19 Aralık 2013

Ama bazen sanki sen helyum soluyorsun, ben oksijen*

İstanbul'da kar en güzel 2006 yılında yağdı.
Sağda solda incecik kar birikintileri varken, bir gece uyuduk ve uyandığımızda bütün şehir bembeyazdı.  O güne kadar kar tatili ilan ettiği görülmeyen İstanbul Üniversitesi bile final sınavlarını erteledi.
Fındıklı'da yaşıyordum o zamanlar, Kafika'ya karşı yüksek giriş bir evde... Gözümü açtığım anda sokağı görürdüm ve o sabah gördüğüm manzaraya inanamamıştım. 
Cumartesi veya pazar sabahının çok erken saatleriydi, sıkı sıkı giyinip, dizimize kadar gelen yükseklikteki karın içine atmıştık kendimizi ve İstanbul Modern'e kadar yürümüştük.
Sokaklarda bizden başka kimse yoktu, kara ilk defa biz basıyorduk, pamuk gibiydi. Yıllarca İstanbul'da yaşamış annem için bile daha önce görülmemiş bir manzaraydı. 

İstanbul'a karı sadece o zaman yakıştırmıştım. 

Onun dışında İstanbul'da kar benim için pislik ve eziyetten başka bir anlama gelmiyor. Zaten yamuk yumuk çukurlarla dolu kaldırımlar her an başına bela açabileceğin adrenalin pistlerine dönüşüyor ve araçların geçtiği kısımlardaki kar, pis kahverengi bir balçık haline geliyor. Normalde de şıkır şıkır akmayan trafik, iyice kilitleniyor. Sevmiyorum o yüzden İstanbul'da kar yağmasını.

Çok yakıştığı şehirler var, geçen kış mesela sevgili Özge'nin düğünü için İsviçre'deyken, elim üşüdükçe vin chaud çadırlarına sığınıyorken, karlarla kaplı bir parkta yuvarlanarak sigara içiyorken ve hatta karların arasında nikahın yapıldığı belediye binasından parti mekanına topuklularımla yürüyebiliyorken ne kadar da keyifliydim. Ama İstanbul'da olmuyor.


Karın ilk günü, evden ofise gidene kadar zaten yorulmuşum, çalışmışım, tekrar eve gelmişim, elimde market poşetleri ile bir tarafımı kırmadan eve ulaşabilmek için gerilmişim. Eve ulaştığımda beni bekleyen Mr. Feelgood'u öpmeyi unutacak kadar fena bir haldeyim. Yok olmak istiyorum, kış bitene kadar yorgana dönüşmek veya şimdi yaz yaşayan bir ülkeye ışınlanmak istiyorum. 

Tam bir yaz sever olarak, önümüzdeki upuzun kışla nasıl başedeceğimi bilmiyorum.

Güzel güzel akşam yemeğimizi hazırlıyoruz, şarabımızı açıyoruz, yılbaşı planlarımız ve birbirimize almayı düşündüğümüz hediyeler hakkında konuşuyoruz. Aslında her şey yolunda ama o kadar yorgunum ki, keyif alamıyorum.

Filmimizi koyuyoruz, ışıkları söndürüp koltuğa kuruluyoruz. İzlediğimiz sahneye gülerken gevşiyorum, yatay pozisyona geçiyorum. Ayaklarımı uzatıyorum, Mr. Feelgood nereye koyacağımı şaşırdığım ayaklarımı kavrayıp kucağına yerleştiriyor ve gayrıihtiyari masaj yapar gibi ovmaya başlıyor. O kadar doğal, o kadar çabasız, o kadar planlanmamış, o kadar içten ki; o an bitiyorum, o an bayılıyorum, o an çok mutluyum.

Dışarıda lapa lapa kar yağıyor, elimde bir kadeh kırmızı şarap, yılbaşı desenli çoraplarımın içindeki ayaklarım sevdiğim adamın avcunda, ev t-shirtla oturulacak kadar sıcak ve izlediğimiz film Before Midnight. 


Before Sunset'i izlemeyen kalmamıştır galiba, kaç kişi o filmin ardından böyle bir aşk yaşamak için tek başına tren yolculuklarına çıkmıştır kimbilir? 

Before Sunrise'ı herkes ilk filmin hatırına izlemiş, sevmiş, ama bayılmamıştır muhtemelen. "Üçüncüsü çekilmesin iyice uzayıp kötüleşmesin" diyip diyp, yine de filmi merakla bekleyen kafası karışıklardandım ben. Ve bu filmi hepsinden daha çok sevdim. 

Bunun ilk nedeni gerçekçi olmasıydı. İki insanın inanılmaz bir tanışma hikayesi, muhteşem bir çekimi ve uyumu bile olsa, düzenli ilişki içine girdiklerinde ve çocuk doğruduklarında, hayat, iş, yeterli zaman bulamama gibi nedenlerle anlaşmazlıklar yaşayabileceklerini konu alıyor. "Gökten üç elma düştü ve sonsuza dek mutlu yaşadılar" mitine kafa tutuyor. 

İkinci neden ise, çok daha subjektifti benim açımdan. İlişkideki ben, her şey hayalindeki ilişki kalıbına uydun isteyen Celine'e o kadar benziyor ki, Celine ile Jesse'nin kavga sahnelerinde Mr. Feelgood ile kahkahalar atmaktan kendimizi alamadık. O kadar sofistike cümleler kullanmıyor olsak da, o kavgalar ve barışmalar bizimkilerin aynısıydı.

Kış günlerinde, Yunanistan'ın bir adasından yaz görüntüleri izlemeyi göze alıyorsanız ve bir ilişki içindeyseniz bu filmi mutlaka ama mutlaka izleyiniz.



Filmden çok sevdiğim bir kaç cümle ve diyalog huzurlarınızda:

"Like sunlight, sunset, we appear, we disappear. We are so important to some, but we are just passing through."

"You are the fucking mayor of Crazytown, do you know that? You are!"

Jesse: I am giving you my whole life ok? I got nothing larger to give, I'm not giving it to anybody else. If you're looking for permission to disqualify me, I'm not gonna give it to you. Ok? I love you. And I'm not in conflict about it. Okay? But if what you want is like a laundry list of all the things that piss me off, I can give it to you.
Celine: Yeah, I want to hear.
Jesse: Okay well, number 1, you're fucking nuts! You are. Good luck! Find somebody else to put up with your shit for more than like 6 months okay? But I, accept the whole package, the crazy and the brilliant. I know you're not gonna change and I don't want you to. It's called accepting you for being you.

Celine: ...we don't have to spend our lives comparing ourselves to Martin Luther King, Gandhi, Tolstoy...
Jesse: What about Joan of Arc, right, she was a teenager and she saved France, so...
Celine: Who wants to be Joan of Arc? Forget France, she was burnt at the stake and a virgin, okay. Nothing I aspired to. What a great achievement.

" But if you want true love then this is it. this is real life. it's not perfect but it's real and if you can not see it then you are blind"

 



Diğer bir film önerisi de The Hunt.
Filmin ortalarına geldiğimizde o kadar sinirlenmiş ve gerilmiştik ki, filmi kapatmak için çok geç olduğundan keşke hiç izlemeye başlamasaydık dedik. Psikolojik gerilim kategorisinde izlediğim en iyi üç filmden biri olabilir.

Lucas, çalıştığı okul kapanınca, bir anaokulunda çalışmaya başlıyor. Bütün çocukların bayıldığı bir öğretmenken, bir gün çocuklara tacizden itham edilmeye başlıyor. Filmin içinde muhteşem alt mesajlar var: bir gün bir saniyede bütün hayatınız değişebilir, en yakınınız olan insanlar size sırtını dönebilir, her şeye rağmen ayakta durmalısınız.... Hepsi kulağınıza çok klişe gelmiş olabilir, ama bu film,  zaten bildiğiniz bu gerçekleri o kadar etkileyici ve gerici bir biçimde aktarıyor ki, ilk defa öğrenmiş gibi sarsılıyorsunuz.

2013'te çok fazla bağımsız film izledim, bu sene yaptığım en iyi şeyler arasında sayabilirim bunu. Boş ve eğlenceli filmleri reddedin demiyorum, ama farklı ülkelerden bağımsız filmleri de pas geçmeyin derim ben.

Keyifli kış akşamları...






 

3 yorum:

Deniz Evin dedi ki...

Kışın en güzel aktivitesi kitap ve film zaten ve sende bunu hakkıyla yapıyosun Sezeenn kışı sevmen için yeterli bir sebep bence :) Öpüyorum kocamann bol keyifler :)

pazariseverim dedi ki...

Hunter' i izledım. Filmin oldukça eril ve dindar bir film olduğunu düşünüyorum. Yani filmin bir kilisede çözülmesi , sünnet törenlerini aratmayacak 'avcı olmakla erkekliğe ilk adımın kutsanması vs. Filmde benim en sevdiğim şey: başrolün inanılmaz oyunculuğu idi. gerisi bana göre tırt :))

zillosh dedi ki...

Denizcim,

Kış film ve kitaplar olmasa çekilmez; ama artık özledim bronz tenimi, haftasonu deniz kaçışlarını, çorap ve mont giymemeyi... Çok ama çok...

pazariseverim,

Değişik bir filmdi, ama filmi izlerken beni de çok geren, çok rahatsız eden çok şey oldu. En azından birbirine çok benzeyenlerden değildi, ama sana eril ve dindar nitelikleri konusunda sonuna kadar katılıyorum.

Pinterest'im

Instagram'ım