24 Eylül 2012

Yanni Baba'nın, leziz mezelerin, bastonla denize giren yaşlıların tasarım kasabası: Lesvos! (Midlilli)

Tatilin son günü olmasının hüznü ve annemin doğum günü olmasının coşkusu bir arada varıyoruz Midilli'ye.




Hangi adaya ayak basarsak basalım, ilk önce denizin yolunu tutma adetimizi bozmuyoruz. Bir taksiye yanaşıyoruz, "Güzel bir plaja götürür müsünüz bizi?" diye soruyoruz. Taksici el kol hareketleriyle, çok yakında yürüme mesafesinde bir tane plaj olduğunu anlatıyor bize.

Şaşkınız.

Bizim bildiğimiz taksiciler, alır en uzaktakine götürür, bir güzel kazık atar. 




Limandan yürümeye başlıyoruz, Özgürlük Anıtı'nı geçtikten sonra, taksiciden sonraki ikinci şoku yaşıyoruz: Bastonla denize giren yaşlı teyze ve amcalar var!

Bastondan destek almadan yürüyemiyorlar; ama yine de sabah uyanmış mayolarını giymiş denize gelmişler! Böyle güzel bir şey ben daha önce hiçbir yerde görmedim. İmreniyorum. Ben de yaşlandığımda böyle olmak istiyorum, diye düşünüyorum. 

Herşeyden elini eteğini çeken klasik yaşlıları pek sevmem. Çatlak babaanneler, dedeler favorimdir. Sokakta elele tutuşmuş, fötr şapkalı yaşlı adamlar ve inci kolyelerini küpelerini takmış pırıl pırıl giyinmiş yaşlı kadınlar gördüğümde; metroda espadrilli bronz tenli dedeler gördüğümde içim erir. Avrupa benim için sosyal hayatın içinde yaşlı insanlar görmektir, şık sokak cafelerinden ziyade... 

Babannesinden surf yapmayı öğrenen, playstationda level atlamadan yemek vermeyen dedelere sahip çocukları da kıskanırım. Net.

Ama bastonla denize giren yaşlıları ilk defa görüyorum. 





Girdiğimiz plaj gıcır gıcır, tertemiz. Tam 3 euro, öğrenci 1 euro!

Büyük bir keyifle güneşlenmeye başlıyorum, sonra berrak denizin cazibesine kapılıp, deniz gözlüğümü kapıp iskeleye gidiyorum. Su buz!! O yaşlı kadın ve adamlardan cesaret alıyorum, "Ayıp Sezen! Hadi, bak onlar şıpır şıpır yüzüyor, sen nasıl giremezsin?!" diyerek.



Biz çok erkenciyiz, cankurtaran bile bizden sonra geliyor. Elinde bir süpürge, kendi kabininin yerlerini süpürüyor, sonra tozlarını alıyor. 

Soyunma kabinleri desen, bizde elli euroya yakın para verip girdiğimiz plajların kabinlerinden temiz. 




Yunanistan krizde, temizliğe ayıracak bütçesi yok, sabah akşam sokakları süpüren insanlar, yıkayan makineler yok. Ama nasıl temiz! İnsanların bilincine hayran kalıyoruz.



Öğlene kadar denizde keyif çattıktan sonra, marinada yürüyerek, gezeceğimiz turistik yerlere karar veriyoruz. Meryem Ana Kilisesi'ne şüphesiz gideceğiz. Bizim ailede Ege'deki Meryem Ana Kilisesi çok anlamlıdır. Annem anneannemin orada dilediği dileği ile doğmuş, annem bana hamile kalamıyorken beni orada dilemiş, ben  hukuk fakültesini kazanmayı orada dilemişim... Hepimizin yeni dilekleri var, ama en çok annemin yeni yaş dilekleri var. Doğum gününde dilek dilemek için daha güzel bir adres olamaz. 




Meryem Ana kilisesinden sonra, lokal mağazaları geziyoruz. Annem bir şeyler alırken, babam devreye giriyor. "Sizin misafiriniz gelse, onları yemeğe nereye götürürsünüz?" diye soruyor mağaza sahiplerine. "Kaldırimi" diye telaffuz edilen bir yer tarif ediyorlar bize.

Gidip bir kahve içip ortamı yoklayalım, tarihi gezimize devam ederiz, seversek öğle yemeğini orada yeriz, diyoruz.




Gezdiğimiz Yunan Adaları'nda leziz yemekler ve deniz ürünleri yedik. Kardeşim bir önceki gece hepimizin dilinin ucundaki şeyi kelimelere döktü: "Bu gezide bir meze sofrası eksik kaldı. Ben Yunan Adaları planı yaparken, hep muhteşem mezelerle donatılmış masalar hayal ediyordum, hiç öyle bir yere denk gelemedik." diye. Hemfikiriz;  son durağımızda mutlaka leziz mezeler yemeliyiz! 



Sora sora buluyoruz Kaldırimi'yi... Sokak arasında masalar atılmış, sağ taraf restoran, sol taraf kahve. Tabii ki bir frappe söylüyorum. Starbucks'ın ice latte'sine on basan frappe'ler Yunanistan'da her kahvede ve çok leziz. 




Biz sohbet ederken, mekanın gediklisi olduğu her halinden belli bir adam, bizimle akıcı bir şekilde Türkçe konuşmaya başlıyor. Yıllarca Türkiye'de yaşamış ve çalışmış olduğunu anlatıyor. Sohbet gittikçe koyulaşıyor. Şimdi burada bir kuruyemiş dükkanı olduğunu ve karısının da Midilli'de maliye müdürü olduğunu anlatıyor. Ortaklıklar, kesişmeler derken, bizim sohbetimize katılıyor: Yanni Baba!

"Tabii ki yemeği burada yemelisiniz! Parmaklarınızı yersiniz. Sakın ola başka yere gitmeyin" diyor. Bizi, babaları öldükten sonra, mekanın işletmesini devralan anne, kız ve oğulla tanıştırıyor. Anne mutfakta, oğlan kahve olan bölümde, kız serviste! 




Turistik gezimizi yapıp, gelene kadarki süre için, oturduğumuz masaya "rezerve" konuluyor. Yoksa yer bulamazmışız. 

Kahvelerimizi içtikten sonra, geç bir öğle yemeğine kadar Midilli sokaklarında geziyoruz. Sokaklar tasarım bir kasaba gibi. Renkler muhteşem, modern ve klasik tezatı harika.







Sonra Yanni Baba ile Kaldirimi'de buluşuyoruz tekrardan.

Lezzet şovu başlıyor! 





Börülce salatası, kabak çiçeği dolması gibi bilindik lezzetlerin dışında, tavada Midilli peyniri ve ızgara kabak çiçeği dolması gibi daha önce hiç tatmadığımız şeyler geliyor soframıza.

Annem ile kardeşim Ouzo içelim derken, ben kahve içerken buzlukta gözüme kestirdiğim şeyin ne olduğunu soruyorum. "Retina" cevabını alıyorum. Reçineli taze şarap! "Tatmadıysanız mutlaka tatmalısınız." diyor kız ve sonra babamla benim mideye indirdiğimiz retina şişelerine yetişemez oluyor. Beyaz şarap gibi, ama değişik bir aroması var. Mezelerle de muhteşem gidiyor. 



Saatlerce yiyoruz. Uzun zamandır yemediğim kadar çok, uzun zamandır keyif almadığım kadar keyif alarak yiyorum. Hepimiz zevkten dört köşeyiz. 

Hesapta Yanni Baba'nın torpili mutlaka vardır, ama yine de şaka gibi bir hesap geliyor. Dört kişi, şişelerce retina ve ouzo dahil 60 euro ödüyoruz. 


Sonra İstanbul'a döndüğüm gün, House Cafe'de vasat bir salata ve iki biraya 80TL verdiğimde, evde yemek yapmaya başlamaya karar veriyorum zaten. 






Hesabı ödüyoruz, ayaklanacağız 90lı yaşlarda bir dede geliyor. Büyük bir coşkuyla karşılanıyor. İstisnasız her gün öğleden sonra gelirmiş buraya, bir şişe rakısını içermiş. "Benim kalbim çok temiz, çünkü onu her gün rakıyla yıkıyorum" sözü geliyor aklıma. Kim söylemiştim hatırlamaya çalışırken, dede, bizim İstanbul'dan geldiğimizi öğreniyor. Yunanca "Dünyanın en harika şehri" diyor, sarılıp öpüyor hepimizi tek tek. 


Yanni Baba, bizi İstanbul ve Adana'da ziyaret etmeye söz veriyor, biz de tekrardan Midilli'ye gelmeye... Sonra onun kuruyemiş dükkanına gidiyoruz.





Ben sanıyorum ki, minik kendi halinde bir dükkan olacak. Tarihi eser niteliğinde, içi inanılmaz şık döşenmiş bir dükkan karşılıyor bizi. Yanni Baba'nın oğlu ile tanışıyoruz, babam çocuğa "Galatasaray"ı öğretirken, biz Ouzo, Retina ve Mastika Likoru alıyoruz.



Elimiz kolumuz poşetlerle dolu, tam çakırkeyif halde gemimize geri dönerken, annem bunu hayatındaki en güzel doğum günü ilan ediyor.

Güvertedeki havuz başına çıkıyoruz hemen güneşin son saatlerini değerlendirmek için, saçımızda deniz tuzu, tenimizde güneş, dilimizde Midilli ve Yanni Baba... 

2 yorum:

Handan dedi ki...

:))) ahhh retsina şarabı ahhhh! yılbaşında midillideydim, kaldırımi de de ekmek-sızma*- şaraplı ahtapot yemiştim...

Begüm dedi ki...

Sezen, bu bayram tatilinde gittim Midilli'ye.
Sen de bir dahaki gidişinde araba kiralayıp kuzeye gidip sonra kıyıdan kıyıdan geri dönmelisin mutlaka. Yol manzaları harika, kalabalık yok, istediğin plajda durup denize girebilir hemen yakınlarındaki cafelerde dinlenebilirsin.
İskelenin oradaki plaj konusunda çook haklısın, resmen kazık yiyoruz burda :((

Pinterest'im

Instagram'ım