30 Aralık 2013

Eyvaaaah, bir anda bi anda hoşçakal 2013!

Durup geçmişe bakmak, gelecek için plan yapıp hayal kurmak için en doğru zaman. Yeni yıl arifesi...

Değişiklikler, denemeler, sallantılar, yeni adımlar derken karmaşık ve dolu dolu geçen bir sene oldu 2013. Hem benim açımdan kişisel olarak, hem de ülkede olup bitenler bakımından...




Geçtiğimiz yaklaşık beş yılı hiç boş geçmedim. Her yıl hayatıma yeni bir şeyler ekledim, bir şeyleri bozdum, yerine yenisini koydum, yeni başlangıçlar yaptım, gerçekten sık seyahat ettim, çok okudum, çok yazdım... Yılın sonuna geldiğimde ve durup bütün bir seneye baktığımda "Ne ki yani, işte bir önceki yılın aynısı." demedim, "Vay be neler oldu hayatımda bu yıl!" dedim gururla.

2013 yılının kahramanı olarak bir olayı seçmem gerekirse, o kesinlikle iş değiştirmem oldu. Sancılı, sıkıntılı bir süreçti, ama şimdi durup baktığım zaman ne kadar isabetli olduğunu görüyorum. Egolar ve komplekslerle değil, yöneticilik kabiliyeti ile idare edilen bir ofiste çalışmanın - kabul etmem lazım ki malesef bizim ülkemizde az bulunur bir şey bu - ne kadar farklı olabileceğini ve saygınlık kazanmanın "patron" sıfatı ile değil, sergilenen tavır ile olduğunu öğrendim. Altı ay kadar kısa bir sürede, hukuki bilgi sandığıma, geçtiğimiz bir yılda eklediğimin birkaç katı şey eklenmesi de tabii ki bu yılın benim açımdan büyük kazançlarından biriydi.



Bu arada Bolonya'ya, Londra'ya, Kaş'a, Adrasan'a, Karaburun'a, Ankara'ya, Milano'ya, Pisa'ya, Floransa'ya, Siena'ya, Pompei'ye, Napoli'ye, San Gimignano, Roma'ya ve tabii birkaç kere Adana'ya gittim. 2014'te çıkmayı planladığım seyahatlerim için biletler aldım.

Edebi boyutta değil ama yazmaya devam ettim, Mushaboom8'e son birkaç yıldır yazdığımdan daha sık yazdım. Yepyeni hobilere merak saldım. Su altı dünyası ile tanıştım, bir yıldızlı dalgıç oldum; fotoğraf makinesi aldım, kursa başladım.

Ailemle, arkadaşlarımla ve sevgilimle birlikte bol bol vakit geçirdim. Üstelik de öyle laf olsun diye yan yana durulan zaman dilimleri olmadı bunlar, gerçekten iletişim kurduk, birlikte bir şeyler yaptık.

Hayatımda en çok bağımsız film izlediğim sene muhtemelen bu sene oldu. Bunda şüphesiz Lale Kart'ım kadar, Mr. Feelgood'un da payı vardı. Aynı şekilde daha önce hiç, bir sene içinde bu kadar çok tiyatroya da gitmemiştim.



Yaptıklarım kadar yapamadıklarım da oldu: Darmadağınık bir evde yaşadım, zaman planlamasını hala öğrenemedim, bir uyku düzeni tutturamadım, yüksek lisanstaki tez / proje konumu seçemedim, arzuladığım kadar kitap okuyamadım, spora başlayamadım....

"Günlerim dolu dolu geçsin, hiçbir şeyden eksik kalmayayım", derken, yorgunluğun zirvesini de vücudumun dayanma sınırlarını da zorladım. Şiş gözlerle bitik vaziyette ortalıkta dolandığım gün sayısı hiç de az değil hani...

Özetle 2013'e çok şey sığdırdım ama bu yıl da dengemi bulamadım. Yeni yılda denge ve düzen peşinde olmak istiyorum. Dağınık olarak attığım adımları ve şimdiye kadar yaptıklarımı, daha düzenli ve daha sistematik biçimde yapmaya devam etmek ve geliştirmek istiyorum.

Oturdum 2014 yılında yapılacaklar listesi hazırladım. Ne kadarına yetişebilirim bilmiyorum; ama listemde kariyer, hobi ve arınma başlıkları altına ayrılmış tam 24 madde var.

Umuyorum ki, 2014'ü kapatırken, hala aynı şevk ve huzurla aynı ofiste çalışmaya devam ediyor, yüksek lisans proje / tez konumu seçmiş üzerinde çalışıyor, çok daha iyi fotoğraflar çekiyor, yoga yapıyor, sağlıklı besleniyor, ailemle, sevgilimle ve harika arkadaşlarımla şimdiki kadar çok şey paylaşmaya devam edebiliyor olurum. Ayrıca 2014 biterken biraz para biriktirmiş, en az beş kere daha dalmış, Mushaboom8'e her hafta üç yazı yazmış, İstanbul'u köşe bucak semt semt gezmiş, haftada en az iki kere mutfağa girip yeni tarifler denemiş, en az altı kere seyahate çıkmış, chucha boutique üzerinden dolaplara sığdıramadığım kıyafetlerimi yeni sahiplerine kavuşturarak arınmış, en az 20 hukuk dışı kitap okumuş, bütün kağıt ıvır zıvırlarımı ve eski fotoğraflarımı ayıklamış olurum. 

Hedeflerim bu kadar basit, hiçbiri atla deve değil, gerektiği kadar planlı olursam yapılabilecek şeyler.

Yıllık izin limitli gün olduğundan tatil istikametleri konusunda uçamıyorum. Bu sene gitmeyi planladığım istikametler: New York, Mardin, Midyat, Adıyaman - Nemrut, yeniden Berlin, Opener Festival sebebiyle Gydonia, Krakow, Varşova, Lviv, Kabak Koyu ve Datça. 


Bir de şu flash mob gibi, insanı duygulandıracak kadar harika düşünülmüş süprizlerle yolumun bol bol kesişmesini diliyorum.




Yazının bu kısmına kadar yorulmadan okuyanlar, yılı kapatırken, size de sormak istediğim bir kaç şey var. Yorum veya mail olarak cevap verirseniz, merakımı gidererek bana şahane bir yılbaşı hediyesi de vermiş olursunuz. (Adsız olarak yorum bırakmak da serbest! :) ) 

1) Mushaboom8'e en sık hangi saatlerinde yolunuzu düşürüyorsunuz? Sabah uyanınca mı açıyorsunuz, ofiste molaya ihtiyaç duyunca mı, akşam evde canınız sıkılınca mı?  

2) Abartı yükleme mi yapıyorum, yoksa gereğinden az mı yazıyorum karar veremiyorum. Yazasım gelen konu bol, ama bunu kestiremiyorum. Yeni yılda iki günde bir yazı gibi planlıyorum, nasıl?

3) Yazılarım gerçekten gereğinden uzun mu diye düşünüyorum bazen. Ne dersiniz?

4) Pek çok konuda yazıyorum. Mekanlar, film, seyahatlerim, kitaplar, hissettiklerim, ilişkiler... Bazen de aynı yazıda birbirinden alakasız şeyleri birbirine bağlıyorum. Bu okumayı zorlaştırıyor mu, ilk sorum bu. İkincisi de en çok hangilerini seviyorsunuz, en az hangilerini?



Hep ben ben ben bir yazı oldu bu, malum benim yıl sonu kapanışım bu.
Aynısını siz de yapın.

Kendinize yalnız kalacağınız boş bir zaman yaratın.

İçinize dönüşünüzü ne kolaylaştırıyorsa hepsini hazır edin, sigara, mum ışığı, bir kadeh içki, kahve, sevdiğiniz müzikler gibi...

Bilgisayarınızın başına kurulun veya elinize bir kağıt kalem alın.

Cümlelerin bozuk olmasına aldırmayın, kendinize dürüst olarak, bu yıl biterken 2014'e başlarken ne durumda olduğunuzu yazın. Hayallerinizi ve planlarınızı değil, bu gününüz yazın. Nelere sahipsiniz, nasıl bir hayat yaşıyorsunuz, işteki pozisyonunuz ne, ne kadar sevdiğiniz bir iş yapıyorsunuz, iş dışındaki zamanlarınızı nasıl harcıyorsunuz, dış görünüşünüzden ne kadar memnunsunuz, hayatınızdaki neleri seviyorsunuz, neleri sevmiyorsunuz...

Sonra da önümüzdeki bir senede yapmak istediklerinizi yazmaya başlayın. 2014'te neleri başarırsanız bu yılı iyi bir yıl olarak kabul edeceksiniz? Kariyeriniz ve özel hayatınızla ilgili neler planlıyorsunuz? Bu yıl yapmaya başlamak ve yapmaktan vazgeçmek istediğiniz şeyler ne? Nerelere seyahate çıkmak istiyorsunuz? Boş zamanlarınızda yapmak istediğiniz şeyler ne?...

Benim gibi canınız istediği anda geriye dönüp bakabileceğiniz bir blogunuz yoksa, bu yazdığınız şeyi kaybedebilirsiniz. Yazık olur, en güzeli futureme üzerinden yazdıklarınızı kendinize mail atın, mesela 28 Aralık 2014'te size mail olarak gelmesini planlayın.

2014 biterken, bunları tekrar okumak, özellikle de bir önceki yıldan daha iyi bir durumdaysanız ve listedekilerden en azından birkaçını yapabilmişseniz, kendiniz ile gurur duyacak ve bir sonraki yıla çok daha şevkli bir başlangıç yapacaksınız.

2013 yılından en sevdiğim 10 fotoğrafım ile de bu yılki son blog yazımı kapatıyorum:























İyi yıllar! :)

Dip Not: Başlık da bu yıl kesinlikle en sevdiğim videolardan biri olan hortum gören teyze ilhamlıdır:

29 Aralık 2013

Hurdacının Hayatı, Aheste, Sıdıka Meze Restoranı, Mişa, Millwall, Yanyalı Fehmi

Yozgat Blues birkaç haftadır izlemek istediğim bir filmdi. Defalarca plan yapmamıza, hatta Şile'den filme gitmek için erken dönmemize rağmen, son dakikada çıkan bir sebeple bir türlü izleyemedik filmi.

Perşembe günü artık "Tamam. Bu akşam gidiyoruz." dedik. Film, Kadıköy Rexx Sineması'nda 19:45'te oynuyordu. Akatlar'da çalışan ben, iş çıkışı mis gibi metroyla evime dönebilecekken, sırf Yozgat Blues uğruna, "Mesai saatlerine bağlı olarak Avrupa yakasında çalıştığım sürece Anadolu Yakası'nda oturmayacağım" diye yemin ede ede iş çıkış saatinde metrobüse bindim ve karşıya geçtim.

Gişeden "Yozgat Blues'a iki tane." diyerek biletimizi aldık, koşa koşa salona girdik, hatta ben bir müvekkil ile telefon görüşmesi yaptığım için fragmanları kaçırarak aceleyle girdim salona.

Film başladı. Türkçe değil, hangi dil olduğunu da anlamıyorum; ama biliyorum Yozgat Blues Türk filmi... Tam bir prototip ile "Herhalde doğuda geçiyor, Kürtçe mi bu konuşulan dil acaba?" diye düşünerek filmi izlemeye devam ettim. Sonra arabayı parçalama sahnesine geldik. Bir de bu aralar çok konuşulan "Bir Hurdacının Hayatı" diye film var biliyorum, "Hurda da bu aralar alternatif sinemanın trendi galiba." diye düşündüm. 


Ne zaman arabaların plakasının Bosna Hersek plakası olduğunu gördüm, izlediğimiz filmin Yozgat Blues değil, Bir Hurdacının Hayatı olduğunu anladım. Bu arada filmin 45 dakikasını filan izlemişiz! Zaten kötü bir ruh haline girmesine neden olan bir günü devirmiş Mr. Feelgood'u dürtükledim: "Biz yanlış salondayız!"

Neyse filmi izledik, çıktık, bilete baktık, salon numarası yazmıyor. Kapıya çıktık, hani sinemalarda içeride oynayan filmin afişi olur, o da yok. "Biz neden bu salona girdik?" diye düşündük, çünkü kapıdaki adam bizi bu salona yollamıştı.

Gişeye gittik, "Biz Yozgat Blues'a gelmiştik. Nasıl oldu da Bir Hurdacının Hayatı'nı izledik?" diye sorduk. "Yozgat Blues'un seansları bitti, yok ki o film." cevabını aldık. Dumur olduk. Biz yanlış salona girmemiştik, bize yanlış bilet satmışlardı! "Eee, o zaman Yozgat Blues'a iki bilet istediğimizde, neden gösterimin bittiğini söylemek yerine bu biletleri veriyorsunuz?" diye sorduk.

Duymak istediğimiz tek şey, "Kusura bakmayın. Yozgat Blues oynuyordu o salonda, dalgınlıkla atlamışım ben de." gibi bir özür duymaktı. Cevap olarak, "Sırayı işgal ediyorsunuz, insanlara izin verin." aldık. Tabii çıldırdık!

Sinemanın müdürü olduğunu söyleyen bir adam geldi bu sefer karşımıza. "İzleyeceğiniz filmin ne olduğunu bilmiyor musunuz? Konusunu bilip gelseydiniz, film başlar başlamaz anlayıp çıksaydınız." dedi. "Alın paranızı gidin burdan, rahatsız ediyorsunuz beni." dedi. Daha neler neler dedi say say bitiremem. Laf anlatamadık. 

Derdimiz ödediğimiz bilet parası değildi, tavır ve yanlış yönlendirmeydi. Sadece bir özür bekledik, yerine gidin buradan aldık. Laf anlatamayacağımızı anlayınca, aldık paramızı geri, gittik o parayla bira içtik. 

Uzun bir süredir eski sinemaları kendi çapımda desteklemeye çalışıyordum. Malum Alkazar'ımızı, Emek'imizi kaybettik. En azından geri kalanlar yaşasın diyordum, sinemaya giderken mümkün olduğunca bu sinemalardan yana tercih yapıyordum. Anladım ki, belki de özel işletmelere geçmesi daha iyi oluyor sahiden. En azından memur zihniyeti ile değil, müşteri memnuniyeti odaklı çalışıyorlar. 


Bir Hurdacının Hayatı'na gelirsek, bence kış depresyonundaysanız, hayatınızdan şikayetçiyseniz reçeteniz bu film. İzlerken içiniz daralacak, büzülecek; sefalet bütün iliklerinize işleyecek ve sonra filmin etkisinden çıkacaksınız hayatınıza şükredeceksiniz. Aslında her şeye sahip olduğunuzu fark edeceksiniz.


Filmin başkahramanı Nazif, bu filmde kendi hayatını oynuyor, gerçekten bir hurdacı. Performansı ile Berlin'de en iyi erkek oyuncu altın ayı ödülünü alıyor. 

Filmin görüntü olarak en iyi sahneleri kuşkusuz, arabaları parçalayarak hurda haline getirdikleri sahneler. 

Ben filmde en çok iki şeyden etkilendim, birincisi o yokluk içindeki insanların beklentisiz birbirine karşı olan yardım edişleri... Ben bir arkadaşımı her gün çağırıp bir şey yapmasını istesem, muhtemelen üçüncü gün "Yorgunum.", "Planım var." gibi cümleler duymaya başlarım. Kötü-iyi bir insan olmakla alakasız bir şey bu; bireysel yaşamaya alıştığımızdan.

İkincisi de adamın karısına kahve yaptığı sahne. -"Biraz sert olmuş." -"Erkek kahvesi" diyalogunun geçtiği an gülmeye başlamaları. O an o sefaletin içinde, o durumda dahi mutlu olabilmeleri...

Ah yok ben daha keyifli bir şeyler istiyorum derseniz, buyrunuz bu aralar keşfettiğim lezzet durakları:



Aheste: Türkçe'de pek sevdiğim bir kelime olan Aheste adını taşıyan mekan Galata'da yer alıyor. Minik, loş, sempatik bir yer. Menüsü sayfalarca değil, ama rakınızın yanına gidecek hem frapan, hem de klasik lezzetler sunuyor. Ben Doğu ile Ege'nin muhteşem sentezi olan humuslu ahtapotu çok beğendim. Diğer yediklerimiz de oldukça lezzetliydi, ama çok aç karnına gitmemenizi tavsiye ederim, kafa başı 100 TL ödeyip lezzetli şeyler tadıp doymadan kalkabilirsiniz. Karınınız çok aç değilken, bir şeyler kımkımlanıp demlenmek için ideal bir adres. Benim gibi rakıya tapar olmayanlar, bir iki dublede kesilenler için de nefis bir kokteylleri var: Ananas rakı. Önyargılı olmayın, mutlaka deneyin. 


Sıdıka: Rakı demişken anmadan geçemeyeceğim bir adres. İstanbul'un en tatlı meyhanesi! Annem İstanbul'a gelmiş, gün boyu Allen Carr Sigarayı Bırakma Merkezi'nde olmuş, akşam da rakı içmek istiyor, bir yere rezervasyon yaptır, dedi. Hafta içi olduğundan ev muhiti yakınlarında olması lazım gideceğimiz mekanın, mezelerinin güzel olması lazım, farklı bir yer olması tercih sebebi. Aklıma ne zamandır önünden geçip durduğum ve hakkında olumlu şeyler duyduğum Akaretler'deki Sıdıka geldi. Servis elemanları çok ilgiliydi, lakerda ve kalamar lezizdi. Midyeler ise bizi bizden aldı. Sigara içilen alanı olmaması da, günün konseptine çok uydu. Sigara içmeyen, deniz ürünü meze severlerdenseniz, mutlaka yolunuzu düşürün ve zevkten ölürken kulaklarımı çınlatın, derim.


Millwall: Yukarıda anlattığım Rexx macerasından sonra, bira içmek için klasik adresimizden vazgeçtik, yeni bir yer deneyelim dedik ve Millwall'a oturduk. Guiness içmek istedim, yokmuş, ama hemen yerine alternatif önerdiler ve resmini gördüğünüz siyah birayı içtim ve sevdim. Mekan dekorasyonu, menüsü ve bira çeşitleri ile tam bir İngiliz pub'ı... Değişik bir bira denemek isterseniz yolunuzu düşürün. Sadece erkek arkadaşınız ile gitmeye kalkmayın, her taraftaki ekranlara ve orada dönen maçlara kilitleniyorlar, olay çıkıyor. Bir de müzikler hiç olmamış, pub dediğin yerde piyasa cıstak cıstak şeyler çalar mı, aşkolsun!


Mişa: Kadıköy'de bir kahve ve bir tost yuvarlamak için bir yerler aranırken, Cafe Mişa'dan yana tercih yaptık. Dikiş makinelerinden yapılmış masaları, etnik dekorasyonu ile ev gibi samimi ve karakteristik bir mekandı. Kahvem french press'te geldi, güzeldi. Tostlarımız da özenle hazırlanmıştı. Menüsünde iki tane İran yemeği vardı, oldukça lezzetlilermiş, herkes bu iki yemek için buranın yollarını tutuyormuş. Tatmadan ne desem yalan; ama kendinize kuytuda kalmış, ev gibi, sakin bir yer ararsanız, burası aklınızda olsun derim.


Yanyalı Fehmi Lokantası: Tamam Dünya mutfağı iyi hoş, fast -food hayatımı kurtarıyor ama canım bazen de daha lokal lezzetler istiyor. Yanyalı Fehmi Lokantası, Kadıköy'de bir Osmanlı Restoranı, miladı çok eski. Benden daha önce keşfeden arkadaşlarım, son zamanlarda yemeklerini bozduğunu söyledi; ama bizim yediğimiz iki yemek de gerçekten lezzetliydi. Özünüze dönmek istediğiniz zamanlar için gidilesi bir adres.


Lezzetle kalın!




28 Aralık 2013

bir kutuda neşe, sağlık, sevgi, başarı, huzur

Yılbaşı demek benim için süs demek, renkli ışıklar demek, planlar yapmak demek ve tabii hediye demek. 

Hediye zor iş... Bir kere doğru hediyeyi seçmek için kafa patlatmak gerekiyor, hadi düşündünüz taşındınız bir fikriniz var, onu satan bir yer bulmak gerekiyor. Hediye size veriliyorsa da, işiniz zor. Hiç işinize yaramayacak veya zevkinize uymayan bir şey çıksa da paketten, çok mutlu olmuş gibi yapmanız lazım malum.

Biz ofiste yılbaşı çekilişi yaptık bir ay kadar önce. 
Kuralı da koyduk, kimse kimseye söylemeyecek hediye alacağı kişiyi... Bir aydır herkes çılgın bir yoğunlukta çalışsa da, stratejiler geliştirmekten geri kalmıyor. "Bence Sezen X'e alıyordur" gibi. Nerede iki kişi başbaşa kalsa, diğerini sıkıştırmaya başlıyor: "Sana kim çıktı?" 

Büyük olaylar çözülüyor, mütaalalar, dava dilekçeleri hazırlanıyor, ama ofisin gündeminden hediye mevzuusu bir aydır düşmüyor. 

Tabii ofise gelen her kargo ve her paket bir ipucu olduğu için, başka zaman kimsenin diğerine gelen paketi merak etmesi gibi bir durum söz konusu değilken, bu aralar her paketin üstü inceleniyor, sallanıyor, içinde ne var anlamaya çalışılıyor.

İşte tam da bu günlerde benim elime ofis çekilişi ile bağımsız bir paket geçti: İlk yılbaşı hediyem! Atölye Radika'dan...


Paketin içinden çıkan her şey çok zevkli ve güzel parçalardı; ama asıl üstündeki kartı okuduğumda daha da anlamlandı; çünkü hepsinin bir misyonu vardı. 2014'ü neşeli, sağlıklı, sevgi dolu, başarılı ve huzurlu geçirmemi sağlayacaklardı. Çok ince ve esprili bir detaydı bu. 


Bu yılbaşı paketinin yaratıcıları Alev ve Seda'ya, hem onlar, hem de Atölye Radika hakkında merak ettiğim her şeyi sordum. Hala yılbaşı hediyesi alamadığınız birileri varsa veya 2014'te düğün dernek planları içindeyseniz, bu söyleşi sizin için gerçekten çok faydalı olabilir :)

Biliyorum, bir ürün tasarımcısı, bir grafik tasarımcı iki arkadaşsınız. Peki ya Atölye Radika'nın hikayesi nedir? Kurumsal hayattan bir gün sıkılıp kafanız atıp da bir iş kuralım fikri mi gelişti, yoksa en başından beri aklınızda olan bir plandı da yavaş yavaş mı şekillendi?

Yaklaşık 3 senedir tanışıyoruz; özel bir şirkette aynı ekipte çalışıyorduk. İşimiz yaratıcılık ve tasarım ile ilgili olduğu için, sohbetler de bu yönde gelişiyordu. Tasarımı ile öne çıkan her ürün veya projeyi paylaşmak ve detaylarını tartışmaktan zevk alıyorduk. Kurumsal iş hayatından sıkıldığımız için değil, fakat kendimizi denemek üzere hobi olarak başladık araştırmaya ve üretmeye. Araştırdıkça yakaladığımız güzel detayları, kendi fikirlerimiz ile birleştiriyorduk. Böylece, Atölye Radika yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Aile ve arkadaş çevremizde nişan, nikah ve doğum gibi kutlamalara tasarımlarımız ile eşlik ediyorduk. Hediye tasarımlarımız beğenildikçe ve konuya artan ilgimizi farkedince, bu hobimize bir koleksiyon ve kimlik oluşturarak devam etmek istedik.


Atölye Radika tamamen ikinizin eseri mi yoksa, gizli kahramanlar da var mı bu işin arkasında?

Atölye Radika, tasarım ve kimliği ile oluşurken eşlerimiz, ailelerimiz ve dostlarımızın fikirlerinden beslendi; tamamen ikimizin eseri fakat yalnız değiliz demek daha doğru! :)

Peki ikinizin arasında bir iş bölümünüz var mı? Tasarlayan, malzemeyi, fikri bulan, fotoğraflarını çeken gibi?

Uzmanlıklarımız farklı olduğu için bazen iş bölümü yapıyoruz; ama ikimizin zamanı ve enerjisine bağlı olarak bu iş bölümü de değişebiliyor. Her gün konuşarak, paylaşarak ve tartışarak iletişim kurmak iş bölümünün keskin çizgilerini kaldırıyor.

Önemli not: Bir balık burcu ve bir ikizler burcu, iyi iletişim kurarsa iş bölümü doğal ve yaratıcı bir süreçtir. :)


Ürünleriniz el yapımı kadar özenli, ama makineden çıkmış kadar muntazam. El yapımı mı Atölye Radika'da gördüğümüz her şey?

Detaylarda ve işçilikte özenli olmak ilk kuralımız; hafif yamuk, biraz bozuk, azıcık eksik gibi kaçamaklar yapmıyoruz, bu konuda takıntılıyız bile denebilir. :) Her şey el yapımı değil veya bizim elimiz ile yapılma değil, öyle olması da oldukça zor. Kişiye özel ve yüksek adetli siparişler ile çalışırken yetişmek zor, fakat el yapımı veya hissi veren doğal malzemeler seçerek çalışmayı tercih ediyoruz. Plastikten uzak duruyoruz; kağıt, cam ve tekstil kullanmayı çok seviyoruz. Yeni bir ürün grubumuz var: Defter. Yeni yıl ile beraber, yeni aksesuarlar (defter, minder, askı, çerçeve, vb.) tasarlamak ve Atölye Radika'nın el yapımı koleksiyonlarını oluşturmak istiyoruz.

Web sitenizde çeşit çeşit ürün var. Talipliler onlar arasından seçip sipariş mi veriyor? Yoksa ellerinde beğendikleri bir şeyin fotoğrafı ile kapınıza dayansa, sipariş üzerine üretim de yapıyor musunuz? Mesela ben evleniyorum diyelim, çok miktarda ürüne ihtiyacım var. Sizinle yaklaşık ne kadar zaman önceden iletişime geçmem gerekiyor? 

Kişiye özel tasarım yaptığımız için, hazırda "bitmiş ürün" bulunduramıyoruz. Daha önce çalıştığımız siparişlerin fotoğraflarını örnek olması için paylaşıyoruz; bazen örneklerin aynısı sipariş ediliyor, bazen ise malzeme renkleri ve içerik kişiye özel tercih edilebiliyor. İletişim için, teslimden en az 10 gün önce diyoruz, ama 500 adet ve üzeri siparişler veya karar vermekte zorlanan kişiler için bu süre daha uzun olmalı elbette. 

Nadir de olsa, farklı ve daha önce çalışmadığımız bir hediye isteği gelebiliyor. Örnek bir fotoğraf veya sözlü tarif ile gelen istekler, oldukça heyecan verici bir süreç. Atölye Radika'nın tasarım diline ve kalitesine uygun ürünler teslim etmek istediğimiz için, yeni tasarımı oluşturma sürecinde yeni şeyler öğrenme fırsatı bulmuş oluyoruz.



Bir de fikir olsun diye mesela bebek, nikah şekerleri için fiyat aralığınız nedir?

Nikah ve doğum hediyelerinde fiyat aralığımız 3,00TL-6,00TL arasında değişiyor. Daha önce çalışmadığımız bir hediye için ise, malzemeler için fiyat araştırması yaparak yeni bir fiyat teklifi sunuyoruz.

Çok klişe bir soru olarak, ilham kaynaklarınız? :)

Öncelikle hayaller ve isteklerden ilham alıyoruz; sonra ise, ortaya çıkan ürünler ve kullandığımız malzemelerin potansiyeli ile kendimizi geliştiriyoruz. Örneğin; bir nişan veya doğum için kutlama yapıyorsunuz ve ufak ama özel bir hediye ile mutuluğunuzu paylaşmak istiyorsunuz. Bu hediye sizin tarzınızı ve kutlama sebebinizi yansıtmalı, daha önce gördüklerinize göre fark yaratmalı ve tebessüm sebebi olmalı diye hayal ediyorsunuz. Bu süreçte doğru malzeme ile renklere karar verebilmek, ve sonundaki tatmin ile tebessüme varabilmek, bize ilham veren önemli detayları oluşturuyor. Malzeme gezileri, ürün/detay araştırmaları ve arkadaş tavsiyeleri ile yeni şeyler öğrendikçe hevesimiz ve ilham kaynaklarımız artıyor.


Sormadan edemeyeceğim bir şey, Radika bildiğim kadarıyla Egelilerin pişirmeyi pek sevdikleri bir ot. İstanbul'da da pek bilinmez, Egeli misiniz? Ve neden "Radika"?

Karahindiba çiçeği olarak da bilinen radika, çocukluğumuzun hafif bir esintide bile uçuşan tüylü çiçeğiydi. Bu tüylerin, hem hatıraları canlandıran hem de narinliği ve güzelliği temsil eden detaylar olduğunu düşünüyoruz. Detaylara ve hatıralara verdiğimiz önemi yansıtması için atölyemize Radika ismini verdik. Egeli değiliz, araştırmayı seviyoruz.

Egelilerin bu çiçeğin yapraklarını kullanarak yaptığı mezeyi de duyduk. 

Not: Üflerken dilek tutmayı unutmayın! ;)

Ürünlerin hepsi çocuklarınız gibidir eminim, ama özellikle sevdikleriniz vardır. İkinize ayrı ayrı en sevdiklerinizi sorsam...

Dantel şerit ile süsleyerek hazırladığımız lavantalı şişeler: Pembe olmadan romantik, demode olmadan nostaljik ve sıkıcı olmadan sakin bir havası var.


Maillerinizdeki uslüp ve dil harikaydı! Çok okur yazar olduğunuzu düşünüyorum, yanılıyor muyum? Konseptten biraz çıkalım, Mushaboom8cilere 2014 'te mutlaka okumalarını tavsiye ettiğiniz birkaç kitap tavsiyesi isteyelim sizden.

Teşekkür ederiz!  Belki eskiden çok okur ve daha çok yazardık diyelim. Son aylarda dikkatimizi ve ilgimizi çeken kitaplardan tavsiye edebileceklerimiz şöyle:

Acaba Nasıl (Bilmeniz Gereken 500 Şey) / Derek Fagerstorm & Lauren Smith, NTV Yayınları
Gündelik hayata dair pratik ve ferekli/gereksiz her türlü bilgi harika illüstrasyonlar ile anlatılmış. Çok işe yarıyor ve çok eğlenceli bir kitap. Topuz yapalım, Nar soyalım, Kadın bluzlarını tanıyalım, Ağız içinde kiraz sapı düğümleyelim…

Gebelere Balon (Hamilelik Hurafeleri) / Bihter Dinçel & Elif Ezgi Uzmansel, Yitik Ülke Yayınları
Aynı dönemde hamile kalmış iki arkadaşın birbirlerine yazdığı detaylı ve samimi yazılardan oluşan bir kitap. Ve evet, birimiz 8 aydır hamile ;)

Atölye radika'nın gelecek hayalleri nedir? Bir dükkan, work-shop atölyeleri gibi bir şeyler bekliyor mu bizi? 
Henüz oldukça yeni ve gelişen bir süreçteyiz, ama hayalsiz olur mu? İlerde bir dükkan ve geniş bir atölyede toplantılar/kurslar olsun, bizim olsun.

Web siteleri için tık, Facebook için tık, Pinterest için tık

24 Aralık 2013

İzzet Keribar ile Kapalıçarşı, Mr. Feelgood ile Virginia Angus


Buraya ilk defa yolu düşmeyenlerin zaten hali hazırda bildiği üzere, yeni merakım fotoğraf çekmek.

Dün bir makalede "Fotoğraf çekmek, insanın aklını, gözünü ve yüreğini aynı hizaya getirmesidir. Bir yaşam tarzıdır." diye bir cümle okudum, sokak fotoğrafçılığının duayeni Bresson'un sözüymüş, çok hoşuma gitti.

Gerçekten bu uğraşı ile aklım, gözüm, yüreğim aynı hizaya gelir mi bilmiyorum, daha doğrusu sonunda nereye varacağım hakkında hiçbir fikrim yok; ama bu aralar fotoğraf konusuna fena halde sardığım kesin. Idefix'ten her siparişimde bir de fotoğraf kitabı alıyorum, iPad'imin dergiliği şimdiye kadar seyahat, yemek, kadın dergileri ile doluyken, artık fotoğraf dergilerini de yüklüyorum, mümkün olduğu kadar fotoğraf makinemi her yere taşıyorum...

Fotoğraf çekmenin bas-çek olmadığını zaten tahmin ediyordum; fakat sandığımdan daha derin sulara girdiğimi henüz fark ettim. Hafta içi günlerimden, ofiste geçen zamanlarımı, uyuduğum saatleri, yolda geçirdiğim süreleri çıkartınca zaten topu topu dört saatlik bir zaman dilimi kalıyor geriye. Bir düzene oturmuş blogumu, sevgilimle geçirdiğim zamanları, okumak istediğim kitapları, çalışmam gereken final sınavlarımı da hesaba katarsak, fotoğrafa arzuladığım kadar zaman ayıramayacağım kesin.

Yine de yavaş yavaş da olsa, yazarak ifade edemediklerimi, başka bir şekilde kaydetmek ve paylaşmak istiyorum.




Bu konuda attığım en temel adım Atölye Maçka'da İzzet Keribar ile fotoğraf atölyesine katılmak oldu. Dürüst olmak gerekirse, evime yakınlığı yüzünden tercihimi bu kurstan yana yapmıştım. Ne de güzel olmuş. İzzet Keribar gerçekten hem birlikte zaman geçirmesi gerçekten çok keyifli bir insan, hem de şevklendirici bir öğretmen.

En temel bilgileri verdikten sonra, bizi Kapalıçarşı'ya götürdü, pratik çalışmalarımız için.

















Yukarıdaki fotoğraflar, onunla birlikte yaptığımız Kapalıçarşı turunda çektiğim ve kendisinden başlangıç olarak teknik ve kompozisyon bakımından onay alan fotoğraflarım. Aşağıdakiler ise teknik ve kompozisyon açısından hatalı olanlar, ama benim yine de Kapalıçarşı'yı yansıttığı için paylaşmadan duramayacağım kareler.

Yazılarımda hep restoranlardan, barlardan, seyahatlerimden söz ediyorum. Bundan sonra zaman zaman, İstanbul'un tarihi ile de karşınızda olacağım. Tabii ki elimde fotoğraf makinem ve Hillary Sumner-Boyd ile John Freely'nin Strolling Trough İstanbul kitabımla.

Çok uzun zamandır İstanbul'da olağan hayatımı yaşarken yolumun düşmediği semtleri ve köşeleri keşfetmek vardı aklımda. Fotoğraf buna vesile olur, İstanbul'da yaşayanlara da aslında şehrin çok küçük bir kısmını bildiklerini hatırlatır diye umuyorum.






Kapalıçarşı için kitabım şöyle diyor: "Kapalıçarşı'da dolaşmak için tarife ihtiyaç yoktur, içinde kaybolmaktan, pek çok pazarlık ve alışverişten sonra tekrar yolunuzu bulmaktan zevk aldığınız bir labirenttir burası."





Kapalıçarşı, fetihten hemen sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulmuş, çıkan yangınlarla defalarca tahrip olmuş, yine de genel yapısı ve görüntüsü o günden bu güne çok fazla değişmemiş.



1880 yılında burada 4399 dükkan, 497 tezgah, 12 depo, 18 çeşme, 12 mescit, bir büyük cami, sıbyan mektebi ve türbe varmış. Bir nevi kendi başına bir şehir...




Kuyumcular Kapısı'nda tek başlı bir Bizans kartalı bulunduğu için, Kapalıçarşı'nın Bizans Yapısı olduğunu düşünenler de varmış. Diğer bir görüşe göreyse bu kartal "Kazanç dedikleri havaya uçar vahşi bir kuştur. Eğer bu kuşu nezaketle avlayabilirsen bu bedestende kar edebilirsin." anlamına gelmekteymiş.



Kıbrıs Savaşı döneminde orduya yardım amacıyla Kapalıçarşı esnaflarının kendi arasında savaş uçağı almak için para topladığı, o dönemde bir Rum esnafın bütün toplanan para kadar bağış yaptığı ve böylelikle uçağın alındığı gibi güzel bir rivayet de var, daha yakın dönemlere ilişkin.



Ekşi Sözlük'te Kapalıçarşı başlığı altındaki 37 sayfa entrynin yaklaşık 30 sayfasının aynı ismi taşıyan dizi ile ilgili yazılmış olmasından büyük bir hayal kırıklığı yaşamışken, bir tanesi beni benden aldı:  "Ticari hayatta ayrı bir karizması vardır. Kapalıçarşı'da yetişmek, bir tüccar ya da pazarlamacı için odtü'de okumak, Harvard'da master yapmak gibi bir şeydir."


Fotoğraf gezisi sona erince, Mr. Feelgood ile buluşmak için, milli piyangosu Nimet Abla'nın önündeki kuyruğa şok olarak (bir haftasonu etkinliği olarak planlayabilirsiniz, çünkü en az yarım gününüzü alır o sırayı beklemek) Mısır Çarşısı'nın yolunu tuttum.

İstikametimiz ne zamandır merak ettiğimiz Virginia Angus oldu. Söylentilere göre, burası İstanbul'daki bütün steakhouse'lara et tedarik eden yermiş. Tahtakale için şaşırtıcı bir müşteri kitlesi ve hatta kapısında isim listesine yazılınan bir kuyruğu var.


Biz tercihimizi hamburgerden yana yaptık. Bundan çok değil, beş sene öncesinde hamburger dendiğinde aklımıza Mc Donalds ve Burger King gelirdi, Arbys için aşerirdik, butik hamburgerciler piyasada yoktu. Dükkan Burger bir furya başlattı, sonra da inanılmaz kötü bir hamburgeri gereğinden fazla bir fiyata dayamaya başladı; ama neyse ki tam o sırada alternatifler imdadımıza yetişti.

Ben minik hamburgerden yana tercih yaptım, Mr. Feelgood Virginia Burger söyledi. Hamburgerler önümüzde geldiğinde, on dakikalık bir lezzete saygı sessizliği oldu. Poğaça gibi bir ekmeğin arasında, yeterince kalın, az pişmiş ve çok lezzetli bir et geliyor. Her hamburgeri patates kızartması ile servis ediyorlar. Hamburger severler mutlaka denemeli.

Hamburgerleri yedikten sonra, sağımızdaki solumuzdaki masaları incelemeye başladık. Tıka basa doymuş olmamıza rağmen, yemediğimiz her şeyde gözümüz kaldı.



Lezzetle ve keşifle kalın!

Pinterest'im

Instagram'ım