28 Şubat 2010

Bir kadın 5 dakikada 2500 doları nasıl harcar?











Neyse ki ay sonu ve harçlığım suyunu çekti, neyse ki henüz maaşlı bir çalışan değilim, yoksa gerçekten param olsaydı sonraki günlerde aç kalma pahasına 5 dakikada 2500doları harcayabilirdim. Nasıl güzel ayakkabılardır, nasıl güzel çantalardır bunlar? Kalbimin atış hızı ikiye katlanıyor resmen bunları gördükçe.

Bence asıl shopbop yasaklanmalı. Gariban Youtube'un şunun dörtte biri kadar bile tehlikesi yoktu. Bu site hacizlenme ve boşanma sebebi!

27 Şubat 2010

Biz o değiliz!

Yıllardır “tüketici”yim ben.

Üstelik de İstanbul Üniversitesi'nde okumuş olmama rağmen bir an için bile “Herkese eşitlik. Kahrolsun kapitalizm” fikirlerine kapılmamış, kredi kartının kıvılcımlar saçtığı her an kendini çok mutlu hissetmiş olan bir tüketiciyim.

Markaymış, markette konumlandırma stratejileriymiş, reklamlarıymış, sosyal medyada neler yaptığıymış bunlardan kısa bir süre öncesine kadar kesinlikle anlamazdım.

Yine de bilinçli bir tüketici olduğumu söyleyebilirim. Bir markadan memnun kalmadım mı, son! Şikayet hattını aramaya da üşenmem, bir daha o marka beni iyi olduğuna ikna edene kadar promosyonuna filan kanıp da o markanın hiçbir ürününü almam. Eğer memnun kaldığım bir ürünse de çok sadık bir müşteri olurum. Hem sağa sola tavsiye ederim, hem de yeni çıkan X markası daha ucuz diye kullanıyor olduğum markadan vazgeçmem. En basit örneği Dove! Benim için sabun demek Dove demektir. Gidip daha ucuz başka bir marka sabun almam için, beş sabun alana bir uçak bileti veriyor olmaları gibi olağanüstü bir promosyon yapmaları gerekir. Çok şahane reklamlar yapıyor olmaları, fiyatlarının daha ucuz olması gibi şeyler bana sabun markamı değiştirtmez.

Şimdi reklamcılık sektörüne atılıp, pazarlama ve marka kavramlarının kucağına düşmüşken, yıllardır “tüketici” tarafından baktığım olaylara bu sefer bir de “marka” tarafından bakıyorum. Üstelik de çoğu zaman markaların bu kadar “kör”leşmiş olmasına anlam veremiyorum. Ben çiçeği burnunda taze reklamcı olarak markanın, bir ürünün ya da hizmetin anlamını oluşturan işlevsel ve duygusal kazançlar, nitelikler, kullanım tecrübeleri, ikonlar ve simgeler bütünü olduğunu öğrenmişsem, markalardan da bunu göz önünde tutarak davranmalarını beklemez miyim?


İlk eve çıktığımdan beri kullandığım bir su markası vardı, yaklaşık 5 senedir de diğer bütün damacana ile su satan rakip markaların kapıma gelip “bilmemne promosyonu yapıyoruz”larına rağmen aynı markayı kullanıyordum. Hatta Cihangir'den Kozyatağı'na taşındığımda bile aynı markanın bayiiliğini bulana kadar diğer marka tekliflerini değerlendirmedim.

Siparişler genel merkez numarası aranarak veriliyordu, çok güzel bir sistem geliştirmişlerdi. Telefon açtığınızda sistem sizi aradığınız numaradan tanıyordu, tek yapmanız gereken operatörün yönlendirmesi ile kaç adet damacana istediğinizi seçmenizdi. Şahane! Ama suyun eve gelmesi, 6-7 saat sürüyordu. Bütün gün evde olanlar için sıkıntı yok, ama sabah arayıp su siparişi vermişsem ve akşamüstü evden çıkmam gerekiyorsa ve bu zaman diliminde suyum gelmiyorsa bu benim için bir problemdi.

Defalarca şikayetimi dile getirdikten sonra, adı sanı pek duyulmamış, tadı güzel, fiyatı yarısına yakın başka bir markaya geçtim. Çok daha küçük ve ucuz bir marka olmasına rağmen, ayak alıştırma kampanyaları yaptılar. İlk getirdikleri suyun ücretini almadılar, bize geçtiğiniz için bu bizden dediler örneğin. Sipariş için öyle bir operatör sistemleri yok, aradığımda üç haneli kodumu söylemem gerekiyor; ama suyum en geç 30 dk içinde kapımda oluyor.

Bugün eski büyük ve pahalı markadan aradılar, uzun zamandır su siparişi vermediğimi, başka bir markaya geçip geçmediğimi sordular. Ben de durumu anlattım. Onlar da bana yeni bir su çıkardıklarından bahsettiler. Fıkra gibi.

- Suyun evime gelmesi neredeyse 6 saat sürüyordu.

- Biliyor musunuz, yeni bir su çıkarttık.

Yeni çıkarttıkları suyun içeni forma sokma garantisi olmadıkça kendilerinden su almaya hiç niyetim olmadığını söyledikten sonra, bana yeni çıkardıkları suyun reklamını yapmaktan vazgeçip savunmaya geçtiler: “Ama o biz değiliz.”

Bir an kendimden şüpheye düştüm, markaları mı karıştırdım diye.

Karıştırmamışım. Sadece şunu söylemeye çalışıyorlarmış: “Siparişi bize -genel merkeze- veriyorsunuz, ama suyu size getiren bayiilik, o yüzden o bizim sorunumuz değil.”


Tüketicinin umurunda mıdır, bayilik veya genel merkez oluşu? Hayır, o marka adının altındaki herkes birdir.

Kötü hizmeti yeni bir ürün çıkarmak telafi eder mi? Hahaha ilahi! Hadi ordan.

Reklamcılar sihirbaz mıdır, töbeli müşteriyi ürünün peşinden koşar hale getirebilir mi? Hiç sanmam.


23 Şubat 2010

Biraz da "işe yarar"lardan bahsedelim

Yukarıdaki fotoğrafımı "Elin kolun havada, dilin dışarıda olmayan, hoplayıp zıplamadığın tek bir fotoğrafın bile yok mu?" diye sorup duran herkese hediye ediyorum. :)

Kaşla göz arası ben bile büyümüş, düzenli bir hayat yaşamaya başlamışım. Sabah yarı uyur vaziyette Sun Plaza'ya girerken, ilkokul, ortaokul ve lise yıllarında komşum olan, daha sonra üniversite yıllarında da genellikle bahar festivalleri ve konserlerde karşılaştığım bir arkadaşımla karşılaştım. İkimiz de şok olduk! Ben onu sabahın o saatinde uyanık ve üstelik gömlekli gördüğüme inanamıyordum. En son gördüğümde bungee jumping yapıyordu da... O beni zıpır parti moodumdan uzakta ciddice bir kıyafetle gördüğüne inanamıyordu. Çok komiktik.

Ardından da "geçici mezuniyet belgesi" alabilmek için yukarıdaki vesikalığı çektirince (Gömlekli ve ceketli olduğuma ayrıca dikkatinizi çekmek isterim), düzenli bir ilişkim olduğunu ve bir de hayatımın monotonlaştığını kabullenince "çılgın", "haftanın her gecesi sabahlara kadar partileyen", "ele avuca sığmaz zaptedilemez" Sezo'nun beni terk ettiğini fark ediverdim.

Şimdi de bunu tamamlayıp, bu aralar hayatımda olan, sizin için de "işe yarar" olabilecek şeylerden bahsedeceğim.

#1 YoungGuns olarak kendimize ekip arkadaşı arıyoruz! Yeni nesil reklamcı olma fikri size cazip geliyorsa ve de "Evet aranan kişi benim" diyorsanız, YoungGuns 1.1'i gözden kaçırmayın derim: http://www.younggunsproject.com/ Üstelik bu sefer kazanan grup Kampüste Marketing sırasında seçilecek.

# 2 Artık her delikten çıkmaya vaktim ve enerjim olmasa da, üye olduğum Facebook grupları, Yahoo Gruplar ve dernekler sayesinde hala olup bitenlerden oldukça haberdarım. "Ben katılımcı olamıyorsam, başkalarının olmasını sağlarım" fikrinden bir facebook sayfası fikri doğdu: Konferans, Seminer ve Toplantı Duyuruları


# 3 Bir de aileye yepyeni bir blog daha doğurdum. Umuyorum ki en az mushaboom kadar benimseyeceğim ve düzenli olarak yazacağım, üstelik de birilerinin gerçekten işine yarayacak bir blog olacak:

21 Şubat 2010

Romantik Komedi


Haftasonu biterken kapalı havaların kasvetinden kurtulasınız, biraz kahkaha atasınız, yaz mooduna giresiniz varsa, kendinizi en yakın sinemaya atıp "Romantik Komedi"yi izleyin derim ben.

Türk filmleri kadın erkek ilişkilerini anlatırkenki tabularını yıkmaya başladı, Recep İvedik ve GORA gibi filmlerle bel altı espriler kabul edilebilir hale geldi ve artık Yeşilçam geçmişinden sonra gerçekten Hollywood kıvamında romantik filmler yapılabilir oldu. Bu film de onlardan biri.

Sanatsal bir şaheser, olağanüstü bir konu bekliyorsanız uzak durun; ama kadın-erkek ilişkilerinde kendinizi bulmak, gözünüzü gönlünüzü açmak için koşa koşa gidin! =)

İzlediğim pek çok Hollywood yapımı romantik komediye on basar; çünkü espriler gayet bizden, bizim hayatımızdan. Sex and the city'nin 20 yaş ve İstanbul versiyonu olarak nitelendirebiliriz filmi.

Film bir yana mekanlar da muhteşem! Kızların evine ayrı, "ıssız adam"ımızın evine ayrı, reklam ajanslarına ayrı bittim. Ne güzel dekorasyonlar, ne güzel yerlerdir onlar!

Gürgen Öz replikleri ile kahkahalar attırıyor: "Abi sen reklamcısın. Gofret gibi iğrenç bir şeyi bile satıyorsun. Beni de tüketiciyle buluştur, tüketsinler beni!"

Kızlar zaten bıcır bıcırlar, rollere de cuk oturmuşlar, aynen bizim gibi dedikodu kazanı kaynatıyorlar, taktikler geliştiriyorlar, hayaller kuruyorlar; sadece biraz daha güzel evlerde oluyor bütün bunlar :)

Ayrıca Sinem Kobal'ın karaoke sahnesi ile Burcu Esmersoy'un dans sahnesi de oldukça başarılıydı.

Gelelim erkeklere: Cemal Hünal ve özellikle Kürklü Merkür'de keşfedip hastası olduğum Engin Altan Düzyatan da arzu edilen, çapkın, yakışıklı adam rolünün hakkını vermişler.

Hala yakasını bağrını aça aça, abartılı kolyeler takarak gömlek, atına da çok şekilli pantolonlar giyen erkekler bunu artık "demode" yapıp Engin'in bu filmdeki tarzını benimseseniz ya: Düzgün bir jean, t-shirt ve dar kesim ceket ve spor ayakkabı!




Engin ALTAN Romantik Komedi Yeni Filmi 5 Şubatta Sinemalarda
Yükleyen elif_su. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler

18 Şubat 2010

Şımarma projesi: 1000 keşif

Mezun oldum, tebrikler geldi, "Öyle kuru kuru olmaz" diye yüzsüzlük yaptım, "Aşkolsun, ne istersin?" diye sorulunca kalakaldım. Ne isterdim sahi?

Keşfetmek istiyorum! Şımarmak istiyorum! Hediye istiyorum! Bu fikir de tam buradan çıktı zaten.

Facebook listemde 1.000 küsür arkadaşım, blogumda 260 izleyenim var. Twitter, Friendfeed hesaplarım da ekstrası.

Pek sevgili arkadaşlarım, sizden bana bir hediye vermenizi, bir şey keşfettirmenizi istiyorum.
Bu "bir şey"i de kesinlikle sınırlamayacağım; ama laf olsun diye değil gerçekten sevdiğiniz ve beğendiğiniz bir şeyi bana keşfettirmenizi istiyorum.

Sevdiğiniz bir kitabı / filmi bana yollayabilirsiniz, değişik bir yemek pişirebilirsiniz, çok sevdiğiniz bir mekana beni götürebilirsiniz, vazgeçilmeziniz olan şarkılardan bir playlist oluşturabilirsiniz, "Şurası şunu süper yapıyor" diyerek bir yere götürebilirsiniz, bir alışveriş mabediniz ile beni tanıştırabilirsiniz, keşfettiğiniz harika bir blogu veya web sitesini benimle paylaşabilirsiniz, dinlemediğim bir grubun konserine götürebilirsiniz...

Keşfetme hediyelerim 1000'e ulaşana kadar yakanızı bırakmayacağım.
Her keşfimi de buradan paylaşacağım tabii ki.

Yollanacak / verilecek şeyler için adresime ulaşmak için ve birlikte bir yerlere gitmek için ortak boş zaman belirlemek için benimle e.sezenturker@gmail.com'dan haberleşebilirsiniz.

Öpüyorummmm! + Bekliyorummmmm!

17 Şubat 2010

Yeni bir sayfa daha!


Yukarıdaki fotoğraftaki t-shirt küçük bir krize yol açmış olsa da her şeye rağmen güzel bir güne ait o yüzden koymadan edemedim.

Derse boğularak geçmiş bir haftanın ardından Bolu, Gölcük, Kartalkaya şeklinde birkaç günlük kısacık bir kaçamak yaptım. (Bu pek keyifli günlerden, tanıştığım süper şeker insanlardan, keşfettiğim yerlerden tabii ki ilk fırsatta bahsedeğim.)

Bugün ajansa gitmiş, yığılmış mailleri okumaya başlamış, işleri yetiştirme paniğine kapılmıştım ki, girdiğim tek ders sınavını geçip mezun olduğumu öğrendim. Şu an itibarıyla resmen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum!

Belki düzenli olarak okula giden, çalışmayan bir olsaydım bu mezuniyet hayatımı şöyle bir sarsabilirdi, boşluğa düşebilirdim. Ama şu anda hayatımda değişen tek şey YoungGuns'a çok daha fazla zaman ayırabilecek olmam olacak sanırım.

İşten çıkışta Leb-i Derya'nın yolunu tuttuk. Manzaraya karşı sıcak şarapla kendime geldim. Sonra da Pi Night'a katılımcı olmak için Bronx Pi'nin yolunu tuttuk. Bundan sonra her salı Bronx Pi'de "Pi Night" yapılacakmış.

Girişte birer beyaz t-shirt, kocaman kalemler ve makas verdiler bize. Herkes beyaz t-shirtlarını kesip, üzerine dilediklerini yazıp kendi tarzını yaratıyordu ve onları giyiyordu. Keşke yanımda fotoğraf makinem olsaymış, neler neler yaratılmıştı!

T-shirtlarımızı boyadık, kestik biçtik, "Juju"larımızı shotladık, "Profesyonel Alkol Tüketicisi" sertifikası kazanan müdavimleri alkışladık, "So if you're lonely you know I'm here waiting for you" diye Franz Ferdinandcığımın pek sevgili şarkılarından Take me out'u avaz avaz söyledik ve evlerimizin yolunu tuttuk.

Gecenin sonu tatlıya bağlanan sevimsiz kısmı bana kalsın, siz haftaya salı günü girişi 5TL olan Pi Night'a gidip Juju içmeyi yapılacaklar listesine ekleyiverin. Bu haftaki konsept oldukça eğlenceliydi, haftayaki ne olacak sabırsızlıkla bekleniyooor!

15 Şubat 2010

Sevgililer günü sadece 1 gün değildir ki!

Aşkım,

Hayatımda ilk defa bir adama "aşkım" diye hitab etmemi sağladığın için...

En domuz ruh hallerime bile katlandığın için...

4 ve -5 sayılarını benim kadar anlamlı bulduğun için...

Hep çok geniş ilişkiler yaşamış bana "başka türlüsünü" de öğretme sabrın için...

Hiç sekmeyen birbirinden güzel günaydın ve iyi geceler mesajların için...

Mis kokun ve üzerine yattığım gömleğin için...

Kendimi harika hissetmemi sağladığın için...

Ders çalışmam konusundaki teşviklerin için...

Hem çok romantik hem de çok muzur olabildiğin için...

Yanımda olmadığın zamanlarda bile yanımdaymışsın gibi hissettirebildiğin için...

Benim sana veremeyi bir türlü beceremediğim güveni bana en başından beri verdiğin için...

Yolladığın mükemmel şarkılar için...

Gtalkı yeninden hayatına kabul ettiğin için...

En çok da hayatımda olduğun için...

Seviyorum seni!!

Arada bir ihmal etsem, sevgimi gösterme konusunda yeteneksizleşsem de biliyorsun: Bize her gün 14 Şubat! =))

11 Şubat 2010

Sevgililer gününe stratejisiz girmem abi!

Geçen sene 14 Şubat için Tempo24'e yazdığım yazıyı bu sene sevgililer gününü yalnız geçirecek olan herkese armağan ediyorum. Ben bu aralar "yalnız" ve "flörtöz" sıfatlarımı rafa kaldırmış olduğum için yazacağım 14 Şubat yazısı sitem dolu değil, Kartalkaya'dan kar ve keyif dolu bir yazı olabilir. =)

Sevgililer gününe stratejisiz girmem abi!

Şubatın bana çağrıştırdığı tek şey Sevgililer Günü. Çünkü hiçbir zaman sadece 14 Şubat ile sınırlı kalmıyor bu özel gün, bütün şubatı kaplayıveriyor. Ayın ilk gününden ortalık kırmızılaşmaya ve kalplerle dolmaya başlıyor. Vitrinlere kalpler yapıştırılıyor, gazetelerdeki bütün ilanlar kırmızı ve tonlarına bürünüyor, baktığımız her yerde mutlaka sevgililer gününü hatırlatacak bir şey oluyor.

Geçen sene İstinye Park’ın “Benim sevgilim bir odun!” sloganlı reklamları çok eleştirilse de; ben, sevgililer gününden beklenen “yapış yapış romantizm”e gerçeklik ve espri kattığı için çok sevmiştim. Hatta kızlarla caddenin ortasında arabadan inip, o reklam afişi ile fotoğraf çekilip, onu profil resmi (“Avatar” demediğim için bütün karizmayı kaybettim değil mi!?) yapmak gibi görgüsüzlükler bile yapmıştık.

Her şubatta, ayın başından algılarımıza bol bol kalp, aşk, kırmızı ve gül enjekte ediliyor. Kaçış yok bunlardan. Her yerdeler! Sevgilisi olmayanlar depresif ruh hallerine giriyor, sevgili olanlar ise telaşa kapılıyor. Ona ne hediye alsam? Acaba o bana ne alacak? Sürpriz yapmayı akıl eder mi acaba? Öyle ya da böyle 14 Şubat atlatılıyor; ama hediye almayı unutan sevgiliye atılan triplerdi, bu pek özel(!) günü yalnız geçirmiş olmayı kabullenememiş olanların aldıkları kararlardı derken etkileri ayın sonuna kadar sürüyor. Şanslı olarak atlattıysanız, yani sevgiliniz sizi Paris’e kaçırıp, size kendinizi prenses gibi hissettirmek gibi bir sürprizle “hayatınızdaki en iyi sevgililer günü”nü yaşattıysa, bu sefer de bunu arkadaşlarınıza bütün detaylarıyla anlatmanız birkaç haftayı bulacağı için, hiçbir olasılıkta mart gelmeden Sevgililer Günü’nden kurtulamıyoruz.

Ben bu sene, şubat ayını “yalnız”lara katılarak karşıladım. “Bir erkek arkadaşım olsun, olmazsa kendimi eksik hissediyorum.” diyenlerden değilim. Hatta tam tersine “ilişki-fobik” olduğum bile söylenebilir. Ama bugün strateji belirleme telaşına kapıldığıma göre, söz konusu şey Sevgililer Günü oldu mu, hali hazırda bir sevgilimin bulunmaması derdim oluyor. Dışlanmış hissediyorum kendimi, bir doğum günü partisine çağrılmamış gibi…

Şimdi aklımı en çok kurcalayan konu da bu seneki 14 Şubat stratejimin ne olacağı. Şubat bitene kadar bütünleme sınavlarına çalışmayı bahane edip kendimi eve mi kapatsam? Süslenip püslenip yakın kız arkadaşlarımla “bekar ve mutluyum” gösterisi mi yapsam? Halimin tadını çıkartıp çapkınlık turları mı atsam? Narsist eğilimlerle kokulu mumlar, küvet köpükleri alıp kendimle mi aşk yaşasam? Yoksa son zamanlarda flört ettiğim adamı arasam da bir günlüğüne sevgili taklidi mi yapsak?

Yoksa çoğunluğun yaptığı gibi “14 Şubat tamamen ticari bir gün! Kapitalizme olan sevgiyi gösteriyor, sevgiliye olan değil. O yüzden gereksiz buluyorum ve ilgilenmiyorum.” ayaklarına yatmak mı en iyisi?

09 Şubat 2010

Değişim Zamanı!

Umuyorum ki cuma girdiğim sınavı geçerek fakülteden sonunda mezun olacağım. Öğrenci sıfatının hala inanılmaz bir imtiyaz olduğuna inandığım için bundan vazgeçmeye hala hazır değilim. Sanıyorum ki hiç bir zaman da hazır olmayacağım. O yüzden daha fazla uzatmamaya, hazır olmayı beklememeye karar verdim. Zaten öğrenciliğin imtiyazı olarak gördüğüm ucuz konserlerin, zibidilik yapma hakkının ve seyahat fırsatlarının hakkını verdiğini düşünüyorum. Şimdi mezun oLma ve elimdeki diğer işlerin hakkını verme zamanı!

Bu aşamada beni avutan tek şey donut kutumun ticaret hukuku kitabımdan daha büyük olması =))
İkinci olarak hayatımda ilk defa bulaştığım bir iş "final" aşamasına gelmeden o işten elimi ayağımı çekmeye karar verdim. Organizasyon komitesine ilk katılanlardan biri olduğum, bir süre PR işlerini tek başıma yürüttüğüm, ayrıca da bir sürü harika insanla tanışmama vesile olmuş AGM OC'deki görevimi bıraktım.

Uzun bir süredir zaten hayatımdaki işlere yetişememe sıkıntısı yaşıyordum, ancak el attığım bir işi tamamlamadan bırakamama takıntım yüzünden aynen devam ediyordum. Geçen hafta AGM ile ilgili bir görüşmeye gitmek için ajansta bizim durumumuzu tartıştığımız toplantının yarısından çıkmam gerekince beynimde daha öncekilerden daha kırmızı bir uyarı ışığı yandı. Bu işlerin hepsine birden şu andaki planlama kabiliyetimin sınırları ile yetişmem imkansızdı, bunu denedikçe her şeyi birden eksik yapar hala gelecektim.

Artık PR sadece iki kişi değildi, gayet güzel çalışan bir ekip haline gelmiştik, yokluğum işlerin tepetaklak olması gibi bir sonuç doğurmayacaktı. Öyleyse ben neden kendimi bu kadar boşuna hırpalıyordum?

Gerçekten gayet güzel bir şekilde, her fırsatımda uğramam konusunda anlaşarak hayatımı ve aklımı biraz sadeleştirmiş oldum.
Veee YoungGuns cephesinden bir güzel haber: Digital Age bizi en iyi girişimlerden biri seçmiş!

Yukarıdaki resmin kaynağı da hem bizim koordinatörlüğümüzü yapan, hem de yine aynı dergide en iyi 2. blog yazarı olarak seçilen Uğur Özmen'in blogudur.

07 Şubat 2010

500 days of Summer!




AŞKIN 500 GÜNÜ – 500 DAYS OF SUMMER – TÜRKÇE ALTYAZILI FRAGM
Yükleyen tiglonsinema. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler


Bütün hafta sonunu evde geçirdim. Hem ihtiyaçtan hem de zorunluluktan.

Bütün hafta boyunca her gün iş çıkışını "happy hour" ilan edip gecesini uzun tuttuğum için vücudum yorulmuştu. Önümüzdeki iki haftasonumu da dağda geçirmeyi planladığım için bu evcil takılabileceğim bu aralarki tek haftasonumdu. Hem de geçersem resmen hukuk fakültesi mezunu olmamı sağlayacak, cuma günü gireceğim tek ders sınavım için biraz ders çalışmam gerekiyordu.

Malum bu hafta 14 Şubat haftası!
Hali hazırda çifte kumru misali bir sevgilim olmasına rağmen, "herkes için ortak özel gün olmaz" mantığım sebebiyle sevgililer günü bana herhangi bir anlam ifade etmiyor...
Sadece konseptleri seviyorum! Bu yüzden de haftanın konseptine uyarak bu hafta "aşk" "ilişki" temalı olacak her yazım.

"Bu bir aşk filmi değildir." diye başlayan dünya tatlısı bir film 500 days of Summer.
Bir dış sesin masal anlatması ve arada sırada gerçeklikten kopan sahneleri yüzünden bana "Amelie" çağrışımı yaptı.

Hayatının aşkını bulmadan mutlu olabileceğine inanmayan bir adam ve ciddi ilişkilerden köşe bucak kaçan bir kadının arasındaki ilişkinin hikayesi bu.


Kadın(Summer):
Bir erkek arkadaş istemiyorum.
Bir kadının özgür ve bağımsız olmak istemesine inanmıyor musun?
Birinin kız arkadaşı olma fikri beni rahatsız ediyor. Aslında genel olarak birinin bir şeyi olma fikri beni rahatsız ediyor.
Kendi başıma olmayı çok seviyorum. İlişkiler çok karışık. Birbirini incirebiliyorsun. Kim ister ki bunu? Genciz. Dünaynın en güzel şehirlerinden birine yaşıyoruz. Daha zamanımız varken eğlenebildiğimiz kadar eğlenelim. Ve ciddi meseleleri sonraya saklayalım.

Erkek (Tom): Kız erkek erkek arkadaş gibi isimler koymak zorunda değiliz. Sadece tutarlı olsun yeter. Yarın sabah uyanıp bambaşka olmayacağından emin olmam gerekli.

(Tanıdık geliyor bu bakış açıları değil mi? Ben kendimden çok şey buldum bu filmde :) Summer'in repliğini kaç yüz kere söylemişimdir bilmiyorum. )


İkilinin ilk karşılaştıkları andan, birbirlerinin hayatlarından ve akıllarından tamamen çıkmalarına kadar geçen 500 günü anlatıyor. Bu 500 gün de kronolojik olarak ilerlemiyor, her sahneden önce sayaç 1'den 500'e kadar karışık bir sıra ile duruyor.

Ben özellikle ekranın ikiye bölünüp, aynı anda "Gerçekler" ve "Beklentiler"in gösterilmesine bayıldım.


"Yılın birçok günü aleladedir. Başlar ve biter. Hakkında hiçbir şey hatırlanmaz. Birçok günün hayatın akışına hiçbir etkisi yoktur. Öğrendiği bir şey varsa, basit bir günlük olayın üstüne olağanüstü kozmik anlamlar yüklememesi gerektiğiydi. Tesadüf... Bütün olan buydu. Sonunda mucize diye bir şeyin olmadığını anlamıştı. Kader diye bir şey yoktu. “Olacağı varsa olur” diye bir şey yoktu. Artık emindi."

06 Şubat 2010

Biraz tuz, biraz şeker, bir tutam hayat, bolca deneyim


Ben her fırsatta her tatil boşluğunda tası tarağı toplayıp bir yerlere göçtüğüm için, sık sık seyahat edenlerden sayılırım. Daha ortaokula başladığım ve almanca hazırlık okuduğum yıl Almanya'da bir çiftliğe misafir olmamla başlayan bu seyahat serüvenlerimi en azından yılda bir kere ne yapıp ne edip sürdürdüm bugüne kadar. Tabii bizden önceki kuşaklara göre ucuzlayan uçak biletleri, internet sayesinde kurulabilen bağlantılar gibi pek çok avantaj da bizi ucuz ve kolay seyahat edebilme olanağı sağlıyor.

Ama benim çok yakın bir arkadaşım var ki, seyahat etme konusunda kimse onun eline su dökemez. Daha geçenlerde "Goa'dan öpücükler" diye mesaj çektikten bir süre sonra Çin'de olduğunun haberini aldım. Şimdi bir kaç günlüğüne İstanbul'a döndü, pazar İspanya, çarşamba İtalya'da bilmemne festivali şeklinde devam eden de bir programı var daha. =) Kendisi rehber, turizmci filan değil, bildiğimiz yüksek lisans öğrencisi! Hızına yetişebilene aşkolsun. Ki kendisi bir blog yazıyor olsaydı, var olan en iyi seyahat bloglarıyla başabaş giderdi eminim.

Cuma günü ajanstaki "happy hour"u yine kaçırıp -iki aydır orada çalışıyorum daha bir kere şu Happy Hour'a denk gelemedim. Çünkü o saatlerde beni bekleyen başka bir happy hour oluyor hep- bu sabit duramayan en sevgili arkadaşımla buluşmaya gittim. Big Chefs'e...


Başlıktaki cümle Big Chefs'in sloganı.
Ankara'daki restoran zinciri İstanbul'a da gelmiş benim haberim yokmuş.
Nispetiye Caddesi'nde eski Paul'un yerine açılmış. Yemekleri de içecekleri de gayet güzel. Sıcak çikolatayı hem kahve dünyası usulü çikolatadan yapılmış kaşık hem de yanında bir çikolatalı cookie ile getirmelerine bayıldım. Türk kahvesi menüsü oldukça çeşitli ve zengin. Damla sakızlı, tarçınlı gibi alternatifler de sunmuşlar. Fiyatlar gerçekten makul. (Starbucks artık ortalama fiyat anlayışımızı epey yükseltti ne de olsa)

Nispetiye Caddesi tarafları benim hiç gitmediğim yerler. Oralarda sadece metro hattı üzerindeki alışveriş merkezlerine uğruyorum. Kanyon ve Metrocity. Onun dışında Levent "Hadi bir yemek yiyelim, hadi bir kahve içelim." diye gittiğim bir yer değil. Big Chefs'i sevdim; ama sırf bunun için
buralara gelinir mi?" diye düşünürken benim vazgeçilmezim tünele de bir şube açtıklarını keşfettim. Üstelik içinin dekorasyonu daha da bir şahane:

En kısa zamanda buraya da bir uğramaya niyetliyim.
HouseCafe ve Midpoint'ten sıkılanlar için benzer çizgide yeni bir alternatif: http://www.bigchefs.com.tr/

Pinterest'im

Instagram'ım