31 Aralık 2012

Bu yıl olgunluğu bir kenara bırakıp absürdleşmenizi, hayata karşı tutkunuzun artmasını, bol bol seyahat etmenizi ve güzel şeyler üretmenizi diliyorum.

"İlk görüşte aşka inanmak lazım. İster inanın mümkün olduğuna, ister inanmayın, en azından bunu denemek lazım. Ben yıllardır deneyip duruyorum. Kendimi bildim bileli aynı 'rasgele ilk görüş' senaryosunu farklı namzetlere uyguluyorum ve nadiren de olsa işler rastgidiyor.

Önceki akşam New York'ta yine başıma geldi, rasgele denedim, rast gitti. Mutluyum."



Çapkın ve romantik bir adam veya kadın canlandı beyninizde biliyorum. 

Oysa ki Yasemin Congar, "summer of love" kitabıyla tanışmasını bu cümlelerle anlatıyor. Kelimelerle çok güzel oynuyor, kitaplardan bahseden herbir yazısına kışkırtıcı bir başlangıç konduruyor.

Benim  onun kitabı "çok sevdiklerimiz, yarım bıraktıklarımız" ile tanışmam da aynen böyle bir ilk görüşte aşktı.

Kızlarla Ops!'ta bal kaymak ve ondan da tatlı bir sohbet eşliğinde brunch yaptığımız bir cumartesi, Mr.Feelgood'un kollarına koşmadan önce, o Beşiktaş'ının maçına odaklandığında, güzel kolları arasında oyalanmak için annemin methettiği bir kitabı almaya Alkım'a gitmiştim. Rafların arasında dolaşmak ve kitapları karıştırmak için değil, aklımdaki kitabı alıp çıkmak için. Yeni çıkanların arasındaki Yasemin Congar'ın bu kitabı durdurdu beni. Okuduğum bir yazar değildi, yazdığı gazeteye önyargılarım vardı, yine de kitabı almadan geçemedim o rafın önünden. Kapağı, adı ve arkasındaki alıntı beni cezbetti. 

Kitabı bitirdiğim zaman bahserim daha detaylı. Ama şimdi de Alison Gopnik'in kitabından ( The philosopical baby: what children's minds tell us about truth, love and meaning of life) bahsettiği "Kelebektik, birer tırtıl olduk hepimiz" yazısından alıntı yapmadan duramayacağım:


Bebeklik ve ilk çocukluk yıllarımızda karmaşa ve yenilik hükmediyor beynimize, büyüdükçe düzen ve tekrar geçiyor iktidara. Daha iyi odaklanmayı, daha organize düşünebilmeyi, zihinsel gelişim ile açıklanmaya alıştığımızdan, bunun aslında bir durağanlaşma, bir gerileme olduğunu kavramıyoruz çoğumuz. Olgunlaşmanın, sinir sistemimizin budanması demek olduğunu, düzenin ve odaklanmanın bizi giderek daha az sinir hücresi kullanmaya, dolayısıyla daha fazla atıl sinir hücresini ölüme terk etmeye yönelttiğini bilmiyoruz.

Zamana ve mekana ilişkin bilginin sağladığı sahte emniyet hissine, ayaklarımızı yere sağlam basıp düşünmemeye ve kaybolmamaya her şeyden çok önem vermeye alışarak olgunlaşmanın, daha sığ düşünmekle, daha az yaratmakla, daha cılız sevmekle doğrudan bağlantılı olduğunu anlatıyor Gopnik.

Bebeklerden öğreneceğimiz bir şey varsa, Gopnik'e göre, o da hayatın içinde pusulasız gezinmenin sandığımız kadar tehlikeli olmadığı. Kafamızın başlangıçtaki o pek yaratıcı karışıklığını, o dilsiz ama zinde tanıklarımızın tazeliğini yeniden yakalamamızın imkansızlığını teslim etse de, kısmi çare olarak seyahati ve meditasyonu öneriyor bize.



Yepyeni bir yıl var önümüzde...

Yeni yıl konseptli bir yazı yazmadan yılı kapatmak istemedim. Durdum ve geçmişte yazdıklarıma baktım. 

Bu blogu yazmaya başladığım 2008'de korkunç ve oturmamış bir dille arkadaşlarıma bir mektup yazmışım. 2009 için tek dileğim daha çok eğlenmekmiş! 


2009 bittiğinde yazdığım yazıya "Aldığımız yeni yıl kararlarının hepsini ocağın ilk haftasında unuttuğumuz bir yıl daha geride kaldı." diye başlamış ve Dilek Önder'in çok eğlenceli bir yeni yılda yapılacaklar listesini paylaşmışım. 

2010 yılında çok gezmişim, mezun olmuşum. Bütün yıl yaptıklarımı listelemişim ve gerçekten bakıyorum da çok güzel bir sene olmuş.

Aynı yıl Tempo24'e yazdığım yılbaşı konseptli yazıda “Kırmızı iç çamaşırı yeni yıla özel bir şey değil, Noel Baba da benim için fazla yaşlı zaten”  demişim. Buna çok güldüm. 

2012 yılında yılbaşı hazırlıklarımı ve yılbaşını nasıl geçirdiğimi günlük kıvamında ayrı ayrı yazılarla anlatmışım. 

Bilirsiniz severim ben kendimden bahsetmeyi. En iyi bildiğim, en kolay, en doğal, en çabasız anlatabildiğim kendi hayatımı ve kendi hislerini yazmayı... Birilerinin bu yazdıklarımda kendini bulmasını, bunlardan ilham veya keyif almasını ve sonra bana mesajlar ve mailler atmasının da beni iki-üç yıldır en mutlu eden şey olduğunu ne kadar ifade edebildim bilmiyorum. Ama bu blogu yazmak da, aldığım geri dönüşler de gerçekten son birkaç yıldır hayatımda olan bir mutluluk sebebi, çok teşekkür ederim.

Ve 2012 biterken, bir yazı yazmak yerine yukarıda alıntıyı yapmak istedim.

Çünkü bu yıl olgunluğu bir kenara bırakıp absürdleşmenizi, hayata karşı tutkunuzun artmasını, bol bol seyahat etmenizi ve güzel şeyler üretmenizi diliyorum.


Kendim için de aynı şeyi diliyorum. 



Ben bana bu mantığı hatırlatması için vücudumda sonsuza dek taşıyacağım bir dövme yaptırdım.

Mr. Feelgood "iyi düşün ama dönüş yok" dediğinde, yukarıda alıntıladığım yazıyı okuyordum. 

Emniyetli sınırlardan çıkarak, ayaklarımı sağlam basmayarak yaptığım ve hep benimle kalacak bir hatırlatıcıdan daha iyisi olabilir miydi olgunlaşmaya direnmeyi kalıcı hale getirmek için?! "iyi düşünmeyeceğim, istiyorum o kadar." dedim o yüzden.


Ve gittik. Kadıköy'de Matkap Tatoo'ya... Ne de güzel yaptık: 




2011 yılında hiç seyahat etmemiştim. Yılın çoğunu ofiste ve evde geçirmiştim. Sorumluluklarımı ön planda tuttuğum, para biriktirdiğim ve çizgilerle sınırlı bir sene olmuştu. Daha mükemmeliyetçi, daha huzursuz, daha çabuk sinirlenen bir kadın olmuştum.

2012'de bunu yırttım. Elbette sorumluluklarımı tamamen terk etmedim. Çalışmaya ve yüksek lisansa devam ettim ama hayatımı bunlara adamadım. 


Milano'ya, Beyrut'a, Atina'ya, Mykonos'a ,Santorini'ye ,Midilli'ye ,Stokholm'e ,Kopenhag'a ,Cenevre'ye, Lozan'a, Zürih'e gittim. İstanbul'da bol bol gezdim. Beni tanıyan ve takip eden insanlardan, "Sezen o harika enerjin geri döndü. Ne yapıyorsan yapmaya devam et!" yorumları almaya başladım. Bir adamla tanıştım, yanındayken hep mutlu olduğum ve eğlendiğim bir adamla. 

Karar verdim ben buyum ve ben böyle mutluyum.

Ve ben 2012'yi bana hep böyle yaşamayı hatırlatacak dövmemle kapatıyorum.

Sizin de kendi kişisel tarihinizde yapmak isteyip de ertelediğiniz ne kadar çok şey oldu kimbilir. Pahalı dediğiniz, şimdi zamanı değil dediğiniz, cesaret edemediğiniz...

Yeni yıldan beklentiniz mutlu olmak değil mi? İstediğiniz şeyleri yaptıkça mutlu olacaksınız oysa ki...

Boşverin mantığınızı, çocuklaşın bir seferlik de olsa ertelediklerinizden birini yapın bu sene. Bunu yapıp da kendinizin içindeki o mutlu ve ışıldayan tarafınızı keşfettikçe devamı gelecek zaten. 

Unutmayın absürdleşmek için en doğru zaman yılbaşı gecesidir. Hiç giymediğiniz renkte bir elbise giyerek, hiç takmadığınız bir aksesuar takarak başlayın mesela. Saçmalamanın eğlenceli olabildiğini hatırlayın, ne zamandır mantıklı olup da bu hissi unuttuğunuzla yüzleşin. 

Hayallerinizden birini seçin, 2013'te kıyın paranıza da, zamanınıza da, gerekiyorsa dırdır edecek sevgilinize ve kocanıza da,  her ne pahasına olursa olsun yapın onu, yaşadığınızı hatırlamak için...

Ve harika keşiflerinizi benimle paylaşmayı unutmayın :)))

Öperim.





27 Aralık 2012

Çok şükür bu gece yatsıdan sonra gökten adam, gökten erkek , gökten koca, gökten sapır sapır herif yağacak!

Trendeyim. Cenevre'den Zürih'e...

Elimde kahve. Üzerimde boğazlı bir kazak ve jean, ayağımda düz taban ayakkabılar.
Zaten sabah kahve almadan şuradan şuraya adım atmam ben. O normal.

Pantolon ve ayakkabılar o kadar normal değil. Çünkü o kadar seyrek pantolon giyerim ki ben, pantolon ile görülmem yakın çevremde şaşkınlık sebebi olmuştur hep. Hadi giydim diyelim, o zaman da altına topuklu ayakkabı giyerim. 

Ama o tren yolculuğunda asıl sıra dışı olan bunlar değil.
En yakın arkadaşlarımdan birinin nikahına doğru yoldayım.

Özge evleniyor. Etrafımdakilerin bana deliymişim gibi bakmasına aldırmadan birkaç kez sesli tekrar ediyorum inanmak için: "Özge evleniyor. Özge evleniyor." 

Özge'yi düşündüğümde aklıma gelen karelerden hiçbiri evlilik ile bütünleşmiyor ki... 

Bundan yaklaşık yedi yıl kadar önce bir meyhane tuvaletinde tanıştık biz. Aynı okulda okuyorduk, ama özgür ruhlu öğrencilerdik, o yüzden okula pek uğradığımız söylenemezdi. Onunla karşılıklı ilk sohbetimizi Ceneviz meyhanesinde, ben çok sarhoşken klozetin başında yapmıştık.

Sonra görüşmeye devam ettik.
Ama asıl yakınlaşmamız, benim pılıyı pırtıyı toplayıp Cambridge'e gittiğim ve sonra da sözleşme yazım dersinde hazırladığım cillop gibi sözleşmede "for further information please look at the back side" şeklinde bir kapanış yaparak ve böylece argo olarak "detaylı bilgi için kıçınıza bakın" demeyi başararak İngilizce'den sıkılıp İstanbul'a geri döndüğüm bir gecede ikimizin de sıkılmış olarak Taksim'de buluşması ile oldu. O kadar çok eğlendik ki o gece!

Çok fazla an ve çok fazla anı var onunla. Kimisi hüzünlü, kimisi kahkahalı.

Bir zamanlar bunları yazmaya niyetlenmiştik. Birlikte yaşadıklarımızdan ve birbirimize anlattıklarımızdan bir roman yazıp, sonra da ondan kazandığımız para ile Küba'ya gitmek konusunda sözleşme bile imzalamıştık.

Sonra, Tom ile tanıştı ve ben onu hayatımda ilk defa "sevgili" olarak gördüm.

O kadar güzel bir tanışma hikayeleri var ki... Tom, arkadaş ekibi ile Bodrum'a gidecek ve İstanbul'da tek bir gecesi var. Gündüz sokaklarda gezdikten sonra, gece kaldıkları Lush Otel'e dönüyorlar. Bir bakıyorlar otelin altındaki mekanda bir parti var. İşte orada tanıştılar.

İkisi de pek çok şeyden umudu kesmişken, tesadüfen, doğal bir şekilde. 

Özge'nin beni Tom ile bir yaz günü White Mill'in bahçesinde tanıştırmasını dün gibi hatırlıyorum. O gün, o an, o masada oturan herkesin içine sinmişti Özge ve Tom bir çift olarak.

Annemin yarar erkekler ve zarar erkekler teorisine Tom'u oturttuğumuzda, Tom kesinlikle yarar bir erkek oldu. Özge'ye iyi geldi. Mezun oldu, çalışmaya başladı, daha mutlu ve daha güzel bir kadın oldu. 

Aradan bir yıl geçti. İsviçre - Türkiye arası yolculuklar, gitmeler, gelmeler, özlemeler derken, 12.12.12'de nikahı basmaya karar verdiler.

Tabii ki evlenen Özge olunca, nikah dünyanın diğer ucunda bile olsa kaçırmam düşünülemezdi! 
O yüzden trendeyim, kalbim küt küt gidiyorum Zürih'e...

Zürih istasyonuna ayak basar basmaz Bretzelkönig'ten leziz bir Bretzel kapıyorum. Sonra da telefon kulübesinden Özge'yi arıyorum ve onu beklerken buz gibi bir bira sipariş veriyorum. İçtiğim biraların etkisiyle koşa koşa yetiştiğim tuvaletteki 15 dakika içinde işinizi bitirin, kapı otomatik olarak açılacaktır uyarısına çok gülüyorum. İstanbul'daki barlara da bu sistemin gelmeli, diye düşünüyorum.



Özge ve Tom ile buluşuyoruz istasyonda ve damadımızın yaşadığı Baden'e gidiyoruz. Evinin arkasındaki karlarla kaplı parkta Özge ile kız kıza sohbet ettikten sonra eve geçiyoruz.


Ev Tom'un evi gibi değil. Özge'nin annesi, babası, dayısı, abileri, yengeleri, kuzenleri derken, Tom'un evindeki ana dil Türkçe. Bir de ortalıkta Efes ve hatta cezeryeler varken, İsviçre'de olduğumu tamamen unutuyorum. 




Akşam Özge'nin dünya tatlısı kayınpederi ile kaynanası geliyor. Özge ile ortak bir dilleri bile yok, ama Özge ne dese içleri eriyor, öyle bakıyorlar. Bir de kaynana öyle lezzetli bir havuçlu kek yapmış ki! Off! Şampanyalarımızı içip, tatlılarımızı yerken, ertesi günün timeline'ı üzerinden geçiliyor.

Nikah seramonilerine ve adetlerine ilişkin Türk ve İsviçre adetleri arasında bir orta yol bulunmaya çalışılıyor.

Ertesi gün kuaför faslında buluşmak üzere ayrılıyoruz, ben Zürih'in yolunu tutuyorum.







Dünya tatlısı bir çiftin evinde kalıyorum Zürih'te: Ece ile Mayk! Birlikte bir kadeh şarap yuvarlayıp lafladıktan sonra, bana verdikleri, odada cıvıl cıvıl çarşafların üzerinde yorgunluktan bayılıyorum. 


Sabah gözümü whatsup ve Facebook notificationları ile açıyorum. Bizim kızlar, gelinin ayakkabısının altına isim yazma konusuna takmış vaziyetteler. Hani ola ki onların adını yazmayı unutursam diye, hatırlatılabilecek her kanaldan ayrı ayrı bildirim yolluyorlar. Kahkahalar atarak uyanıyorum bu telaşları karşısında. 

Ece ile kahvelerimizi ve sigaralarımızı alıp, güzelim evlerinin terasında sabah keyfi yapıyoruz. Koç Üniversitesi'nde okurken değişim ile Avusturalya'ya giden Ece'nin; aynı tarihlerde o üniversitede master yapan Mayk ile tanışmasının, İstanbul - Zuirh arası yaşadıkları ilişkinin ve sonra evliliklerinin hikayesini dinliyorum. Çok güzel bir hikayeleri var onların da ve ikisi yan yana o kadar tatlı bir çift ki! 

Bu sırada binmem gereken treni kaçırıyorum!
Ece, beni bir sonraki ilk trene yetiştiriyor. Gelinin kuaför faslı çoktan bitmiş. Nikah öncesi ev curcunasını, telaşını yaşıyoruz hep birlikte. Özge'nin heyecandan eli titrerken elindeki kırmızı şarabı duvağına dökmesi ihtimali yüzünden soğuk terler döküyoruz hep birlikte.


Ve gelinimiz gelinliğini giyiyor. Fıstık gibi bir gelin oluyor.
Ben de görevimi yerine getirip isimleri ayakkabının altına yazıyorum.



Saat 15:00'i gösterirken belediye binasındaki yerlerimizi alıyoruz. Alışmışız biz nikah denilen şeyin, toplamda 5 dakikalık bir prosedür olmasına. Nikah memuru Sufi'ye varan alıntılarla, altın oranlardan rakamların anlamına giden bir konuşma yaparken, aralarda şiirler okurken ve nikah toplamda 1 saat kadar sürerken kımıldanmaya başlıyoruz. Sonunda Tom "Ja", Özge "Evveeet" diyor.

Özge elindeki yüzükle "Evliyim kızım artık!" diyor.
Aklıma Özge'nin Tom ile tanıştığı yaz ve onunla tanışmadan önce diline takılan şarkı aklıma geliyor (başlıktaki) ve o an Kuantum'a olan inancım daha da kuvvetleniyor Baden Rathaus'ta.


Oradan kokteylin yapılacağı bara geçiyoruz.

Çok sempatik bir barda, herkes birbiriyle tanışıp kaynaştıktan sonra, gelinimizi harika limuzinine bindiriyor ve nikah yemeğinin yapılacağı Blumen Oteli'ne gidiyoruz.


Çok samimi, abartısız, eğlenceli ve keyifli bir yemek oluyor. Tom'un arkadaşlarının hediye ettiği kızağa, herkesin gelin ve damatla ilgili yaptığı konuşmalara bayılıyoruz. Belli bir saatten sonra Türk kızları olarak, canlı müziği susturup You Tube'tan "Tanrımmmm" açıyor bekarlar masasına karşı göbek atıyoruz. Bir adım daha ileri gidip, İsviçreli adamlara damat halayı öğretiyoruz.



Pasta kesilirken, bu sene gittiğim en güzel nikah olduğuna karar veriyorum bunun.
Yakın arkadaşımı böyle abartısız ama zevkli ve herkesin eğlendiği, en önemlisi de onun çok mutlu olduğu bir şekilde evlendirmek içime siniyor. Tam olarak.

Dileklere kelimeler yetmez, ama ikisine de ömürleri boyunca aynen nikahları gibi zevkli ve mutlu bir hayat diliyorum. 

Ve gecenin sonunda ayakkabının tabanındaki bütün isimler silinmişti. Böyle seyahat bahaneli, zevkli düğünlerimiz çok olsun!

Düğün demişken şu videoyu da paylaşmadan ve bütün romantizmi kahkaya çevirmeden duramayacağım:



20 Aralık 2012

İki katlı şehir: Lousanne

"Minik, saat 7:20" 


Gözlerimi açıyorum, birkaç saniye nerede olduğumu ve neden 7:20' de uyandığımı hatırlamaya çalışıyorum. Daha uyurken, giyiniyorum, dişlerimi fırçalıyorum, duty free ganimetim rimelimi test ediyorum, bütün gün sokakta dolanacağım için içi kürklü montumu giyiyorum ve komik kulak bantımı takıyorum.



Sokaktayız... Lapa lapa kar yağıyor.
Beni otobüsüme bindiriyor, "Gare Cornavin" istasyon durağı diyor. O işe, ben Lozan'a... 

İstasyondan bir kahve, bir de tatlı alıyorum.
İsviçre'de ne zaman tuzlu bir şeyler almaya niyetlendiysem, hep tatlılar daha cazip geliyor zaten.
Trende karşı koltuğumda oturan çiftle göz göze geldikçe birbirimize gülümseyerek, kahvaltı niyetine ayvalı tatlımı mideme indiriyor, dergilerime göz atıyorum.




Trenle Genevre'den hareket ettikten bir saat sonra Lozan'da iniyorum. Bir şehir haritası kapıp sokakları arşınlamaya başlıyorum.




Hava çok acayip, yarım saat lapa lapa kar yağıyor, sonra öyle bir güneş açıyor ki güneş gözlüğü takıyorum.



Sokaklar bomboş o yüzden kendimi alışverişe vuruyorum. Hatıralık shot bardakları, çakmaklar, magnetler alabileceğim bir mağazadan sonra şampanyalı çam ağaçları beni Globus'a davet ediyor.  



İçeride aklımı kaybediyorum. Kredi kartımın limiti daha yüksek olsaydı, Globus'ta gerçekten kartımdan kıvılcımlar çıkartabilirdim. Calvin Klein'ın pofuduk kışlık sabahlıkları, Barbara Riehl'in iPad case'leri, Globus'un kaşmir kıyafetleri, ev aksesuarları... Bir iç çamaşır takımı, bir de klasik Longchamplerden alıp, büyük bir irade ile kendimi oradan uzaklaştırıyorum.




Hemen ardından Papeterie isimli, evrak çantası, defter ve havalı kalemler satan bir mağazada buluyorum kendimi.




Bir klasiktir diye H&M'e de birkaç dakika ayırdıktan sonra, uzun zamandır gördüğüm en karakteristik ve orijinal butikle burun buruna geliyorum: "De La Suite dans les Idees..."




Masal evi gibi. Cupcake sabunlar, retro telefonlar, şirin bebek kıyafetleri, enteresan şuruplar... Her şey renkli, her şey yaratıcı.




Lozan'a yolunuz düşerse mutlaka yolunuzu buraya da düşürün. Adresi: Rue de la Madeline 14

Karnım acıkmaya başlıyor, birkaç tur atıyorum, restoranlar bomboş. İnsanlar nerede yemek yiyor diye birkaç grubun peşine düşüyorum. Bütün yollar sandiviçe çıkıyor. Kendime kocaman leziz bir sandiviç ve bir bira aldıktan sonra yollara düşüyorum yine.




Bir yandan şehirde gördüğüm hoşuma giden detayları fotoğraflarken, bir yandan tadını çok sevdiğim Boxer'dan birkaç şişe yuvarlıyorum. Bir anda farkına varıyorum, günlerden pazartesi! Ben elimde bira sokaklarda takılıyorum. Hayatımdaki en serseri pazartesi! Acayip hoşuma gidiyor. Keşke böyle yaşasam geçiyor aklımdan...







Bari bir müzeye gideyim diyorum. 
İçeri bir giriyorum, mülteci ofisi mübarek. Bütün evsizler müzeye sığınmış, kütüphanede uyuyanlar, merdivenlerde valizleriyle oturanlar. Sıcak ve free wi-fi var, Lozan'da sokakta kalırsanız aklınızda olsun. :)




Alexandre isimli eski ve yerel insanların gittiği bir cafe'ye oturuyorum. Murathan Mungan'ın son kitabını okumaya başlıyorum kahve eşliğinde.

"Geçmişe yolculuk herkesi yorar. Öte yandan, yolun kalanına yenilenmiş gözlerle bakmasını sağlar insanın."



Alexandre'den çıktığımda sokakları kalabalıklaşmış, Christmas çadırlarının önlerini dolmuş buluyorum. Her tarafta Christmas ruhu var. O an kanım kaynıyor Lozan'a. Hem zevkli, esprili detayları olan, hem de sokaklarında insanların fıkır fıkır olduğu bir şehir.

Sokaklarında insanların öpüştüğü, konuştuğu, yürüdüğü, kavga ettiği şehirleri seviyorum ben, ıssız ve sessiz olanları değil.






Lozan bu arada gerçekten asansörlü, iki katlı bir şehir. Yokuşlara böyle bir alternatif geliştirmişler:



Karşıma çıkan her çadırdan bir Vin Chaud yuvarlayarak, bizim meşhur anlaşmanın imzalandığı Beau Rivage Place Hotel'i buluyorum. Kendimi bir görev tamamlamış gibi hissediyorum, aylak aylak sokaklarda gezip bira ve sıcak şarap tüketmenin dışında bir şey yaptığım için. :)

Ardında göl kıyısına iniyorum. Sonra da alkolün mayışıklığı ve soğuk etkisiyle saatinin geldiğine karar verip trene atlayıp uyuya uyuya Cenevre'ye geri dönüyorum.

Cenevre'de son gecemde Au Furet Gambas A Gogo'dayız.

Kapıdan girince yoğun bir sarımsak kokusu ilk algıladığınız şey oluyor. Sonra limitsiz, Türkiye'de hiç görmediğim kadar kocaman ve lezzetli bol sarımsaklı karides yiyorsunuz. Zevkten dört köşe ve bol kokulu ayrılıyorsunuz oradan. :)

Şarjım bittiği için o leziz karidesleri paylaşamıyorum, ama adresini vererek telafi edebilirim durumu: Avenue d'Aire 44

Bugünün şarkısı da bu olsun:

Follow Me by Memory Tapes on Grooveshark

17 Aralık 2012

Namaste, bitches! I'm happy with him...


Bir cumartesi gecesi, hareket ettikçe elimizdeki bardaklardan buz sesleri geliyor, kafamız Bombay'dan kıyak, biraz komik videolar izliyoruz, biraz hayattan laflıyoruz, biraz bu gece Taksim'de neler varmış diye biletixi kurcalıyoruz. Hatta bir ara kalkıp matları serip üç beş pilates hareketi yapıyoruz. Serbest çağrışımlarla... Saçma sapan bir videoya kikirderken, bir anda birimizin aklına gelen cümleyle çok derin konulara girebiliyoruz. Dalgın dalgın gelecekten konuşurken, bir anda kendimi iki elim onun elinde davul çalmanın temel hareketlerini yapmaya çalışırken bulabiliyorum.

Hep böyleyiz. Böyleydik. 
Bir kahve içelim, diye ilk defa başbaşa buluştuğumuz akşam biralarla saatler devirmiş; belgesel izlemek için buluştuğumuz bir başka akşam kendimizi Salon'da Can Bonomo konserinde bulmuştuk. 

Hayata baktığımız noktalar çoğu zaman bambaşka olmasına rağmen hayallerimizin nasıl kesişebildiğini sorguluyorum onunla ne zaman sohbet etsek. İkimiz de birbirimizin nasıl öyle düşündüğüne inanamıyoruz. Gözlerimizi kocaman aça aça dinliyoruz hayretle diğerimizi. En güzel olan, dinliyoruz biz birbirimizi. Gerçekten dinliyoruz. Belki de bu yüzden bu kadar farklı olmamıza rağmen böyle saatlerce konuşabiliyoruz. Belki de yine bu yüzden sadece bir aydır birbirimizin hayatında olmamıza rağmen, sanki çoook daha uzun süredir birlikteymişiz gibi hissediyoruz.

Bayıla bayıla yiyip durduğum fındık ve kuru üzüm gibiyiz. Tamamen bambaşka tattayız, tek başımıza da lezzetliyiz, bir arada daha da lezzetliyiz. Ben daha bireysel merkezli bakıyorum her şeye, o daha toplumcu. Ben iflah olmaz bir pozitifim çoğu zaman, onun melankolik yanı da baskın. O beni derine çekiyor, çok kaybolduğumuzda ben onu yüzeye....Farklı olmanın anlaşamamak değil, bütünlemek olduğu noktadayız.



Hala çok bilinmeyen var tabii birbirimize dair. Söz konusu kişiler ikimizken, bilinmeyenleri tüketmenin de imkanı yokmuş gibime geliyor. 

Zamandan bağımsız bir şey bu. 

İçimizde oturtamadıklarımız, kendimizle büyük çelişkilerimiz, içimizde birçok "ben" var. Daha kendi kendimize "Ben ne istiyorum bu hayattan?" , "Ben ne yapınca mutlu oluyorum?" sorularının cevabını verememişken, hisler, duygular, alışkanlıklar arasında pikeler atarken, bir başkası nasıl tanıyabilir insanı, nereye kadar tanıyabilir ki zaten. 

Yavaş yavaş keşfetmenin tadını çıkarıyoruz. Keşfettiklerimizin de değişebileceğinin bilinciyle ve korkusuyla, aynı zamanda keşfedememiş olmanın kışkırtıcı cazibesiyle...


Öyle koltukta yayılmış, anne babalarımızın sevdiğimiz ve kızdığımız yanlarından bahsederken, içkilerimizi bitirdikten sonra Taksim'e çıkma ihtimali aklımızın bir kenarındayken, nasıl oluyor da gözümüzde güneş gözlükleri, üstümüzde sadece birer t-shirt dans etmeye başlıyoruz bilmiyorum. Hem de dans etmek derken, iki salınmaktan bahsetmiyorum, gerçekten çılgınlar gibi dans ediyoruz, saatlerce. O gece dışarı çıksak, hiçbir yerde dans edemeyeceğimiz kadar çok...

O saatleri oluşturan anların birinde, aklıma birkaç saat önce telefonda konuştuğum çok yakın bir arkadaşımın "Sezoş bir cumartesi gecesi Anadolu Yakası'ndasın hayret bir şey bu" tepkisi geliyor. Karşımdaki adama, komik ötesi halimize ve ne kadar eğlendiğimize bakıyorum. Bu adamla bir kasabada, veya "in the middle of nowhere" deyiminin hakkını veren bir yerde bile iyi vakit geçirebilirim, diye düşünüyorum. 


Saatlerce dans ettikten sonra, sabaha karşı baygın uyuyoruz. Hatta uyumuyoruz resmen sızıyoruz. 
Sabah alarm sesine uyanıyorum, gitmem lazım. O "gitme" diyip bana güzel ötesi kolları ile sarılırken, şakasına "Gitme. Hiç gitme, yerleş buraya, evlenelim, çocuk yapalım." derken ve ben keyifle kikirderken, bir kere daha fark ediyorum ki, benim "Bir şeyler yapalım, şuraya da gidelim, bunu da görelim." şeklindeki huzursuz enerjim o bana sarıldığında kayboluyor. 

Neden ve nasıl bilmiyorum; ama onun yanındayken içimdeki fırtınalar dinginleşiyor ve huzursuz enerjim kontrollü hale geliyor. Daha sakin ve daha uysal bir kadın oluyorum. Bu yüzden adam bana bugün " Gidiyorum buralardan, gel benimle" dese, çok fazla sorgulamadan bir çanta toplar ve onunla gidermişim gibime geliyor. İkimiz de dağılmış halde ve sarmaş dolaş yatarken, korkuyorum böyle hissetmekten. Diğer yandan da bayılıyorum buna.


17 Kasım'da başlamıştı her şey.
Sadece bir ay... 30 gün...oldu. Onunla. 

'Sadece"  diyorum ama aslında ne kadar yeterli bir zaman dilimiymiş onu anlıyorum.

Bir insanı hayatına kabul etmek için, bütün yorgunluklarına, bütün tövbelerine rağmen birini tanıma hevesini duymak, birlikte İspanyolca öğrenip İspanya'ya gitmek gibi planlar yapmaya başlamak için pekala yeterliymiş.

Bütün tereddütleri bir kenara bırakıp, kendini dizginlemeden tamamen kaptırmak ve gelecek planları yapmak için ise yetersiz.

Son zamanlarda o kadar çok hevesim kursağımda kaldı ki, içimdeki "Bu sefer her şey farklı ve güzel olacak" sesinin çok yükselmesine izin veremiyorum. Diğer yandan onu düşündükçe kalbimden kasıklarıma bir şey akıyormuş gibi oluyor. İçim aktı, deyimini anlıyorum. İnsanin içi akarmış sahiden. Bu o kadar hoşuma gidiyor ki, mantıklı tedbirli korumacı olmak isteyen tarafımı dizginliyorum, o içimdeki "Her şey farklı ve güzel olacak." sesini özgür bırakıyorum. 

Bilmiyorum. Bilmek için çok erkendeyiz.
Aklıma ve dilime geliyor bir Murathan Mungan:

sadece rüzgarlardan daha güçlü olmak istiyorum, o kadar.
açık denizlerde nice yolculuklara yelken açarken
kış güneşinin mutlu ettiği bir kedi gibi mutlu, emin, tasasız,
sere serpe ve keyifli olmak tek isteğim ve dileğim.
senin ve benim, yani bizim için...


Pinterest'im

Instagram'ım