30 Ocak 2014

Doğu Londra: I will not drink too much. I will no... Oh i forget it!

Bazılarının vazgeçilmezi, bazıları içinse depresif havası yüzünden katlanılmaz bir şehir olan Londra'ya yakın zamana kadar ne bir ilgim ne de bir nefretim olmuştu. Fakültenin ikinci senesinde - zaman ne kadar çabuk geçiyor, yaklaşık yedi sene olmuş!- Cambridge'te Law Studio'ya katıldığım dönemde, fazlasıyla sıkıcı bulduğum ve yapılacak aktivitelerin alışveriş ve içmekle sınırlı olduğu Cambridge'ten kaçmama ve kalabalığa karışıp mutlu olmama vesile olduğundan Londra'yı çok severdim. Yine de sonraki yıllarda, oradan oraya seyahat ederken, aklıma bir kere olsun Londra'ya yeniden gitmek gelmemişti.



Yakın bir geçmişte, Londra'ya yolum yeniden düştü, bu sefer turistik ve cilalı bölgelerine değil, Doğu bölgesine... Daha önce gördüğüm bildiğim Londra'dan çok farklı olan bu muhiti, aşmış bir Karaköy olarak tasvir etsem yanlış olmaz sanırım. Nasıl Karaköy şimdi eski binaların, garip tamircilerin arasında, pek havalı restoranlar ve tasarım butikler süprizleri barındırıyorsa, oldukça garibanlarla pek havalı giyinmiş insanlar yan yana yürüyerek enteresan karelere vesile oluyorsa, Doğu Londra denilen kısım da aynen böyle. 'Ne biçim bir sokak burası?!' dediğiniz anda karşınızda inanılmaz güzel bir butik veya oturmadan geçemeyeceğiniz bir restoran çıkıyor.

O yüzden hiçbir araştırma yapmadan, kendinizi süprizlere bırakarak takılabilirsiniz Doğu Londra sokaklarında. Yine de ben birkaç şeyden bahsetmeden duramayacağım.

Shoreditch High Street'te takılırsanız, henüz hiç duymadığınız harika gruplar keşfedebileceğiniz, meraklısıysanız harika plaklar toplayabileceğiniz bir adres olan Rouch Trade'i pas geçmeyin. Müzikle uzaktan yakından ilginiz yoksa, pound bu kadar coşmuşken ne alışverişi, diyorsanız bile içerideki fotoğraf kabinini atlarsanız, yazık olur.





Bizim Doğu Londra'daki favori muhitimiz Hoxton oldu.

Kahvaltı için The Breakfast Club'a ( 2-4 Rufus St (Hoxton Sq), HoxtonGreater LondonN1 6PE) gitmeyeni Doğu Londra'ya gelmiş saymıyorlar gibi bir durum var. Hafta içi bu saatte kim kahvaltı yapar derken, kapısında aşağıdaki kuyrukla karşılaştık.





Sırada beklerken, midenizin kazınmasını durduracak, sırada bekleyişinizi keyiflendirecek leziz içecekleri elinize tutuşturarak sabır limitinizi yükseltiyorlar. İçeri girdiğiniz de neşeli bir dekorasyonla karşılaşacağınızdan ve tıka basa doyacağınızdan hiç şüpheniz olmasın.









Çok eğlenceli ikinci bir adres, 16 Hoxton Square'de yer alan Monikers.

İçerideki dekorasyonun asli bir unsuru, eski tip parçalanmış bir otobüs. Aynaları, koltukları, farları, ön kısmı, sizi mekanın içinde karşılıyor. Hava güzelse, dışarı da da bütün meydanı izlemenizi sağlayan bir bahçe kısmı var.





Kokteylleri de gerçekten hem sunum olarak, hem de lezzet olarak çok güzel.



İngiltere'de İspanyol esintileri için de Brindisa harika bir seçenek. Karidesler, patatesler, şaraplar derken, lezzet patlaması yaşıyor insan. Üstelik tapas porsiyonlarının bizdeki gibi çay tabağı kadar olmaması harika.





Doğu Londra'da yiyip içmek kadar keyifli ikinci bir şey, vintage butikleri gezmek. Her yer ama her yer ikinci el kıyafetler ve aksesuarlar satan butiklerle dolu. Şahsen benim şimdiye kadar gezdiğim gördüğüm en güzel vintage alışveriş yeri Roma'daki Porta Portese'ydi, onunla kıyaslayınca bu butiklerde satılanlar ya çöp, ya da fiyatları hak etmedikleri kadar yüksek. Yine de gezmek ve kurcalamak pek keyifli oluyor. 









Doğu Londra'nın üç anahtar kelimesi: Yemek, vintage ve graffiti. Her sokakta, her köşede bir harika sizi karşılıyor. Pek çoğunun karşısında "Bunu yapanı, tutup kolumdan evime götürmek istiyorum. Bütün duvarlarımı boyasın, ben onu yedirir, içirir, bakarım." dedim.



















Daha güneşli tarihlerde Victoria Park'ta yapılan Field Day, Doğu Londra keşfi için harika bir sebep olabilir. 2014 line-up'ında yerini almış olan Metronomy ve SBTRKT ile kurtlarınız dökmeniz de garantili hem de.

Bir Londra keşfimi paylaşarak, bu yazıyı noktalayayım, müzikle kalın!

27 Ocak 2014

Aşıklar Diyarı Maşukiye ve Karsız Kartepe

Bir topluluğa ve gruba ait olmayı hem çok seviyorum, hem de bundan sıkılıyorum.
Kulağa ironik geldiğinin farkındayım; ama öyle...

Bir derneğe üye olup, o dernekte aktif faaliyet gösteren, o dernek çatısı altında güzel organizasyonlar kotaran ve diğer bütün üyeleri tanıyan insanlara oldum olası hep imrenmişimdir.Bu yüzden ne zaman birisi benim karşıma geçse, gerçekten ilgimi çeken güzel bir proje veya dernekten bahsetse ve benim gezmeye, plan yapmaya ve tanıtıma meyilli kişiliğimin bu işe katkıda bulunabileceğine inandığını söylese, hemen atlarım.

Gelgelelim üye olduğum her toplulukta bir süre sonra aslında yapılanların, çok da bir anlamı olmadığını, sırf bir şeyler yapmış olmak için yapıldığını, aynı insanların, aynı muhabbetleri yapmak için bir araya gelmekten keyif aldığını gözlemlerim, şevkim kaçar ve umduğum kadar aktif olamam.

Yine de bir parçası olduklarımın hep çok faydasını görmüşümdür. Üniversite öğrenciliğimde üyesi olduğum AEGEE'nin yaz okulları mesela, muhteşem bir deneyimdi. (Bu satırları okuyan üniversite öğrencileri varsa, şiddetle tavsiye ediyorum, İspanyol sahillerinde sörf öğrenmek gibi şahane yaz okulları var ve çok ekonomik.) Daha sonra ESN bünyesinde Annual General Meeting'in organizasyon komitesinde çalıştığım dönemler, çok renkli çok harika insanlarla tanışmama vesile oldu. Yakın zamanda üyesi olduğum Adanalılar Kültür ve Dayanışma Derneği'nin katıldığım etkinliği süper matak geçti.


Mesleğimi icra etmek için üyesi olmak zorunda olduğum baronun henüz hiçbir etkinliğine katılmamış olmam bir eksiklikti. Bu yüzden Mr. Feelgood ile bu haftasonu baronun yeni kurulan gezi kulubünün etkinliğine katılımcı olduk.

Sabah erkenden yola çıktık ve ilk durağımız  "aşıklar diyarı" anlamına gelen Maşukiye oldu. Kahvaltımızı Çamlı Konak'ta yaptık, gözümüz de karnımız da doydu.




Programımızda orta zorluk seviyesinde bir trekking yapılacağı yazıyordu. Daha önce rehber kitabımızda "kolay" olarak tanımlanmış bir Gelidonya Trekking maceramız vardı ki bizim açımızdan hiç de kolay olmamıştı. Bu yüzden "orta" derecedeki bir trekking karşısında heyecanlıydık.

Orta zorluk derecesinde trekking olarak adlandırdıkları şeyin, düz yolda yokuş aşağı on dakika yürümek olduğunu anladığımızda önce "Şaka mı bu!" dedik. Sonra da hemen gruptan ayrıldık, kendi başımıza dağlara bayırlara tırmandık, köylülerin arasına karıştık, fotoğraflar çektik, yeşile doyduk.












Bir de Oskar isimli hayatımda şimdiye kadar gördüğüm en tatlı köpekle tanıştık.


Sonra Kartepe'ye gittik, Kartepe'de ocak ayının sonunda olmamıza rağmen kar yoktu. Yani hiç yoktu diyemem; ama inanılamayacak kadar azdı. Bu yüzden teleferiği turistik gezi aracı olarak kullandık, Geyik Tepesi'ne kadar çıktık, tepeden aşağı kayılması imkansız olan karsız pistleri izledik.




Ankara havası çılgınlığı Kartepe'nin her yerindeydi. Sıcak şaraplarımızı yudumlayıp ısınırken, karların üzerinde çılgınlar gibi Ankara havası eşliğinde dans eden insanları izledik. Şu anda Kartepe'deki spor kaymak değil, Ankara havalarında göbek atmak. :)



Sapanca'ya kadar gelmişken kiremitte alabalık yememek olmazdı, Gönül Sofrası'nda karnımızı doyurduktan sonra - çok açtık, fotoğraf çekmeyi bile unuttum-, Sakarya Gölü dolaylarında sahlep içerek gezimizi de haftasonunu da sonlandırdık.


İstanbul'dan şöyle bir uzaklaşmak, biraz yeşilliğe doymak isterseniz, şelaleri ve yemyeşil alanları ile Maşukiye güzel ve yakın bir seçenek olarak aklınızın bir kenarında bulunsun.

Gezgin kalın!

Pinterest'im

Instagram'ım