29 Aralık 2010

Aşkla seyahatle dedikoduyla hukukla alkolle koca bir sene daha devirdik iyi mi?

Her yeni yıla girerken yepyeni kararlar alanlardandım ben de. Listeler hazırlar,  erteleyip durduğum şeylere el atma konusunda kendi kendime söz verir ve yeni yılın daha ilk ayı bitmeden de hem listeyi hem de kendime verdiğim sözü unuturdum.

2010 yılı başlarken (tam olarak sağdaki gibi görünüyordum :) ) kendi kendime bambaşka bir söz verdim. Bu sene yapılacak işler listesi hazırlamayacaktım. Sadece bütün bir yıl boyunca hiçbir şey yapmadan tek bir gün bile geçirmeyecektim. Tabii ki keyif çatmalar "hiçbir şey yapmama"ya dahil olmayacaktı. Ne de olsa keyif veren tembellikleri arada sırada olduğu sürece çok faydalı bulanlardanım ben.

Ve 2010 yılının sonuna geldiğimizde,  geride kalan günlere bakıyorum ve tereddüt bile etmeden çok güzel bir yıl geçirdim diyebiliyorum. Hayatımdaki en güzel en dolu dolu geçmiş sene oldu demek bile yerinde olur hatta.

Öğrencilik yıllarımı olabilecek en dolu dolu şekilde geçirdiğimi inkar edemem. Bu yıllarda hem bol bol seyahat ettim, hem farklı sektörlerde iş deneyimlerim oldu, hem harika insanlarla tanıştım, hem de gece hayatı konusunda bir dönem epey uzmanlaştım. Ama artık bu periyodun bitme zamanı gelmişti. 2010'un ilk çeyreğinde kahve ve çikolatadan oluşan bir beslenme menüsü ile yarasalar gibi gündüz uyku gece ders çalışma şeklinde yaşayarak İstanbul Hukuk Fakültesi'nden mezun olmam yılın en büyük olaylarından biriydi benim için.

Yine 2010'un ilk aylarında Young Guns projesinin bir parçası olma şansını yakaladım. Fikir olarak şahane olup, uygulama kısmında batan bu projenin ilk başlarında iş hayatına, sosyal medyaya ve pazarlamaya dair pek çok şey öğrendim. İş "ne bir şey öğrenebiliyoruz, ne de para kazanıyoruz" şeklinde zaman ısrafına dönüşmeye başladığında tatsızlaşmadan herkesin projeden elini ayağını çekmesi de isabet oldu. Sonuç olarak bana harika arkadaşlar ve bir sürü deneyim bıraktı.

Deneme yanılma yoluyla çalışmayı düşündüğüm bütün sektörlerde büyük hayal kırıklıkları yaşadıktan sonra, malesef oldukça yaygın olan avukat stajyeri = köle anlayışından fersah fersah uzak, kurumsallık konusunda gerçekten örnek alınası bir avukat ortaklığında çalışmaya başladım. "Avukatlık yapmayı düşünmüyorum" diyen ben, bu iş sayesinde "Kesinlikle yapmak istediğim işin avukatlık olduğuna eminim." der oldum. Tamamen tesadüf eseri başladığım bu ofiste yaklaşık 9 aydır gerçekten işimi çok severek çalışıyorum.


Hatta yıllık iznimin tamamını tamamen gönüllü olarak hukuka harcadım ve Europa University Viadrinna'da İnsan Hakları Hukuku Programı'na katıldım. Dünyanın her tarafından müthiş insanlarla gündüz son derece ciddi ders çalışarak, akşamları Polonya votkalarının dibine vurarak çok eğlenceli bir (kısa) öğrencilik de orada geçirmiş oldum. 

Bütün bunların arasında mezun olduktan sonra yapmak zorunda olduğum stajımın da bütün sıkıntı ve disiplin kurulluk oluşlarıma rağmen, ilk periyodunun neredeyse sonuna geldim.


Bütün bunları yazınca sanki bütün senemi ders ve işle geçirmiş gibi oluyorum biliyorum; ama aslında hiç de öyle olmadı. Şubat ayında AEGEE'nin eventi ile Abant, Kartalkaya, Sapanca, Bolu'daydım, mart ayında Young Guns ekibi ile Eskişehir'e gittik, nisan ayında yaz sezonunu başlatmak için hala kahkahalarla andığımız bir sürü an yaşadığımız Büyükada kaçamağımızı yaptık, mayıs ayında kebaba yumulmak için Adana'ya gittim, yine aynı ay Polonya'da bir arkadaşımı İstanbul'da ağırladım, haziran'da kardeşimin doğum günü şerefine Çeşme'ye gidip yeni Babylon'u hayırladık, temmuzda Sapanca'ya bir huzur kaçamağı yaptım, yine temmuzda Dalyan Club'a dadanıp her haftasonu havuz keyfi yaptık, temmuzun son haftasonu Ağva'ya kaçtım ki bu da herhalde sene boyunca yaptığım en sarhoş en çılgın ve en anlamlı seyahat oldu benim için, ağustosta Sedef Adası ve Büyükada maceramız oldu tamamen spontane bir biçimde, ağustosta bir de Altınorfoz'a ailecek tatile gittik, ağustosun en son  haftasında Ağva ekibi ile birlikte Bozcaada yolları tuttuk, eylülde kapağı bütün engellere rağmen yurtdışına atmayı başardım ve Berlin, Frankfurt, Postdam, Slubice hattındaydım, kasımda süpriz katılımlarla birlikte Adana ve Hatay'da bir yemek turu yaptık ve aralıkta Aşk'ın doğum günü için Ada'daydık.

Böylece insanın seyahat etmek için tek ihtiyacı olan şeyin yeterli istek olmasını da kendime kanıtlamış oldum, çünkü bütün sene boyunca çalışıyordum ve bütün bu kaçamaklar haftasonu, bayram tatili, 19 mayıs, 23 nisan, 30 ağustos gibi haftasonu ile birleşen tatillerle yetinerek yapıldı.


Facebook'ta "Seminer Konferans Toplantı Duyuruları" grubunu kurdum ve "Nasıl her şeyden haberin oluyor?" diye sitem edenlerle ve hatta beni hiç tanımayanlarla haberdar olduğum etkinlikleri paylaşmaya başladım.

Chucha Boutique projesini hayata geçirdim, böylece dolabına sığamayan ama yine de giyecek bir şeyi olmayan dişiler arasındaki kıyafet döngüsüne benim de bir katkım olmuş oldu.

İstanbul'da da geceler evde pineklemekle geçmedi çoğu zaman. Kaç defa dışarıya çıktım, kaç yüz partiye katılımcı oldum bilmiyorum. Histanbul, Shopping & Fucking, Punk Rock, Malafa ve Mağara Adamı oyunlarını izledim. IAMX, Infected Mushroom, Nil Karaibrahimgil, Jay Jay Johanson, MFÖ, Caz Vapuru, Imogen Heop, Teoman, Medeski Martin & Wood, Scorpions, Parov Stealar ve Müslüm Gürses gittiğim konserlerden ilk aklıma gelenler. Taksim'de izlediğim birbirinden harika canlı performanslar da cabası.

Ha bir de bu arada Anadolu Yakası'ndan yeniden Avrupa Yakası'na göçtüm ve kendime sıfırdan bir yuva kurdum.
Son zamanlardaki uykuculuğumun nedeni de bütün sene boyuncaki uykusuzluğum olsa gerek! :)

2010 bana diploma, iş ve ev getirdi. Bunların hepsi öyle ya da böyle er ya da geç sahip olmayı beklediğim şeylerdi. Ama bir de Aşk getirdi ki, onun varlığından ben çoktan umudu kesmiştim! O kadar iyi geldi ki... Aradan aylar geçmesine rağmen, hala kapı zili çaldığında heyecanlanıyor olmak, bir insanın hem sevgilin, hem dostun, hem eğlence partnerin olabilmesi benim yazma kabiliyetimi aşar.

Tabii ki 2010'un her saniyesi kahkaha dolu her şey yolunda giderek geçmedi. Kaybettiklerim oldu, isteyip alamadıklarım oldu, göz yaşlarım aktı, umutsuzluğa kapıldım, sık sık isyan ettim, her şeyi bırakıp kaçmak istedim, yanlışlar yaptım, kırdığım insanlar oldu, çaresiz kaldığım anlar,  "Kendi kendime neler ettim boşu boşuna bir telaş / Kaç kere ölmek istedim ama sevişirken yavaş yavaş / Sabah oluyor yeni bir tuzak" diyen MFÖ'yü yüzlerce kez dinledim... Ve bu anlarımda hep kızlar yanımdaydı. En mahremlerimizi, en ağırından en basitine dertlerimizi bölüştük, devam etmek konusunda birbirimizden güç aldık... 2010'u onlarla kapatmak istedim o yüzden, yılbaşında hepimizin ayrı bir planı olması ihtimaline karşı biraz erkenden birlikte kutladık yeni yılı. Çok güzeldi. (Yukarıdaki fotoda o gece aramızda olmasına rağmen bir tane ayakta fotoğrafını yakalayamadığım için Sinem chucham yok malesef. Kendisini gecenin en kafası güzeli seçtik.)
Bir erkek arkadaşım da en az kızlar kadar derdimi çekti, gerçi onun hangimizin arkadaşı olduğu konusunda Aşk ile kavga ediyoruz. Kendisi bizi bırakıp Tayland'a yerleşmeye karar vermiş olsa da :)) 

Ve bu blog... Her başına oturduğumda beni aldı götürdü başka diyarlara, en güzelinden ruh hallerine...
En başta ne halt yiyor olursam olayım arkamda olduklarını bildiğim ve hissettiğim ailem olmak üzere, bu yılıma kenarından köşesinden bulaşan herkese gerçekten çok teşekkür ediyorum. Sizin için bu sene nasıl geçti bilmiyorum, kötüyse de üzerine bir kadeh devirin bir sigara yakın bitsin, yenisi başlıyor. Kendinize bütün sene boyunca elinizden gelenin en iyisini yapacağınıza söz verin ve inanın: 2011 çokçokçokçok güzel olacak!

24 Aralık 2010

"Bu şehirde ne varsa hepsi sana benziyor..."


 Tempo24'e yazdığım ilk yazılardan birinde "Müslümcü" olduğumu açıklamıştım. Enteresan mailler almıştım bu yazıdan sonra. "Kadınlığımı bastırmayı reddediyorum", "Prensle işim yok benim derdim öpücükle" gibi geleneksel kalıplara baş kaldıran yazılar yazdığım, bir yandan da Avrupa'daki seyahatlerimi anlattığım için modern ve hatta biraz geleneksellikten uzaklaşıp yozlaşmışlıktan nasibini almış bir genç kız profili çiziyordum ve bazı kişiler Müslüm Gürses dinliyor olmamı bana "yakıştıramamışlar"dı. Bazı kişiler de benim gibi "Müslüm Gürses"in apayrı bir kategoride olduğunu, değil arabesk türkçe sözlü şarkıya bile tahammül edememelerine rağmen Müslüm Gürses'in şarkılarını bayıla bayıla dinlediklerini söylüyorlardı.

Müslüm Gürses'i yaptığı müziğin dışında da beğenirim ben. Genellikle dalga geçmek ve açık yakalamak için kendisine sorulan siyasi, felsefi konularda çok güzel cevaplar vererek karşısındakini dumur etmesine bayılırım bir kere. Ayrıca bir zamanlar "Müslüüüüm anamı s.k babam ollll!"diye haykırıp kendini jiletleyen bir dinleyici kitlesine sahipken, bugün bizim nesile de bizim dinlediğimiz şarkıları kendi yorumuyla hayran bıraktırarak dinletebiliyor olması da bence çok büyük bir başarı.



Özetle ben Müslüm Gürses'i hep severdim, ama benim için sonra çok daha özel bir anlam kazandı: Gerçekten Aşk, tesadüfleri seviyormuş ve ben, "Aşk"ım ile iptal olan Çubuklu Hayal Kahvesi'ndeki Müslüm Gürses konseri sayesinde tanıştım. Ve böylece Müslüm Gürses bizim için ayrı bir anlamlı oldu.


Dün gece de 44'44 Project'in Ghetto'da yaptığı Pavyon Gecesi vardı. Ortada ne kadife perdeler vardı, ne kolonya dağıtan kızlar. Ghetto pavyona dönmemişti, aynen bildiğimiz Ghetto'ydu; ama Müslüm Gürses şahaneydi. Bir kere daha canlı canlı gördüm, Müslümcü kitlenin çeşnisini. Her yaştan insan vardı içeride, takım elbiselisi de, jean giymişi de...

Şahane konserden sonra, sahnede Günah Keçisi diye bir fragman dönmeye başladı. Eski Türk filmlerinin bütün kötü adamları bir aradaydı bu fragmanda. Ve ardından Şahin K, evimizin ( = Taksim :) ) pek sevgili DJ'i Görkem ile birlikte DJ kabinine geçti. Dansları ile bize çok eğlenceli bir gece yaşattı. :))

Müslüm Gürses'in son albümünden bir Şebnem Ferah cover'ı da benden size gelsin: 


Müslüm Gürses - Sigara 2010 Orijinal Klip
Yükleyen MDteam. - Diğer müzik videolarına göz atın.

21 Aralık 2010

2010 ruh hallerimin bilançosu

Facebook'ta "My year in status" diye bir application var, bir sene boyunca yazmış olduğunuz iletilerden seçtiklerinizi ardarda diziyor. Ruh halleri arasında yolculuk, sağdan soldan yaptığınız alıntıların güzel bir kolajı oluyor, ben çok sevdim. Üstelik de yazıp unuttuğum pek çok şeyi toplu halde bulmak çok güzel oldu.


Bazen çok uysal ve evcil olmuşum "şu anda hayattan tek beklentim sıcacık mis gibi tarçın kokulu bir sahlep" veya "sırtına güneş vurmuş kedi mutluluğu" gibi huzur çağrıştıran iletiler yazmışım.

Bazen de tam tersine inanılmaz bir enerjiyle dolmuşum, gezmişim, çalışmışım, yazmışım: 
"Hepiniz ayağınızı denk alın, yarın son sınavıma girip biraz dağ havası soluyup bahar sezonunu başlatıyorum"

"Şubat ne güzel ay! if film festivali, istanbul fashion week, aşk günü, kartalkaya, kapadokya, tek ders sınavı, Young Guns'ın şaha kalkışı..."

"Güne 6da başlamak, iki işte birden çalışmak.. uyku? beni terk ettiğin için mutluyum."

"Haftanın 8. günü de varmış, üstelik 36 saat sürüyormuş."

" Hayat ellerine sağlık beni de büyüttün. Canı sıkıldıkça birkaç tekila shot atıp sabahlara kadar dans ederek kendine gelen ben artık bangır bangır müzik açıp çarşaf değiştirip yer silerek rahatlıyorum."

"Yine bana geldiler: film festivaline gidelim, bozcadaya gidelim, unifestlere gidelim, açık hava konserlerine gidelim, buz gibi biraları tokuşturalım, bronz tenli olalım, en lezzetli dondurmalar mideye insin, eve hiçhiçhiç girmeyelim istiyorum"

"Rezervasyonsuzlar ağva'da serisinin devamı 'cemgü neyaptı' rehberliğinde bozcada yalnızca saatler sonra başlıyor."

"Daha bronz, daha sarışın, daha sıkı, daha yazlık, daha uykusuz."

" Sabah erkenden işe gitmesi gereken iki deli, gecenin dördü, yağmurlu havada sahil, bitmeyen muhabbet, tiramisu, beyaz şarap ve david garett"

"gözüme votka kaçtı"

" cumalara, tekila shotların 1,5 euro, haftasonu grup tren biletlerinin 5 euro olmasına, Berlin'de sabaha kadar dans eder, oradan hoop başka şehre geçeriz fikrine kimsenin itiraz etmemesine hastayım"

"adrenaline junkie! bungee jumping filan hikaye. koyun bakalım aşk defterinizde milat olan bir adamla babanızı aynı eve, görün adrenalini"

" HUDOC, kahve, facebook, l&m mint stick, universite, uykusuzluk = moot court hazırlıkları"

" cuma günlerinin, güzel ayaklı güzel ayakkabılar giyen kadınların, duştan yeni çıkmış gibi kokan adamların, kaslı kolların, beyaz t-shirtların, günün ilk birasının hastasıyım."

" bir şişe viski, bir şişe tekila, yıllar sonra şişe çevirmece: kahkahanın ve kafanın dibi."

"bütün gün güneşlenerek çeşitli kadın dergileri okumaya alışmışken, kendini pat diye ofiste bilirkişi raporları ve dava dosyaları karşısında bulmak! nescafe kesinlikle kutsal bir şey"

"bir kadına söylenebilecek en güzel laf: Hadi alışverişe gidelim!"

" evet. yaptım. harcadım. kaçtım. içtim. eğlendim. saçmaladım. olabilir. o da olmuş olabilir. sefam olsun."

" trene atlayıp gidip durmanın bilinmeyen cazipliğiyle, aidiyet hissettiğin her şeyi özlemeye başlamanın çelişkisi. hayat ne kadar karışık, alkol ne kadar kurtarıcı."

" erkek düşünür ve yapar, kadın gülümser ve alır." 

" ağır ceza stajı gözlemlerim:  istanbul'daki kır saçlı, hala yakışıklı orta yaşlı Richard Gere'msi adamların hepsi tutuklu. neymiş? çıtırlardan aynen devammış."

" boşanma konusunda araştırma yaparken bir hukuk forumuna düşerseniz görüyorsunuz ki, kimse boşanıyor olmanın derdinde değil. Erkekler daha nafakaya hükmedilmeden 'nafakayı nasıl indiririm'in, kadınlar 'ne zaman yeniden evlenebilirim'in derdinde. hayat, ne kadar komiksin."

 
Bir de tabii ki okuduğum kitaplardan, şarkı sözlerinden, izlediğim filmlerden, orada burada hoşuma giden laflardan alıntılar yapmışım. Birbiriyle alakası olmayan, 2010 yılının çeşitli zamanlarında iletim olmuş onlarca güzel söz huzurlarınızda:

"more tequila, more love, more anything. more is better"

"Bakma gör, koklama nefs et, yeme lezzet al, dokunma hisset." (Barbaros Şansal)

"Kadınlar yalnızca kendilerine yapılanlara değil, yapılmayanlara da sinirlenirler." (Ahmet Altan)

"Kendimle çelişiyor muyum? ne güzel, kendimle çelişiyorum. Çok genişim demek ki içimde her şeyden var."

"21. yüzyılın modern ve bekar kadınları olarak kırmızı gece lambasını mum ışığına, ucuz birayı yıllanmış şaraba, evinde diş fırçamızı bırakmayı romantik aşk sözcüklerine tercih eder mi olduk; yoksa gün geçtikçe yüzyılın romantizm dilencileri haline mi geliyoruz?"

"Life isn't about finding about yourself. Life is about creating yourself." (Bernard Shaw)

"Be yourself, everyone else is already taken." (Oscar Wilde)

"My life has no purpose, no direction, no aim, no meaning, and yet I'm happy. I can't figure it out. What am i doing right?" (Charles M. Schulz)

"There are some days when I think, i'm going to die from an overdose of satisfaction." (Salvador Dali)

" Hayatım içimden geçen cümleler içinde geçti."

"Çünkü bilirsin rakı içen kadın, herkesle rakı içmez ve seninle rakı içiyorsa, senin için kalbinde en az yüz elli mterekare yer vardır."

" Bir anarşist gibi hissediyor, bir aristokrat gibi acı çekiyor, bir küçükburjuva gibi kaçıyorum."

" Kaç filme yarısında girdin, kaç filmin yarısında çıktın; kaç aşka süpriz başlangıç yaptın, kaç aşkın ortasında bir 'game over' hissi kapladı içini?"

"Kutsal melekler ısırır, öksürür ve ağlarlar... Dönme dolaplara binerler, pamuk helva yerler ve de hiçbir şey hatırlamazlar."

" Aşk ve hukuk aslında çok benziyor: Kavram olarak romantikler, ama uygulamada her ikisi de adamı hasta ediyor."

" Bizden bir yol olmaz, yırtık kalp dikilir mi? Bak yine bombok olduk seviyorum seni!"

" Good night everybody, good body everynight."

" When you're happy like a fool, let it take you over!*"

" Sometimes you climb out of bed in the morning and you think, I'm not going to make it, but you laugh inside, remembering all the times you've felt that way." (charles bukowski)

" i want to spend the rest of my life everywhere, with everyone, one to one, always, forever, now."

14 Aralık 2010

Allah kimseyi rakısız, Brezilya fönsüz bırakmasın!

Malum geçen hafta Dünya Rakı Haftası'ydı, o yüzden rakı duasının son dizesi yazının başlığı oldu.
Ama ben anlatmaya Brezilya Fönü'nden başlayacağım, çünkü blogta bundan bahsettiğimden beri  memnun olup olmadığımı, nasıl yapıldığını ve saçımı yıpratıp yıpratmadığımı soran mailler alıp duruyorum.

Annem "Brezilya Fönü diye bir şey yaptırdım, mucizevi bir şey. Hemen sana da yaptıralım." demeseydi muhtemelen ben böyle bir şeyi duymuş bile olmayacaktım. Dört gün boyunca hergün 1-2 saatinizi kuaföre ayırmanız gerekiyor ve bu süre boyunca saçınızı yıkamanız ve toplamanız yasak, o yüzden ben bayram tatilini seçtim yaptırmak için.

Birinci gün sıvı keratini, saçınızı incecik parçalara ayıra ayıra bütün saçınıza sürüyorlar. Çok ağır ve yoğun bir kokusu var. Biber gazı solur gibi oluyorsunuz, gözleriniz yaşarıyor ve genziniz yanıyor. Sonra yine saçınızı ince ince tellere ayırıp presliyorlar. Merak etmeyin, kuruduktan sonra o yoğun ve kötü koku da kalmıyor saçınızda.

Sonraki üç gün boyunca yaptıkları tek şey saçınızı tutam tutam ayırıp preslemek oluyor. Bu süre boyunca tek sıkıntı saçınızı yıkayamıyor olmak. Dördüncü gün son bir kere daha presledikten sonra arındırıcı bir şampuan ile yıkıyorlar saçınızı! Ta-da artık düz saçlısınız!

Yıpratma meselesine gelince; mesela ben haftada en az bir kere saçını presle evde veya kuaförde fön çektirerek düzleştiren biriydim. Bir aydır sadece yıkıyorum ve fönle kurutuyorum. Keratin zaten saça zarar veren bir şey değil, şampuanlar içinde keratin içeriyor diye reklam yapıyorlar bangır bangır. Benim saçım Brezilya Fönünden sonra daha sağlıklı oldu, yıpranmak şöyle dursun. 

Gerçekten düz mü oluyor saçım? Bana da her yıkadığımda saçım eski haline gelecekmiş gibi geliyordu, ama bir aydır iki günde bir yıkıyorum saçlarımı. Sabırlı olup fönle tarayarak kurutursam baya baya fönlü gibi oluyor, eğer ona üşenirsem ıslak saçla dolanırsam bile kesinlikle kabarmıyor. Fönlü gibi olmasa da yine açık bırakıp gezilebilecek bir şekilde kalıyor.(Bu yazıda daha aşağıdaki fotoğraftaki saçlarım mesela)

Özetle çok memnunum ben, saçımı şekle sokmak için uğraşma derdinden kurtuldum. Altı ay dayanır mı ondan emin değilim, hepbirlikte göreceğiz.

Yaptırmaya niyetlenirseniz de en pahalı en kokoş kuaförden ziyade en sabırlı en işi şişirmeyecek olanı seçin. Çünkü marifetten ziyade sabır isteyen bir işlem. Preslemeyi şişirirse büyük ihtimalle Brezilya Fönü'nüz sizi hayal kırıklığına uğratır. 

Kış geldi, ben gerçekten uykucu bir insan oldum; ama yine de bir şeyler keşfetmeye devam ediyorum.
Dünya Rakı Haftası kapsamında annem ve arkadaşları ile ben ve arkadaşlarım Samatya'da Ali Haydar Usta'ya gittik. Hani şu İkinci Bahar'ın Ali Haydar Usta'sına... Meze tabağı kötüydü, Antep Mutfağı'nda Amerikan salatasının işi neydi mesela anlayamadık biz. Ama Rakı Haftası konsepti ve muhabbetlerimiz şahaneydi. Üstelik de Samatya bu kadar zamandır İstanbul'da yaşayıp hiç bilmediğimiz bir yerdi, orayı da görmüş olduk.Rakı duamızı masamızın en büyüğü olan Haşim Abimize ettirdik, ilk kadehleri tokuşturduk. :)

İçelim ab-ı hayatı neşe saçsın bedene
Allah rahmet eylesin rakıyı icat edene
Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin
Allah kimseyi rakısız yere düşürmesin

Oradan çıkışta hoop Sibel Tüzün' e zıpladık. Son zamanlarda en eğlendiğim performansı karşısında şaşırdığım kişi oldu. Şarkı seçimleri çok güzel, 50'lerden 2000'lere kadar düzenli bir kronolojik sıra ile geliyor. En güzel espri de her şarkıda o döneme ait bir kıyafet giyiyor veya aksesuar takıyor. Mutlaka bir dinlemeye gidin derim ben.

Bu aralar iki konsere daha gittim ve ikisi de beni hayal kırıklığına uğrattı. Biri Jülide Özçelik. Yogitamın doğum gününde o çok seviyor diye konserine gittik. Şahane caz şarkılarının yerine Karadeniz türküsü benzeri şarkılar söyledi. Ama Cem Yılmaz'ın Av Mevsimi'nde söylediği gibi çok keyifli ve güzel bir türkü değildi. Hayal Kahvesi bu gece türkü bar olmuş, diye dalga geçti hatta Aşk. Biz de Jülide'yi bırakıp Arnavutköy'e Bodrum Mantı'ya gece gece mantı keyfi yapmaya gittik.
İzlediğimiz diğer konser de Teoman'dı. Ortam çok güzeldi, dopdoluydu, herkes hepbir ağızdan Teoman'ın şarkılarını söylüyordu. Ama Teoman'ın sesi, ondan önce dinlediğim konserine kıyasla gerçekten çok kötüydü. Teoman'ın hastasıyım ama sadece şarkılarını evde dinlerken.

Kış gelse de sokaklar da hala güzel.
Ama ev daha güzel. Hele ki güzel şarap, evde birbirinden çok sevilen iki misafir varsa...

08 Aralık 2010

Ada ada söyle bana var mı bizden romantiği?

Doğum günlerine olan ilgim ve onlara yüklediğim anlam her geçen yıl biraz daha azalıyor. Dışarı çıkmak ve parti düzenlemek için özel bir sebebe ihtiyaç duymayacak bir düzende yaşayan, hayatının olağan akışında sürekli bir partileme ve kadeh tokuşturma  hali olan insanların ortak kaderi sanırım bu. Doğum günümde bana muhteşem bir süpriz hazırlayan ve koşturma içinde bir türlü görüşmeyi başaramadığım bütün arkadaşlarımı da bu süprize dahil eden Aşk, bana bu sene uzun zamandır yaşamadığım kadar anlamlı bir doğum günü yaşatmıştı. (Meraklısı buraya buyursun :) )

Aralık ayı yaklaştı benim elim ayağıma dolanmaya başladı. Aşk'ın doğum günüydü ve ben de ona çok güzel bir gün yaşatmak istiyordum. Parti organize etmek değişik bir şey olmayacaktı, çok sıradışı bir hediye bulamadım, haftaiçine denk geldiği için şahane bir tatile çıkmak da ihtimaller arasında değildi. Tam bu sırada "İstanbul'a en yakın en romantik otel" diye anılan Aya Nikola hakkında bir yazı çıktı karşıma.


Büyükada'daydı, iş çıkışı vapurla gidebilir, güzel bir balıkçıda keyifli bir akşam yemeği yiyebilir, romantik otelimizde beyaz şarap kadehlerimizi tokuşturur, güzel ve farklı bir gece geçirdikten sonra sabah vapuruyla aynen İstanbul'a dönüp iş başı yapabilirdik.

Kulağa şahane geliyor değil mi? Ben de bu planı yaptıktan sonra kendimle gurur duymuştum. "Kotardın bu işi de Sezo, harika bir sevgili olma yolunda büyük adımlarla ilerliyorsun" demiştim kendi kendime. Doğum günü hediyesini öğlen ofisine bıraktım ve hediye paketine iliştirilmiş bir not ile 19:30'da Kabataş iskelesinde buluşmayı önerdim.

19:30'da iskelede olabilmek için ofisten iskeleye koştur koştur gittim. Aşk ile çok keyifli kikir kikir bir vapur yolculuğu yaptık. Sonra haftaiçi ve akşam olduğu için bütün restoranların kapalı olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldık ve Aşk'a doğum günü yemeği olarak kaşarlı kavurmalı tost yedirdim. Otele giderken yol üzerinde market bulamadığımız için içki ve yiyecek stoğu yapamadık ve otelde "yenilenme bahanesi" ile hiçbir şey yoktu. Neyse ki bir şişe beyaz şarap bulundu. Sonra ben bütün gün koşturmuş olmanın etkisiyle sızıverdim ve Aşk bütün şişe şarabı tek başına içti. Bu kadar uğraşıp bunu yapabilmiş olmanın o anda beni ne kadar üzdüğünü anlatamam. Ama artık Aşk ile aramızda her gün geyiği yapıp gülünecek bir anıya dönüştü.

 

Bu konudaki yeteneksizliğimi kabul edip,bundan sonraki bütün programlarımızı Aşk'ın yapmasına karar verdim. O yüzden bizi bırakıp otelden bahsetmeye başlıyorum.

Web sitesine girerseniz, köşe yazarlarının yazdıklarını okursanız ve fotoğraflara göz atarsanız gittiğiniz zaman gerçekten hayal kırıklığına uğrarsınız. Bir kere kesinlikle fotoğraflardaki masalsılığa sahip değil otel. Yani ilk bakışta belki; ama içinde zaman geçirdikçe o masalsılığın aslında bir anlık göz boyama olduğu ile yüzleşmek zorunda kalıyorsunuz. Bütün o rengarenkliği sağlayan, bütün otele bağlanmış uçuşan şeyler aslında en adisinden tül. Odamızda klima vardı, ama klimanın kumandası yoktu. Üstelik de klimanın su gideri için olan hortumu dışarıya gitmiyordu, odanın içindeki bir toprak vazoya sarkıtılmıştı ucu. Odadaki her şey toz içindeydi. Banyoya temel ihtiyaçlar için bir şeyler bırakmışlardı, ama aslında hepsi işe yaramayacak şeylerdi. Hiçbir şeye sarılı olmadan açıkta duran hijyeniklikten uzak bir ped mesela. Şampuan bile yoktu banyoda. Çok şık antika mobilyalar vardı. Ama onların da detaylarında yine bir zevksizlik hakimdi. Örneğin banyoda çok güzel antika çinili bir ayna vardı. Bir kenarındaki çinili kısım kırılmış herhalde, son derece zevksiz çiçekli bir duvar kağıdı ile kaplamışlar o kısmını.

Otel kötü demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Tam denizin kıyısındaki lokasyonu, dalga sesleri ile uykuya dalmak ve dalga sesleri ile uykudan uyanmak İstanbul'da geçirilen günlerin arasında o kadar iyi geliyor ki!! Bizim kaldığımız odada yatak asma kattaydı, böylelikle yatakta yatarken hiç başımızı bile kaldırmadan muhteşem bir deniz manzarası görüyorduk. Dalga sesleri ve bu manzara birleşince denizin üzerinde kalıyormuşuz hissi veriyordu.

Otel gerçekten masalsı olabilecek bir potansiyele sahip olsa da işletme olarak gerçekten çok eksik. Acaba ben mi çok takılıyorum diye düşündüm, forumlara ve puanlara baktım, müşterilerin çoğu benzer şikayetlerde bulunmuş. Nefis bir manzarayla güne başlamak ve dalga sesleri ile başka alemlere gitmek için gerçekten ideal, ama gitmeye niyetlenirseniz eksiksiz bir hizmet beklemeyin, detaylara takılmayın derim ben. Masalsı bir otelde masaldaymış gibi bir ağırlama beklemeye değil, kafa dağıtıp huzur bulmaya gidin. 

PS: Ey Aşk, çokçokçok seviyorum seni! :)

30 Kasım 2010

Hayat Karnem: Evden çaktım, Aşk'tan yırttım!

Yapboz, puzzle gibi bazı kadınların hayatları. Parçalar bir bütüne tamamlanıyor elbet, ama parçalı kalma hali hiç değişmiyor. Bazen kendimi aynı anda havada sekiz top çevirmeye çalışan bir akrobat gibi hissediyorum. Öyle zamanlar oluyor ki, toplar uyum içinde dönüyor, muazzam bir dengede, ahenkle."Vay be" diyorum kendi kendime, "aynı anda ne çok iş yapabiliyorum." Öyle zamanlar oluyor ki, bütün toplar sözleşmiş gibi çıkıyor yörüngeden, hepsi paldır küldür kafama iniyor. Hiçbir şey beceremiyorum. Hiçbir şeyi tam yapamıyorum.

Yukarıdaki paragraf Elif Şafak'ın son kitabı Firarperest'ten...
Bu satırları okurken "Aaa evet ben bu kadınlardanım işte!" dedim. Hani bazen "Ben bir şeyleri yanlış yapıyorum galiba." diye düşünmeye başlarsınız, yalnız hissedersiniz kendinizi, sonra birisi gelir aynı şeyden yakınır, çok mutlu olursunuz. Sizden başka birinin daha problemli olmamasından kıskanç bir haz almakla alakası yoktur bunun, yaşadığınızı paylaşan birini daha keşfetmiş olmaktan kaynaklanan rahatlamadır.


Oturdum kendi kendime notlar verdim:
Yazı yazmaya ve kitap okumaya zaman ayırma: Zayıf!
Bu zaten bloga yazı yazma seyrekliğimden, katkıda bulunduğum dergilere aylardır tek bir yazı çiziktirmemiş olmamdan ve evde okunmak üzere yığılan kitaplardan bariz belli.

Kişisel Bakım: Orta!
Cilt bakımı haftalardır to-do-listlerde sürünüyor. Ama neyse ki bu aralar uyuma-uyanma saatlerim düzene girdi. Bir de Brezilya Fönü sağolsun saçım başım şekilli geziyorum.

Gezme Tozma: Çok iyi!
Ben iyice tembelleştim, evcilleştim de, Aşk ve özlenen arkadaşlar sayesinde olup bitenlerden, konserlerden, partilerden geri kalmıyorum.

Kariyersel Çalışmalar: Zayıf + Pekiyi /2 = Orta!
Hala ALES, IELTS vs vs gibi girmem gereken bir sürü sınav konusunda kalem oynatmıyorum; ama ofis işlerinde gerçekten aşırı bir efor sarfederek çalışıyorum. O yüzden ikisini bir sayınca orta puan veriyorum kendime.

Ev İşleri: Zayıf!
Hala evin bir sürü eksiği var, hala mutfakta leziz yemekler pişiremiyorum. Ama en azından şimdilik her gün evde bozulan yeni bir şeyle mücadele etme konusunda o kadar fena sayılmam. Düşme yapan sokak kapısı, bozulan sifon, su damlatan su ısıtıcı... Bir ay önce aldığım çiçeklerin hala yaşıyor olmasını bile kendimce bir başarı olarak görüyorum. Gelgelelim bir aydır hala kolilerdeki kıyafetlerimi tamamen boşaltmayı başaramadığım için ve evim şu anda temiz sayılamayacağı için bu konuda da sınıfta kaldım.

Çok koşturup, çok yorulup yine de hiçbir şeye tam olarak yetişemediğim günler geçiriyorum. Sanırım tek boyutlu bir hayat yaşamayı kabul etmediğim veya da muhteşem zaman planlaması yapmayı beceremediğim sürece bu hep böyle devam edecek ve "Vay be nelere yetişiyorum!" ile "Kendimi çok yetersiz hissediyorum." uçları arasında savrulmaya devam edeceğim.


Bu günlerde hayatımda gerçekten içime sinen şey: Yaşıyor olduğum ilişki.
Şimdiye kadar ben hep hayatımdaki ilişkileri yük olarak görmüştüm, omzuma yükledikleri sorumluluk duygusu yüzünden afakanlar geçirmiştim. Hayatımda bir şeyler yayından çıkar çıkmaz, ilk kurban ettiğim şey yaşadığım ilişki olurdu. "Bu aralar hayatım çok yoğun bir de buna ayıracak zamanım ve enerjim yok." der alır başımı giderdim. Veya sadece haftada bir-iki birlikte gezip tozmakla sınırlı görüşülen ilişkilere indirgerdim.

Şimdi her şey çok başka. Bunda biraz benim hayatımın daha düzenli hale gelmesinin, hayatımın 'çılgın üniversite öğrencisi' sayfasını kapatıp, 'sıkıcı olmayan ama sorumluluk sahibi yetişkin' sayfasına atlamış olmamın da, artık bazı şeylere doymuş bulunmamın da etkisi var elbette. Yine de her şey "Aşk" sayesinde. Öyle bir adam ki... Resmen sevgili olmak için yaratılmış. Ben bu bölünmüşlüklerim arasında bazen yorgun, aksi, bazen üzgün olduğum zamanlarda asla ekstra bir yük yüklemiyor omuzuma, sorgusuz tutuyor o yükün bir ucundan. Ucundan tutamayacağı bir yükse, onun altında ezilmiş olan beni tutup çekiyor oradan, gülümsetiyor, gaza getiriyor.

Elif Şafak'ın kitabı mı çıkıyor, hemen akşam bir hediye paketi içinde geliyor kitabım. Ben ona sevdiği çikolatadan bir paket alıp mutfak çekmecesine koyup, "Sonunda ben de böyle jestleri akıl edebilenbir sevgili oldum." sanırken, o pat benim sevebileceğim iki şişe beyaz şarap ile geliyor kapıma. Ki bunlar son 48 saat içinde olanlar sadece. Daha neler neler var...

Bir ilişkinin yük değil, paylaşmak olduğunu bana "Aşk" gerçekten gösterdi.
Bir adamla çok vakit geçirdikçe sıkılmak bir yana, daha çok vakit geçirmeyi isteyebileceğimi ben onunla öğrendim.
Durup bakınca kısa sayılabilecek bir süre içinde o kadar çok şey paylaştık ve yaşadık ki...
Hayatımda hiçbir şeye yetemediğim için kendimi kötü hissettiğimde hep o öpücükler bana daha iyisini yapmayı deneme gücünü verdi, kendiliğinden gelen melankolilerimde hep o güzel cümleler beni gülümsetti...

Ve bu "Aşk" bundan tam 4 ay önce hayatıma girdi.
Tesadüfen...
Üstelik de "Aşk tesadüfleri sever." diyen Müslüm Gürses'in de yeri var bu tesadüfler zincirinde.
Yine bir tesadüf:
Bizim dört ayı doldurduğumuz bu gece, aynı zamanda Aşk'ımm yepyeni bir yaşa başlıyor.
"İyi ki varsın, iyi ki hayatımdasın!" kelimeleri bile yetmiyor.
Seni çok seviyorum sevgilim,
Çok çok çok güzel bir yaş olacak biliyorum.

Aşk tesadüfleri seviyor, ben de seni! :)
(Bu sana bu yaşında yeter :)))) )

Yazıdaki ilk foto: Yağız Yılmaz

28 Kasım 2010

Yedik, gezdik, yedik, güldük, yedik, yedik, yedik, geldik!

Bayram tatilini 'kafa tatili' ilan etmiş Adana'ya kaçmıştım. Son derece sakin kendi halimde günler geçiriyordum. Veeee "Aşk" her zamanki gibi yapacağını yaptı beni hem çook şaşırttı, hem de mutlu etti. Sino'yu da kapıp Adana'ya geldi. Üstelik bana hiç haber vermeden... Annemle alışveriş yapıyoruz, arkamdan biri sarılıyor, bir dönüyorum Aşk ve Sino! Bir kahve içene kadar şoku atlatamadım zaten! Annem bile "Deli bunlar" dedi.



Birlikte geçirdiğimiz günlerin sonunda, Sino telefonda "Nasılsın ne yapıyorsun?" diye soranlara, "Yiyorum yiyorum yiyorum sonra yine yiyorum" diye cevap veriyordu. Gerçekten de bütün planlarımız ve gezilerimiz yemek yemek üzerine oldu. Leziz bir tatil oldu. Adana- İskenderun- Antakya hattına gidecek olanlar için benden tavsiyeler geliyor:

Adana'da kebap yemek üstüne daha önce defalarca ahkam kestim zaten, onlar yazılar için buraya ve buraya göz atabilirsiniz. Hala Tarihi Kazancılar Kebapçısı (Turgut Özal'daki) ve 52 (Ziyapaşa'daki) benim favori kebapçılarım. Rakılarınızı da Adana usulü şalgam ile birlikte içmeyi deneyin tabii ki.

Balık severlerdenseniz, Adana'da her şeyini Ege'den getiren şahane bir de balıkçı var: Kumkapı Balıkçısı. Tatlıları da oldukça sıradışı ve leziz: Sıcak dondurma ve Haşhaş Tatlısı mutlaka denenmesi gereken lezzetlerden.

Adana'da yediklerimiz bize yetmedi ve başka lezzetler için Antakya yolları tuttuk. Sabah kahvaltımızı da yolda İskenderun'daki Petek Cafe'de yaptık. Haftasonları zeytin salatası ve yöresel peynirleriyle kahvaltısı çok meşhurmuş buranın.

Yukarıdaki fotoğraftaki yazı da geyik değil, son derece gerçek. Antakya Çarşısı'nda yürürken bir taytçının camında dikkatimizi çekti.






Antakya'nın çarşısını gezip, sokaklarda biraz dolandıktan sonra, Savon Hotel'e gittik. Malesef bayram sebebiyle çok yoğunlardı ve boş odaları yoktu.


Biz de oteli gezip, hediyelik eşya dükkanından yerel lezzetler ve hatıralık eşyalar almakla yetinip, önce Mozaik Müzesi'ne sonra da Hatay'a yemek yemeğe gittik.

Akşam yemeğimizi Hatay'da Hidro Otel'in Restoranında yedik. (Yazının başındaki fotoğraf oradan...) Tıka basa dolup, güneşin batışını künefe eşliğinde izledikten sonra, Hatay'ın meşhır ipekçilerini gezdik. Kendimize şallar aldık ve tekrar Adana'ya dönmek üzere yola çıktık.

Adana'da kapanışımızı da tarihi Kazancılar'da dansöz, fasıl ve rakı eşliğinde yaptıktan sonra İstanbul'a döndük. Bu adreslerin hepsini bir kenara not alın, o taraflara yolunuz düşerse hepsine uğrayın derim ben. Kebap, fındık lahmacun, küşleme, tahinli salata, pastırmalı humus, içli köfte, ciğer, çiğ köfte, sıkma, sarmısaklı köfte yemeden de dönmeyin.



Yediklerimizin tadı hala damağımızda, ama popomuzdaki kurtlar hala yerli yerinde tatil hevesimizi almamıza yetmedi bu gezi, aklımızda hala gitmek var...

O yüzden İstanbul'dan haftasonluk gidilebilecek mesafede mutlaka gidilmeli görülmeli diyebileceğiniz şehirler, bölgeler, oteller varsa tavsiyelerinizi benden esirgemeyiniz. :) Öpüyorum!

Dip Not: Boynumdaki mavi şal da Hatay ganimetlerimden biridir :))

Türkiye içindeki diğer seyahatlerim için buraya TIK TIK, yurtdışı maceralarım için buraya TIK TIK!

24 Kasım 2010

seviyooor, sevmiyoor... -um! (vol:2)

"Lady Gaga görünüşlü Bergen'i aradık, onu da bulunca tamamlandık."diyen İstanbul Arabesque Project'i çok sevdim ben. Dolmuş / servis şöförlerinden de olsa kulağımızın az çok aşina olduğu arabesk şarkıları rock hatta azıcık blues soundlarıyla birleştirmişler, acayip eğlenceli bir müzik yapıyorlar. Ben ardarda çok fazla parça dinleyince baydım, ama arada tek atımlık iyi oluyor.Bu yazıyı okurken bir sekme daha açın, myspace profillerinden yaptıkları müziği dinleyin, Fazıl Say'ı hepbirlikte sinirlendirelim!  :))

" Arabesk dinleyene bakılıyor, at hırsızı gibi adam bu, onun dinlediğini dinlemem ben, deniyor. Ortadoğu'dan gelen namelere karşı bir tavır bu. Medeniyetsizliğin sesi gibi geliyor insanlara, halbuki değil. Placebo 'Without you i'm nothing' deyince oluyor da, Emrah 'Sensiz Nefes Alamam' deyince olmuyor." diyor gruptan Barboros İnİstanbul'un yaptığı söyleşide.

***
Yollarda o kadar çok zaman geçiriyorum ki, dergisiz evden dışarı adım atmıyorum. Daha önceleri bayıla bayıla okuduğum dergilerin içlerinin bomboş hale gelmesine üzülürken, son iki aydır Aşk sayesinde gerçekten dolu dolu, ironi dolu keyifli bir dil kullanan dergim var: XOXO.

Özellikle Metin Gürsoy diye bir adam var, son zamanlarda okuduğum en sıkı yazıları yazıyor. Gayet basit şeylerden bahsediyor, ama bambaşka yaklaşıyor. Daha doğrusu derginin genel tarzı bu. Bütün dergiler hala diyet programları ve sağlıklı yaşam tavsiyeleri vermeye devam ederken, XOXO bu ay "Hayatınızı Kaybetmenin 6 Şık Yolu"nu vermiş bize. Seviyorum!

"Siz de sabah, öğle, akşam Vogue Paris sayfalarını yiyip, midenize tokluk hissi vermek için pamuk yutanlardan mısınız?"


***

Smile ADSL'den nefret ettim. Hani eskiden Türk Telekom tekeldi, rakibi yoktu, ADSL bağlatana / iptal ettirene kadar her gün en az 100 kere "Ya sabır!" çekmek olağan bir durumdu. Rekabet var artık, bu kadar rezalet bir hizmetle Smile ADSL nereye varmayı hedefliyor bilemiyorum.

Taşınmadan önceki evimde Smile ADSL kullanıyordum. Yeni evime telefon bağlatmayı düşünmediğim için internetimi iptal ettirmek istedim. Amanın! Bir kere çok saçma bir sistem kullanıyorlar. Yetkiliyle görüşmeden önce telefon numaranı ve hizmet numaranı tuşluyorsun banka usulü, ama bankadan farklı olarak telefonu açan yetkili sana aynı şeyleri yeniden soruyor. Ve bana sürekli olarak iptal yerine tarife değişikliği formu yolladıkları için aboneliğimi iptal edemiyorum. Utanmadan fatura kesmeye devam ediyorlar! Üstelik müşteri şikayetlerinin iletilebileceği tek bir mercii bile yok.

***

Bayram bahanesiyle tamamen dinlenme ve yeme üzerine bir tatil yapmış olmayı da çok sevdim. Kebap, fındık lahmacun, küşleme, tahinli salata, pastırmalı humus, içli köfte, ciğer, çiğ köfte, sıkma, sarmısaklı köfte....

Üstelik  Aşk ve Sino bana süpriz yaparak Adana'ya geldiler ve hepbirlikte Antakya'ya gittik. Buralardaki keşiflerimden en kısa zamanda bahsedeceğim.






 ***
Sürekli bir şeylerden bahsedeceğim diyip diyip blog yazmaya bir türlü fırsat bulamamaktan da rahatsızım.  Kendime söz verdim en az iki günde bir buradayım. :)

***
Yepyeni bir lezzet keşfettim. Cevizli çikolata ile kaplı incir. Nerede satılır bilmiyorum. Ama otobüs veya arabayla bir yere giderken mola yerlerinde gözünüze ilişirse mutlaka alın!

Bir de yıllar önce eve giren tek besin maddesi olan daha sonra bir türlü bulamaz olduğum Leader Ramen ile Migros'ta karşılaştım. Nasıl mutlu oldum! Evde beş dakikada hazırlanabilecek, ekmek arası olmayan lezzetli bir şey yemek isteyenler için benim şimdiye kadar bulduğum en ideal çözüm:
Mutfak ile çok haşır neşir olmayanlar, markete gittiğinde ne iyi ne kötü bir türlü karar veremeyenler için de keşfettiğim yeni iyileri paylaşayım: Tahsildaroğlu beyaz peyniri mutlaka tadın! Superfresh mantı da mantı açamayacak tembeller için gayet leziz bir seçenek. Özellikle de belinde bir havlu ile bunu size hazırlayan bir Aşk da buldunuz mu, ohh tadından yenmez!

***

Geçen seferki seviyorum - sevmiyorum yazımda "ciddi" ve "sıkıcı" kavramlarını karıştıranlara uyuz olduğumdan bahsetmiştim. Bu tiplerin bir diğer yansıması da "keyifli" ile "basit"i karıştıranlar. Bakıyorlar orada bir kadın var, eğleniyor, geziyor tozuyor, hayatını yaşıyor, basıveriyor "boş" damgasını. Ya diğer yaptığım şeyleri görmezden geliyorlar, ya da bunları gördükleri için kuduruyorlar. Ama böyle bir yolla üzerimden prim yapıp ilgi çekmeye çalışanlardan iğreniyorum.

Haldun Hürel bir söyleşisinde "Gençler hep yorgun... Nedenini anlamadığım bir şekilde sürekli yorgun ve halsizler. Heyecan yok, merak yok, bilgiye saldıran enerjik bir kuşak yok malesef." demiş. Yorgum ve bıkkın olmadığım için, zamansızlık benim için de çok büyük bir sorun olmasına rağmen hala hayatın keyfini sürebildiğim için üzülecek halim yok ya! Narsist yanımı bile seviyorum.

***


Oldukça uzun zaman önce ortaya çıkmış olmasına rağmen hala dergilerde karşıma çıktıkça içimi kıpırdatan, gözümü alan Lounge FM reklamına bayılıyorum.

Şu anda bu satırları okuyan kişi seni de seviyorum!

17 Kasım 2010

11'e 10 kala - Sex and Abu Dabi

Artık İstanbul'da öğrencilik dönemini arkamda bırakıp, iş hayatı, -en azından şimdilik- temelli bir ev derken daha yerleşik ve düzenli bir hayata geçtiğim için annem önüme çocukluk arşiv kolilerimi yığdı: "Ayıkla bunları, istediklerini al götür İstanbul'a, istemediklerini de atalım." dedi.

İki gündür bu kolilerin başından kalkamıyorum. Resmen geçmişe yolculuk yapıyorum, bundan altı sene önceki Sezen ile yeniden tanışıyorum.  Kolilerden çıkanların çoğunun artık hiçbir anlamı kalmamış, çöpten başka bir şey değiller.

Geçmişe yaptığım bu yolculuk beynime bir sürü düşünce ve soru işareti soktuktan ve ben neredeyse bu kağıt yığınının tamamını çöpe attıktan sonra, bugün aldığımız DVD'lerden birini seçip izlemeye başladık ailecek.


Tesadüfün böylesi, filmin en renkli karakteri de her şeyi biriktiren bir yaşlı adamdı. İstanbul'a taşınıp, hayatımı kolilerle arşivlemek yerine blog yazmaya başlamasaymışım ben de onunki gibi bir evde yaşıyor olacaktım herhalde.


Mithat Bey, karısı "Ya koleksiyonun ya ben" diye rest çektiğinde koleksiyonunu seçmiş gerçek bir koleksiyoncu. Ve bu koleksiyonu yüzünden yaşına rağmen, herkese karşı çetrefilli bir mücadele vermek zorunda kalıyor: Komşularına, belediyeye, ailesine... Evine sığmayan, biriktirmekten de bir türlü vazgeçemediği, hiçbir yere taşımasının da mümkün olmadığı koleksiyonunu satmayı aklından bile geçirmiyor: "Ben bunları satmak için biriktirmedim ki." diye açıklıyor bu durumu.

Aynı zamanda müthiş tatlı bir ihtiyar. "Çay içmem" diyen ama votkaya da yok demeyen... Yeğeni koleksiyondan bir votkayı açtığında "Koleksiyona konmaz o şimdi" dediğinde, "Ee, şimdi ne yapacağız?" diye soran yeğenine "İçeceğiz." cevabını veren bir adam!

Kapıcı gizliden koleksiyondan aşırdıklerı ile kendine bir hayat kuruyor ve Mithat Bey sonunda apartmanda eksilmiş koleksiyonu ile bir başına kalıyor. Finalde içi acıyor insanın. O kadar etkilendim ki yeterince içersem Hayal Kahvesi Bistro'da sıksık gördüğüm kapıcı rolündeki Necat İşler'den İstanbul Ansiklopedisi'nin 10 cildinin hesabını sorabilirim. :))

Film yavaş temposuna, pek çoğu oldukça sıradan karakterlerine rağmen gerçekten çok güzel, izleyiniz. 


11'e 10 Kala filmi fragmanı (10 to 11 movie trailer)
Yükleyen SinefilM. - Film ve TV kanalındaki diğer videolara göz atın


Sex and the City'nin dizi bölümlerinin her birini en az üç kere izlemişimdir. Benim için üniversite boyunca canımın sıkıldığı, bir şeye üzüldüğüm her an reçeten bir bölüm Sex and the City olmuştur. Komik espriler, güzel bir şehir, hoş kadınlar, muhteşem kıyafetler... Bir oturuşta iki bölüm bile fazla gelir bana, tek bölüm kıvamındadır. Sanırım bu yüzden sinema filmine dönüştükten sonra o kadar ilgimi çekmemeye başladı. Konusuz bir görsel show için iki saat çok uzun bir süre.

Yine de benim için Kurban Bayramı'ndan ziyade, "Film ve Kitap Bayramı"na dönüşen bu bayramda izlemek üzere aldığım DVD'lerden biri de Sex and the City 2 oldu. Kahvaltı keyfinin üzerine, sabah kahvesi içerken iyi gitti. Kıyafetler ve mekanlar çoğu zaman abartıya kaçmasına rağmen muhteşem! Carrie ile Big'in evine de aşık oldum.

Samantha'nın Abu Dabi'de, kendi kıyafetini yadırgayan adamların ortasında "Kondooom evet evet bu kondom! Ben seksi seviyorum. O-yee!" diye bağırış sahnesi ve Mr. Big'in Carrie'ye evli olduğunu ve sadakati hatırlatmayı tatsızlık çıkararak değil, hep gözünün önünde hatırlatıcı olacak bir koca siyah elmaslı yüzük ile hatırlatması çok iyiydi.

Kadın dergisi okumak gibi, keyifli zaman geçirmekten başka bir şey beklenmeden izlenmeli...

16 Kasım 2010

Türkan tek ve tek başına, bayram adetsiz..

Bugün bayram!
Annem nöbetçi olduğu için o sabahın köründe eczanenin yolunu tuttu, bize hiç bir bayram aksatmadan bayram ziyaretine gelen tek akrabamız olan amcam da yurt dışında. Babamı aradım sabah "Elini yaklaştır telefona öpücem" dedim, "Öptürmem valla, bana çok pahalıya patlıyor sonra." diye reddetti. :)) Bir tek anneannem ile bayramlaştım sabah, o da her ne kadar koca kazık olmuş olsam da bayram harçlığı verdi bana. Tek bir şartla, artık anne olacakmışım ben de, üstelik ikiz istiyormuş!!

Geçen bayramım Almanya'da geçtiğinden fark edememişim; ama "Aman da aman ne kadar kocaman olmuş"lardan bolca duyduğum, evin kızı olarak çikolata ikram ettiğim bayramlaşmalar bizim sülale için tarih olmuş.

Zaten artık benim büyümüş olduğumu fark etmiyor insanlar, çünkü gittikçe annemle o kadar benziyoruz ki, beni annem sanıyorlar. Geçen gün kuaförde "Aaa Brezilya fönü Alev Hanım'ı (annem) ne kadar gençleştirmiş!" dedi biri, iki gündür aramızdaki espri bu.

Yani bayram benim için deli gibi kitap okuma ve dinlenme fırsatından başka bir şey değil.

İlk yalayıp yuttuğum kitap Ayşe Kulin'in kaleminden Türkan Saylan'ı anlatan Tek ve Tek Başına Türkan oldu. Ayşe Kulin'in biyografiler konusundaki başarısının geneline bakıldığında bu o kadar başarılı bir eser sayılmaz malesef. Üstelik yazar benim en sevmediğim şeyi yapıp, kendi kaleminden kendini övüp durmuş kitabın iki veya üç yerinde. Koskoca Ayşe Kulin'in buna ihtiyacı olabilir mi? Ne gereği var?

Yine de hakkında şimdiye kadar yazılmış birçok kitap bulunan birinin biyografisini yazmanın zorluğu da göz önünde tutulursa tekrara olabilecek en az şekilde düşmüş, bilinmeyenleri ortaya koyabilen başarılı bir kitap.

Ben Türkan Saylan'ın kim olduğunu, cüzzamın kökünü kazıdığını, Çağdaş Yaşam Derneği'ni kurduğunu, Hindistan'da Gandi ödülü aldığını biliyordum bilmesine de, nedense bana hep arkasında onu çok desteklemiş bir aile ve koca varmış gibi geliyordu. Bu kitabı okuduğum zaman ne kadar yanıldığımı anladım. Bu kadın sadece cüzzamla, eğitim sistemiyle ve cehaletle savaşmamış; aynı zamanda baskıcı bir aileye ve kendisini sürekli mutfakta beceriksiz olmakla, eve yeteri kadar zaman ayıramamakla suçlayarak ev hanımı yapmaya çalışan kocalara karşı da mücadele vermiş.

İlham veren ve hareketi imrendiren bir hayat öyküsü.

Kitaptan bazı alıntılar:

" Ben gerçekten hayatım boyunca cinselliğimle algılanacağım diye hep korktum. Bu korkuyla dekolte ya da çok dar elbiseler giyemedim, fazla makyaj yapamadım, içimde kopan fırtınaları kimseye belli edemedim."

" Aşk ile dostluğu ayrı kutulara koymanın bir bedeli olacaktı elbet. Aşkı ve dostluğu bir türlü bir türlü birbirinin içinde eritemediğim için mi aşklarımı dostluklara, dostluklarımı aşklara dönüştüremedim ben?"

" İnsan tek! Bu yüzden evliliklerin çoğu bir cendere. Aşkın sihirli okunun büyüsü kısa bir süre sonra kaybolunca, insan kendi gibi düşünmeyen, dünyaya kendi açısından bakmayan, kendine hiç benzemeyen biriyle kalakalıyor, güya hayatı paylaşmak ama aslında sürekli dalaşmak üzere."

" Çocuklarım sayesinde ayaklarım yere bastı, romantizmden bir ölçüde sıyrıldım ve gerçeklerle ilişkim hiç kopmadı."

" Mutluluk kanımca vıcık vıcık bir muhabbet değil, hangi bağlamda olursa olsun, yaratmaktır."

" Yaşadığım coğrafyanın özelliğini biliyordum. Bu ülkede adil olanla haksızın, akil ile aptalın nasıl birbirinin içinde eriyerek tuhaf bir hüviyete büründüğünün de farkındaydım. Kızgınlığım, seyirci kaldığım, elimden bir şey gelmediği için sadece kendime. Anlatamadığım, aydınlatamadığım, öğretemediğim, dönüştüremediğim için! Yoksa kime ne için kızacağım? Korkuların, kinlerin ve cehaletin esiri olmuş insanlara kızamaz bir doktor."


Bayramınızı başka bir şehir veya ülkede tatil yaparak, evinizde dinlenerek, ailenize zaman ayırarak veya gerçek bayram adetlerini uygulayarak geçiriyor olabilirsiniz. Her ne yapıyorsanız yapın, iyi bayramlar diliyor, bayram hediyesi niyetine bir şarkı yolluyorum: Bebe - Tu silencio

Dip Not: Evet yazıdaki ilk fotoğraf benim fotoğrafım, ben 7 yaşında minik bir zilliyken! :)

Pinterest'im

Instagram'ım