, Vietnam yemekleri yapan Cochine'e gitmeye karar veriyoruz. 



Havalar serinlemiş, uçuş etekler elbiseler yerine, pantolonlarımız ve hırkalarımız ile Galatasaray Lisesi'nin önünde buluşup, Kumbaracı Yokuşu'ndan iniyoruz. Cochine'i buluyoruz, kapıdan içeri giriyoruz. Saat 20:20. Rezervasyonunuz var mı diye soruyorlar. Yok, altı üstü iki kişiyiz. İçeride de iki masa hariç bütün masalar boş. Ellerinde bir rezervasyon listesi, bütün masalar doluymuş. "Geç gelecek olanlar var mı?" diye soruyoruz. "21:30'da gelecek olan masalar var" diyorlar. "Tamam biz o zaman o masalardan birine geçelim, yemeğimizi yiyelim, rezervasyon sahibi geldiğinde bara geçeriz." diyoruz. İdeal müşteriyiz yani, sorunsuz, çözüm odaklı. Elimize kartvizit tutuşturuyorlar, "Siz daha sonra rezervasyon yaptırıp gelin." diyorlar. Bu mekan hakkında okuduğum ve duyduğum bütün olumlu değerlendirmeleri somut bir şekilde çürütüyorlar. Hayatımda gördüğüm en amatör ve çözüm odaklı olmayan karşılama. "Daha da bok geliriz." diye gülüşerek çıkıyoruz oradan. 

Sürekli gittiğimiz yerlere gitmek istemiyoruz, ne zamandır gitmediğim Cezayir geliyor aklımıza. Cezayir'in kapısında bir kalabalık var, "Eyvah!" diyoruz. "New York gibi olduk. Bir hafta önceden rezervasyon yaptırmazsan ya fast-food yiyeceksin, ya da aç kalacaksın galiba İstanbul'da." Garson rezervasyonunuz var mı, diye sorduğunda, korka korka "Yok" diyoruz. 




Bizi alt kattaki çok keyifli bahçeye alıyorlar. Rakılı fava, portakallı enginar, levrek tarama, ızgara karides gibi mezelerle masamızı donatıyoruz ve birer içki de söyledikten sonra dedikoduya başlıyoruz.

Mezeler leziz, müzikler güzel, sohbetimiz koyu.
Kokteyl menüsünü istemeye geliyor sıra. 

Daha aynı günün sabahı, kendi çapımda şöyle bir tespitte bulunmuşum: İstanbul yemek konusunda aşmış. Hangi ülkenin mutfağını istersen, o ülkede yediklerin kadar lezzetli yapan bir yer var. Türk şarapları da artık çok güzel. Sadece kokteylden sınıfta kalıyoruz. En iyi yerde bile, kokteyller ya lezzetli ama üç beş bardak içsen de çakır keyif olmuyorsun, alkol fakiri. Ya da alkolü basıp, o kadar özensiz hazırlıyorlar ki, alman gereken keyfi alamıyorsun.



Listedeki "Cezayir" isimli, mekanın adını taşıyan kokteylden yana tercih yapıyoruz. Kokteylle birlikte sabah yaptığım tespiti de yalayıp yutuyorum. Çok başarılı! 

Oradan hemen komşu Münferit'e geçiyoruz. Benim bildiğim orası restoran, gecesine hiç denk gelmemişim. O yüzden içeriden kapıya, kapıdan sokağa taşan keyifli kalabalık ve güzel müzikler şaşırtıyor beni. Merhabalaşma ayak üstü laflama fasıllarından sonra, Ayşe harika olduğunu söylediği "Amaretto Sour"dan bir bardak tutuşturuyor elime, arka fonda pek sevdiğim when doves cry'in güzel bir versiyonu çalıyor. Çıkarken, kokteyl, ortam, müzik gayet güzel, daha sık gelinmeli buraya diye düşünüyorum.




Eve geliyorum, telefonumu şarja takıyorum, neler olmuş, kim nerede ne yapıyor diye bakarken, bir şey görüyorum, kafam atıyor, tekrar çıkıyorum. Bildik iyi gelen mekanlar ve insanlar...



Haftasonu yazısı yazmışken kahvaltıdan bahsetmemek de olmaz tabii. Karaköy malum, İstanbul'un yeni yükselen yıldızı. Eskiden Namlı'da kahvaltı, Güllüoğlu'nda su böreği ve Karaköy Lokantası'nda yemek için gelirdik sadece. 


Sonra İstinye Park'taki Bej buraya taşındı, arka tarafına Kağıthane açıldı. SALT ikinci galerisini Karaköy Bankalar Sokağı'na açtı, içine güzel bir restoran kondurdu. Karabatak İstanbul'un en karakteristik ve keyifli cafe'lerinden biri olarak boy gösterdi. Derken Nublu da burayı yeni lokasyonu yaptı. Ve gidiyor... Şahane de oluyor, esnaf dükkanlarının arasında, bir anda bambaşka vahalar bulmak keyifli oluyor.





Biz de yolumuzu kahvaltı için Karaköy'deki Ops'a düşürdük.



Sahil trafiğine girmeden Bebek, Hisar için kasmadan nerede güzel kahvaltı etsek diye düşünenlere şiddetle tavsiye ederim. Gerçekten tıka basa doyuran, leziz bir kahvaltı yaptık. 




Yani Mr. Gray olmasanız da, bu şehirde keyif alınacak çok şey var. Havalar soğudu, yine kışın miskinliğine hemen kapılmayın, şehrin tadını çıkarın, yeni yeni yerlerini yoklamayı unutmayın. 

Ha derseniz ki, ben çok çalışıyorum, öyle gezip tozmaya fırsatım yok. Ben haftaiçi boyunca deli gibi adliye-ofis hatta bir de yüksek lisans dersleri arasında mekik dokudum. Yoğunluğun keyif almaya engel olmadığını anladım. 

Mesela bir gün duruşma sırası beklerken, benimle aynı sırada bekleyen Gökçem ile Türk Kahvesi keyfi yaptık.


Bir gün akşam yorgunluktan ölmüş vaziyette eve gelmişken kendimi iki sevdiğim beyaz (karides& şarap) ile ödüllendirdim.

Bir gün Mr. Prozac'im ile Prozac Heaven'da içeride dev gibi iki kişilik yatak varken koltukta kıvrılıp sarmaş dolaş saatlerce uyuduk. 

Anladım ki, yoğun ve yorgun olmak keyif almaya engel değil.


Yok bunlar beni kesmez derseniz de, THY'nin bu aralar çılgın bir kampanyası var, 30 Eylül'e kadar alırsanız Avrupa biletleri gidiş-dönüş 200 TL civarı. Hani şimdi bakıp hepsi tükenmiş diye isyan edenler için de bir tüyo vereyim: Rezervasyon yaptırıp gereksiz yere kampanya bileti işgal edenlerin rezervasyonları yarın saat 11:00'de düşecek, o zaman kontrol edin.

Biz yıllar önce birlikte interrail yaptığım bir arkadaşımla haftasonluk İtalya biletimizi aldık bile!


Keyfi hayatınızdan eksik etmeyin.
Öperim!! 

27 Eylül 2012

Evlenmek ya da evlenmemek işte bütün mesele bu - 2. kısım

Ben "Evlenmek ya da evlenmemek işte bütün mesele bu" dedim.

"Evlenmeye mi karar verdin, nereden çıktı bu yazı?" diyenler oldu. Yok öyle bir şey, daha evlenmeden önce yapılacaklar listemde henüz yapmadıklarım var benim, şimdi evlenmeye kalksam içimde kalacaklar... Bu işin planı programı olmaz biliyorum; ama önümüzdeki iki sene, aklım başımdan tamamen gitmedikçe öyle bir şeye niyetim yok. 

Sadece etrafımdaki insanların bir kısmı tereddütsüz ardarda nikahı basarken, bir kısmı da gayet uzun soluklu ilişkiler yaşamalarına rağmen "evliliğin e'si bile yok" hayatımızda derken, kurcalayasım geldi bu konuyu.

Çok yaratıcı bir konu sayılmaz. Zira burnumuzun dibinde duran bir şey, eskiden nasıl ayda bir kaç kere doğum günü partilerine gidiyorsak, şimdi de düğünlere nikahlara gider olduk.

Sırf dışarıdan gözlemleyen biri olarak, yaşadığı hayattan mutlu ve tatmin olmayan, evliliğin hayatlarındaki bütün boşluğu dolduracağını, hayatlarındaki her şeyin yoluna gireceği umudu ile evlenen kadınların ve sırf daha rahat görüşebilmek için hiç aynı evde yaşamadan evlenen erkeklerin evliliklerinin yolunda gitmeyeceğini iddia ettim.

Etrafımda yıllardır evli ve mutlu bir çift olsa onlarla söyleşi yapacaktım; ama etrafımdaki insanlar daha çiçeği burnunda dönemleri yaşadıkları için elime bir şey geçmeyeceğini anladım, vazgeçtim.

İnsanlar kendilerini nasıl evliliğe hazır hissetmeye başlıyorlar, diye buradan sordum.

Çok da şahane oldu.

Öyle güzel yorumlar geldi ki, sırf yazının altında bırakmaya içim el vermedi. Sizin de gözünüzden kaçmasın bunlar istedim. 



pazarlariseverim'in yorumuna çok güldüm, benim gibi büyük şehirde yaşayan bekar bir kadın olarak, 
dürüstçe "En son şuna karar verdım: Gelinliği giyeyim 10 numara eğlenelim, herkes benımle ilgilensin , fotolar motolar... Sonra evli evine köylü köyüne dağılalım. " yazmıştı. 

Ne yalan söyleyeyim, içimdekileri dillendirdi. 

Evet, hepimiz gelinlik giymek istiyoruz, evet hepimiz prenses gibi fotoğraflarımızı paylaşmak istiyoruz, evet hepimizin o takılacak olan altınlarda gözü var, evet hepimiz bir düğün macerası yaşamak istiyoruz. Sonrasını bilemiyoruz. 







Ebru Bayrak,  bizim ayaklarımızı yere bastırdı, "Evlilik, o gece gelinliğimi giyip prensesler gibi olayım, herkes evleniyor bak, yaşım geldi, başım geçti diye yapılacak bir şey değil. Ha yapılır ama yürümez. Çok canı tatlı olan, "BEN" duygusu yüksek olan insanlar evlilikte zorlanır.Çünkü bazen kendi bile fazla geliyor insana, ki evliysen iki kişisin bunun kaçarı yok." dedi. Eğer haklı olmak, üste çıkmak, sürekli kavgaya bahane aramak için değil, anlamak ve anlaşılmak için enerji harcanırsa mutlu bir evliliğin pekala olabileceğini dile getirdi. 



cingifilli, "5,5yıl bir beraberliğin ardından onsuz yapamayacağımı,nefes almamamın bile zor olduğunu farkettiğimde karar verdim ben. Şimdi iyiki evlenmişim diyenlerdenim." diyerek umudu kestiğimiz ilişkilerin varlığı hakkında bizi umutlandırdı. 



Tatlı tuzlu anılarım, Canan ve Adsız, kendimizi hiç bir zaman evliliğe çok hazır hissedemeyeğimizi, ama bunun mutlu olmamaya engel olmayacağını çok güzel şekilde açıkladılar. Düşünmekle, hayatım engellenir mi kaygılarına kapılmakla, yüzde yüz hazır olmayı beklemekle bu işin olmayacağını öğrendik onlardan.  

"Hep söylüyorum evlendiğimin ertesi günü şöyle dedim "Allah'ım ne kadar çabuk karar vermişim ben bu çok ciddi bişeymiş" :) Aklında bulunsun hiçbir zaman hazır hissedilmiyor sanırım bu suya atlayıp yüzmeye çalışmak gibi bir şey olsa gerek..."
"Ben düğün günü gelinliğimi giyerken bile acaba çok mu erken evleniyorum diye düşünmüştüm. 29 yaşında ve 1.5 yıllık ilişkiden sonra bile tereddütlerim olmuştu yani bence kimse yüzde yüz emin olarak evlenmiyor o yüzden yüzde yüz emin olmayı bekleme sakın."

Canan ayrıca bir tüyo verdi: "Bana göre boşanmaların sebebi insanların tahammülsüz, sabırsız olmaları. Evlilikte tarafların birbirlerine 1 yıl gibi bir süre tanımaları gerektiğini düşünüyorum,aynı evde yaşamamış insanların birbirlerine alışmaları,hep "ben" "ben" diye inatlaşmak yerine "biz" kelimesini lügatına katması "empati kurması" zaman alıyor. İlk yıl zorlandığımı söyleyebilirim. Sanırım mutlu olmanın sırrı o konuyla ilgili çok düşünmemek, şöyle olursa böyle olur diye olmamış şeylerle ilgili kafa yormamakta gizli, akışına bırakmak,anı yaşamak gerekiyor. "


Dürüst olmak gerekirse, bu yorumları okurken içim rahatlamıştı. Annelik için hep derler ya, doğurana kadar kendini hazır hissetmezsin diye. Evlilik de öyle bir şey galiba, diye düşünmeye başlamıştım. İşin daha ötesi evlenmek istemeye başlamıştım, hiç bilmediğim bir alanı da deneyimleme aşkıyla! Malum ben her şeyi denemek, yaşamak isteyenlerdenim.

Derken...

Tak, bir erkek tarafından yazılan tek yorum geldi, Bilal'den: 

" Temizlik, yemek, bulaşık, çamaşır, ütü gibi hiçbir ev işi için evlenmeye ihtiyacım yoktu. Kabul etmek gerekir ki günümüzde sevişmek için de evli olmaya gerek yok. Sadece çok sevdiğim için evlendim. Büyü bozuldu mu? Evet. Evlilik aşkı öldürüyor mu bilmem, ama aşkın öleceği varsa evlilik bunu kesinlikle hızlandırıyor. Öte yandan aşkın ölmemesi mümkünse evlensen de ayrılsan da içinde yanmaya devam ediyor.  Standart hayat felsefeleriyle evliliğin yürüyebileceğini sanmıyorum. Ayık kafayla çekilmez yani. Zaten bir zamandan sonra içmesen de hep 50 promil gezmeye başlıyorsun evde."




Üzerine missipisi, resmen yazı olarak koysam konulacak kadar güzel bir yorum ekledi. (Yorumları aynen copy-paste yapmak istemedim buraya, merak eden, iki aşağıdaki yazıya bakabilir.) 

Daha adamla tanıştığı ilk gecede "Bununla hayat geçer" demiş ve aklında hiç öyle gelinlik, düğün dernek hayali yokken, evlenmiş. Ve aşık ve mutlu. Diğer yandan gerçekçi de.


"Bu 1.5 yılda anladım ki, evlilik dünyanın en zor şeyi. Cidden bak. Aynı evin içinde, kardeşine katlanamadığın, annenle anlaşamadığın anlar oluyor. Onların hepsi senin canın. Ama bu adam, elin adamı. Gerçekten öyle. Bazen öyle bunalıyor, öyle yalnız kalmak istiyor ki insan. Dünyanın en koca yatağı da olsa, o yataktaki adam keşke olmasa istiyorsun. Kendine katlanamıyorsun çünkü o anlarda. İşte o anlarda, sevginin galip gelmesi lazım. Adamı çok fazla sevmen lazım.

Yani çok kısaca söyleyeyim. osuruğunun, ağız kokusunun, çamaşırları makineye atarken onun donunun seni rahatsız etmediği bir adam bulursan, bir de ona aşıksan, bence hayat onunla geçer."

Ayrıca missipisi'nin yorumunda en çok şu kısmı beğendim: "O kadar çok çift var ki tanıdığım, evlendikten sonra, her şeyi birlikte yapan. o da insanı sıkar. bunaltır. ben mesela, gece dışarı genelde tek çıkıyorum. kız kıza. çünkü sevmiyorum eşimle gece bara gitmeyi. o da sevmiyor. yine tatiller konusunda, her tatile eşle gidilmemeli bence. bazısına çok uç gelebilir. ancak biz yılda bir kez birlikte tatile çıkıp, birer kez de arkadaşlarımızla tatile çıkıyoruz. bunlar da ilişkinin nefes aldıran kısımları kesinlikle."

Bu benim hep savunduğum bir şeydir. Sadece evlilikler için değil, ilişkiler için de. İki insan sırf bir ilişki yaşıyor diye her şeyi birlikte yapmaya başlamamalı.

Çünkü iki insan her şeyi birlikte yaparsa birbirlerine anlatacak bir şeyleri kalmıyor. Birbirlerinden ayrı da zaman geçirmeliler ki, anlatacakları hikayeleri olsun. Tabii ki bunun da dengesini iyi sağlamak lazım. Birlikte de yaptıkları tek şey, birbirlerinden ayrı zamanlarda yaptıklarını birbirlerine anlatmaktan ibaret olursa, o ilişkiden bir halt olmaz. 



Ve BERNACAN'ın yorumu gerçekten güzel bir son oldu: 

"Aslında neden evlendiğin de önemli galiba biraz. Ben hiçbir beklentim olmadan evlendim. Birlikte birşeyler yapmak istedik. Hayallerimize birlikte yön vermek, hayatın zorluklarıyda birlikte savaşmak, beraberce bir hayat kurmak. Mutlu olmamızın tek sırrı da, hala aynı hayalleri paylaşıyor olmak sanırım. Hayallerimizin bir kısmı gerçekleşirken, üstüne yenileri eklendi."

Dip Not: Hepinize çokçok teşekkür ederim. Benim bu konuda yazdıklarım, dışarıdan bilmeyen bir göz olarak kalıyordu. Mecburen. Sayenizde insider bilgi ve tespitlerimiz de oldu. Yorum olarak paylaştığınız için, yazıya eklerken ek bir izin almaya gerek görmedim. Umarım hep şimdiki kadar mutlu kalırsınız, yaşlı ve tatlı evli çiftlere dönüşürsünüz. :)


24 Eylül 2012

Yanni Baba'nın, leziz mezelerin, bastonla denize giren yaşlıların tasarım kasabası: Lesvos! (Midlilli)

Tatilin son günü olmasının hüznü ve annemin doğum günü olmasının coşkusu bir arada varıyoruz Midilli'ye.




Hangi adaya ayak basarsak basalım, ilk önce denizin yolunu tutma adetimizi bozmuyoruz. Bir taksiye yanaşıyoruz, "Güzel bir plaja götürür müsünüz bizi?" diye soruyoruz. Taksici el kol hareketleriyle, çok yakında yürüme mesafesinde bir tane plaj olduğunu anlatıyor bize.

Şaşkınız.

Bizim bildiğimiz taksiciler, alır en uzaktakine götürür, bir güzel kazık atar. 




Limandan yürümeye başlıyoruz, Özgürlük Anıtı'nı geçtikten sonra, taksiciden sonraki ikinci şoku yaşıyoruz: Bastonla denize giren yaşlı teyze ve amcalar var!

Bastondan destek almadan yürüyemiyorlar; ama yine de sabah uyanmış mayolarını giymiş denize gelmişler! Böyle güzel bir şey ben daha önce hiçbir yerde görmedim. İmreniyorum. Ben de yaşlandığımda böyle olmak istiyorum, diye düşünüyorum. 

Herşeyden elini eteğini çeken klasik yaşlıları pek sevmem. Çatlak babaanneler, dedeler favorimdir. Sokakta elele tutuşmuş, fötr şapkalı yaşlı adamlar ve inci kolyelerini küpelerini takmış pırıl pırıl giyinmiş yaşlı kadınlar gördüğümde; metroda espadrilli bronz tenli dedeler gördüğümde içim erir. Avrupa benim için sosyal hayatın içinde yaşlı insanlar görmektir, şık sokak cafelerinden ziyade... 

Babannesinden surf yapmayı öğrenen, playstationda level atlamadan yemek vermeyen dedelere sahip çocukları da kıskanırım. Net.

Ama bastonla denize giren yaşlıları ilk defa görüyorum. 





Girdiğimiz plaj gıcır gıcır, tertemiz. Tam 3 euro, öğrenci 1 euro!

Büyük bir keyifle güneşlenmeye başlıyorum, sonra berrak denizin cazibesine kapılıp, deniz gözlüğümü kapıp iskeleye gidiyorum. Su buz!! O yaşlı kadın ve adamlardan cesaret alıyorum, "Ayıp Sezen! Hadi, bak onlar şıpır şıpır yüzüyor, sen nasıl giremezsin?!" diyerek.



Biz çok erkenciyiz, cankurtaran bile bizden sonra geliyor. Elinde bir süpürge, kendi kabininin yerlerini süpürüyor, sonra tozlarını alıyor. 

Soyunma kabinleri desen, bizde elli euroya yakın para verip girdiğimiz plajların kabinlerinden temiz. 




Yunanistan krizde, temizliğe ayıracak bütçesi yok, sabah akşam sokakları süpüren insanlar, yıkayan makineler yok. Ama nasıl temiz! İnsanların bilincine hayran kalıyoruz.



Öğlene kadar denizde keyif çattıktan sonra, marinada yürüyerek, gezeceğimiz turistik yerlere karar veriyoruz. Meryem Ana Kilisesi'ne şüphesiz gideceğiz. Bizim ailede Ege'deki Meryem Ana Kilisesi çok anlamlıdır. Annem anneannemin orada dilediği dileği ile doğmuş, annem bana hamile kalamıyorken beni orada dilemiş, ben  hukuk fakültesini kazanmayı orada dilemişim... Hepimizin yeni dilekleri var, ama en çok annemin yeni yaş dilekleri var. Doğum gününde dilek dilemek için daha güzel bir adres olamaz. 




Meryem Ana kilisesinden sonra, lokal mağazaları geziyoruz. Annem bir şeyler alırken, babam devreye giriyor. "Sizin misafiriniz gelse, onları yemeğe nereye götürürsünüz?" diye soruyor mağaza sahiplerine. "Kaldırimi" diye telaffuz edilen bir yer tarif ediyorlar bize.

Gidip bir kahve içip ortamı yoklayalım, tarihi gezimize devam ederiz, seversek öğle yemeğini orada yeriz, diyoruz.




Gezdiğimiz Yunan Adaları'nda leziz yemekler ve deniz ürünleri yedik. Kardeşim bir önceki gece hepimizin dilinin ucundaki şeyi kelimelere döktü: "Bu gezide bir meze sofrası eksik kaldı. Ben Yunan Adaları planı yaparken, hep muhteşem mezelerle donatılmış masalar hayal ediyordum, hiç öyle bir yere denk gelemedik." diye. Hemfikiriz;  son durağımızda mutlaka leziz mezeler yemeliyiz! 



Sora sora buluyoruz Kaldırimi'yi... Sokak arasında masalar atılmış, sağ taraf restoran, sol taraf kahve. Tabii ki bir frappe söylüyorum. Starbucks'ın ice latte'sine on basan frappe'ler Yunanistan'da her kahvede ve çok leziz. 




Biz sohbet ederken, mekanın gediklisi olduğu her halinden belli bir adam, bizimle akıcı bir şekilde Türkçe konuşmaya başlıyor. Yıllarca Türkiye'de yaşamış ve çalışmış olduğunu anlatıyor. Sohbet gittikçe koyulaşıyor. Şimdi burada bir kuruyemiş dükkanı olduğunu ve karısının da Midilli'de maliye müdürü olduğunu anlatıyor. Ortaklıklar, kesişmeler derken, bizim sohbetimize katılıyor: Yanni Baba!

"Tabii ki yemeği burada yemelisiniz! Parmaklarınızı yersiniz. Sakın ola başka yere gitmeyin" diyor. Bizi, babaları öldükten sonra, mekanın işletmesini devralan anne, kız ve oğulla tanıştırıyor. Anne mutfakta, oğlan kahve olan bölümde, kız serviste! 




Turistik gezimizi yapıp, gelene kadarki süre için, oturduğumuz masaya "rezerve" konuluyor. Yoksa yer bulamazmışız. 

Kahvelerimizi içtikten sonra, geç bir öğle yemeğine kadar Midilli sokaklarında geziyoruz. Sokaklar tasarım bir kasaba gibi. Renkler muhteşem, modern ve klasik tezatı harika.







Sonra Yanni Baba ile Kaldirimi'de buluşuyoruz tekrardan.

Lezzet şovu başlıyor! 





Börülce salatası, kabak çiçeği dolması gibi bilindik lezzetlerin dışında, tavada Midilli peyniri ve ızgara kabak çiçeği dolması gibi daha önce hiç tatmadığımız şeyler geliyor soframıza.

Annem ile kardeşim Ouzo içelim derken, ben kahve içerken buzlukta gözüme kestirdiğim şeyin ne olduğunu soruyorum. "Retina" cevabını alıyorum. Reçineli taze şarap! "Tatmadıysanız mutlaka tatmalısınız." diyor kız ve sonra babamla benim mideye indirdiğimiz retina şişelerine yetişemez oluyor. Beyaz şarap gibi, ama değişik bir aroması var. Mezelerle de muhteşem gidiyor. 



Saatlerce yiyoruz. Uzun zamandır yemediğim kadar çok, uzun zamandır keyif almadığım kadar keyif alarak yiyorum. Hepimiz zevkten dört köşeyiz. 

Hesapta Yanni Baba'nın torpili mutlaka vardır, ama yine de şaka gibi bir hesap geliyor. Dört kişi, şişelerce retina ve ouzo dahil 60 euro ödüyoruz. 


Sonra İstanbul'a döndüğüm gün, House Cafe'de vasat bir salata ve iki biraya 80TL verdiğimde, evde yemek yapmaya başlamaya karar veriyorum zaten. 






Hesabı ödüyoruz, ayaklanacağız 90lı yaşlarda bir dede geliyor. Büyük bir coşkuyla karşılanıyor. İstisnasız her gün öğleden sonra gelirmiş buraya, bir şişe rakısını içermiş. "Benim kalbim çok temiz, çünkü onu her gün rakıyla yıkıyorum" sözü geliyor aklıma. Kim söylemiştim hatırlamaya çalışırken, dede, bizim İstanbul'dan geldiğimizi öğreniyor. Yunanca "Dünyanın en harika şehri" diyor, sarılıp öpüyor hepimizi tek tek. 


Yanni Baba, bizi İstanbul ve Adana'da ziyaret etmeye söz veriyor, biz de tekrardan Midilli'ye gelmeye... Sonra onun kuruyemiş dükkanına gidiyoruz.





Ben sanıyorum ki, minik kendi halinde bir dükkan olacak. Tarihi eser niteliğinde, içi inanılmaz şık döşenmiş bir dükkan karşılıyor bizi. Yanni Baba'nın oğlu ile tanışıyoruz, babam çocuğa "Galatasaray"ı öğretirken, biz Ouzo, Retina ve Mastika Likoru alıyoruz.



Elimiz kolumuz poşetlerle dolu, tam çakırkeyif halde gemimize geri dönerken, annem bunu hayatındaki en güzel doğum günü ilan ediyor.

Güvertedeki havuz başına çıkıyoruz hemen güneşin son saatlerini değerlendirmek için, saçımızda deniz tuzu, tenimizde güneş, dilimizde Midilli ve Yanni Baba... 

20 Eylül 2012

"Bu sefer ben de arıza cıkaramayacak kadar yogun olacagım, merak etme" dedim ve Lale Kart aldım!

Hep savunduğum bir şey var, insan miskinleşmeye bir başladı mı, evden çıkmak, arkadaşlarıyla bir kahve içmek  bile zor gelmeye başlıyor.

Her şeye üşeniyor.

Hiçbir şey yapmadan, saçma sapan bir şeye takılıp saatler geçirebiliyor.

Tam aksine, insan yoğun bir tempoya girdi mi de, öyle bir ruh haline giriyor ki, beş dakika boş dursa huzursuz oluyor. O yüzden hiç boş kalmayacak şekilde planlıyor hayatını. Her şeyi aralara sıkıştırıyor, her şeye vakit buluyor.

Ben iki ruh halini de yaşadım.
Aynı insan, aynı karakter, tamamen iki farklı ruh hali...

Ve ruh hali insanın bütün hayatını değiştiriyor. Çünkü olaylara bakışın, olup bitenleri algılayışın farklı oluyor.

Mesela ben miskin olduğum dönemde, bir sürü boş vaktim olmasına rağmen, ne yemek yapardım, ne kendimi geliştirecek bir şeye odaklanırdım. Ivır zıvır işlere saatler harcardım. Bir de gereksiz çok düşünür, her şeye inanılmaz çok takardım. Takılmayacak şeylere bile...



Şimdi yoğun bir dönemdeyim ve ironik bir şekilde her şeye yetecek kadar vaktim de enerjim de var. Bir şeyler yaptıkça daha çok şey yapasım geliyor.

Çalışıyorum, geziyorum, evde yemek pişiriyorum, kendime bakıyorum, sık sık blog yazıyorum, arkadaşlarımla görüşüyorum, roman ve dergi okuyorum, Mr. Prozac'imle vakit geçiriyorum... Ivır zıvır işler de aralara derelere bir şekilde sıkışıyor. Mesela duruşmadan çıkmış ofise giderken, tamir edilmesi gereken ayakkabılarımı lostraya bırakıveriyorum; e-maillerimi sabah ofise giderken yolda okuyorum, metrodan eve yürürken arkadaşlarımla telefonda konuşuyorum, ocakta yemek pişerken gündüz araya 389987 tane telefon konuşması ve e-mail girdiği için yetişmeyen dilekçelerimi yazıyorum...

Çünkü boş durmayı unuttum, boş durunca huzursuz oluyorum.

Böyle olunca da, başka zaman takabileceğim şeyleri düşünmeye bile fırsatım olmuyor. Kızsam da, üzülsem de, kırılsam da, geçiyorum, yapmam gereken şeyleri yaparken onu unutuyorum. Bir rahat bir neşeli ruh hali, “Amaaan napalım yani?” tavrı anlatamam.

Bu aralar, Mr. Prozac ile ikimiz hayatımızın oldukça yoğun bir dönemine başlıyoruz. Onun doktora macerası, benim yüksek lisanta mazoşistlik sınırında sayılabilecek kadar çok ders almış olmam, ofislerimizdeki iş yoğunluğu, annelerimizin evinden bizim himayemiz altına gelen üniversiteye başlamış kardeşlerimiz, onun takıntılı sayılabilecek kadar sık yaptığı sporu, benim fırsat buldukça gittiğim yogam...

Oturup düşününce birbirimizi ne zaman nasıl göreceğiz sorusunun cevabını veremezken, tamamen tesadüfen ikimizin de çarşamba günlerinin derssiz kalması gibi süprizler işimizi kolaylaştırıyor.

"Biz bu dönemi atlatabilirsek, bize daha bir şey olmaz." dedi Mr. Prozac. Hatta bu cümlesini farklı konuşmalarda iki veya üç kez daha hatırlattı bana. Biliyor çünkü beni, geçen sefer sırf bu sebeple, benimle yeteri kadar ilgilenmiyor diye pire için yorgan yakmıştım çünkü.

Benim bir ilişkiyi sürdürebilmem için karşımdaki adamın beni sevdiğini, beni özlediğini, beni hayatında gerçekten istediğini bilmem lazım. Sözlü olarak karşıma oturup bunları söylemesine gerek yok, anlarım zaten bana bakışından, beni aramasından, bana attığı mesajdan, ne kadar sonra bana cevap yazdığından, beni ne kadar planlarına dahil ettiğinden, benimle birlikte bir şeyler yapma hayalleri olup olmamasından... Tabii bunları anlayabilmem için de adamı görmem lazım, konuşmam lazım, birlikte bir şeyler yapabiliyor olmam lazım.

Adamın beni hayatında gerçekten istediğini bildiğim sürece de dünya tatlısı bir sevgiliyimdir, her şeye uyarım, kıskançlık yapmam, her yerde eşlik ederim, her role girerim. Ama bunu yeteri kadar hissedemediğimde, arızanın ve cadalozun önde gideni oluyorum; hatta adam daha ne olduğunu anlamadan, ben "Herşey için teşekkür ederim tatlım.” diyip hayatından çıkıp gidiyorum. Mr. Prozac beni tanıyor, bunu bir kere yaşadık çünkü, yıllar önce.

Bu sefer başından oturup açık açık konuştuk. O beni yoğun olsa dahi ihmal etmemeye söz verdi, ben gerçekçi olup arıza çıkarmamaya.

"Bu sefer ben de arıza çıkaramayacak kadar yoğun olacağım, merak etme" dedim.




Ajadamın sayfalarına bakıyorum, gerçekten de öyle olacakmışım gibi görünüyor. Sadece işle okulla dolu değil, güzel şeyler de var ajandamın sayfalarında.

Mesela bugün Lale Kart aldım. Sonunda! Yıllardır niyetlenip de ertelediğim bir şeydi. Film Ekimi bahanem ve gaza getiricim oldu. Lale kartınız yoksa da, biletler cumartesi günü genel satışa çıkıyor:

İşte benim şimdilik izleyeceklerimin listesi: 

Havana'da 7 Gün / 7 Dias En La Habana:

Havana, müzikler ve İspanyolca bile yeter bence!
Üstelik Emir Kusturica bu sefer oyuncu.




W.E:

"- Are you trying to saduce me? - Is it working?"

"Attractive, my dear, is a polite way of saying a woman's made the most of what she's got."

Madonna ne yapsa, oluyor. Peki ya senaryo yazarsa, kıyafetleri tasarlarsa ne olur?

İzleyip göreceğiz, ama fragmanından bakınca oldukça zevkli bir şey çıkıyormuş ortaya gibi görünüyor. En azından bir görsel keyif olacağı kesin. 





Dördüncü Kuvvet /  Die Vierte Macht:

Hiç bir tavsiye listesinde olmamasına rağmen, sırf Soul Kitchen'dan sonra sevdiğim oyunculardan biri haline gelen Moritz Bleibtreu'nun hatırına ve bilet aldığım bütün diğer filmlerin yavaş seyrini kırmak adına izleyeceğim bu filmi ve beklentim yüksek!





Aşk / Amour:

"Aşk ve ölüm... Peki arada ne var?"


Bütün film tavsiteleri listelerinde istisnasız bu film bulunuyor. Cannes'ta Altın Palmiye'yi kapmış. Fransız filmlerindeki "son" eksikliği muhtemelen canımı yakacak olsa da, bize henüz uzak olan yaşların ilişkisini görmek değişik bir deneyim olacak gibi geliyor.

Üstelik de bu filmin fragmranındaki son, bana sokağımda yaşayan ve kocasının öldüğünü bir türlü kabul edemeyip, her gece sokakta onun adını bağırarak kocasını arayan yaşlı komşumu hatırlattı. Sırf onun hatırına bile izlerim!





Acı / Pieta: 

"Zalimliğimiz ve para hırsımız yüzünden birbirimize inancımızı kaybetmiş olabilir miyiz?" 

Kim Ki-Duk'un Boş Ev'i benim en favori 10 film listemin başlarında yer alır. Hala. Hep. Uzakdoğu'ya olan ilgimin başlamasına neden olan yazarlar ve yönetmenlerden de biridir. O yüzden şiddet sahneleri yüzünden eleştirilmiş olsa da bu film, filmekimi kapsamında izleyeceğim filmlerden biri.




Listemde yarın biletlerini almayı planladığım 5 film daha var.
Bu arada 25. yaşımı da devireceğim, bol bol bol bol film izleyerek muhtemelen.

Ben başkalarının tavsiylerini umursamam, kendi filmlerimi kendim seçerim derseniz filmekiminin programı ve filmler için tık!

Keyifle kalın. Yepyeni şeyler düşündürecek, ufuk açacak şeyler yapmayı ihmal etmeyin.

Dip Not: Bir önceki evlilik yazısına gelen yorumlara bayıldım. Müdahale etmemek için bir şey yazmıyorum şimdilik. Sırf gelen yorumlardan bir yazı yazacağım en kısa zamanda. Evlilik mevzuu, bekarlar kadar hali hazırda evlilerin de kesin şöyle diyemediği bir konuymuş anlaşılan. :) Öperim! 

Pinterest'im

Instagram'ım