19 Eylül 2016

Benden selam söyleyin bütün aşklarıma!


Artık burada yeni yazı olmayacak. Nedeni, nasılı, ne olacak pekisi ve devamı şurada:

http://mushaboom8.com

Benden selam söyleyin bütün aşklarıma, ziyaret etmeyi, mail listesine kaydolmayı unutmasınlar :) Birlikte bundan daha güzelini yapalım!

Öperim!



06 Eylül 2016

Yogitalar Keşifte: Büyükada ve Heybeliada

İnsanın hayatında çeşitli dönüm noktaları vardır ya; benimkilerden biri kesinlikle İstanbul'a taşınmam.

İstanbul'a taşındığımda on sekiz yaşındaydım. Büyük hayallerim, büyük hırslarım ve sarsılmaz olduğuna içtenlikle inandığım doğrularım vardı. Aynı zamanda şimdi geriye dönüp de o yıllardaki fotoğraflarıma baktığımda utandığım, çok kötü bir saç rengim, üniversite sınavlarına hazırlandığım yıllarda zihnim açılsın diye yediğim şekerli şeyler yüzünden fazla kilolarım ve korkunç kıyafetlerim...

Aradan geçen on iki senede, bu şehir benim içimden bambaşka bir kadın çıkardı. Bütün bildiklerimi unuttum, yepyeni şeyler öğrendim. Bu şehrin sokaklarında çok eğlendim, çok aşık oldum, çok harika insanlar tanıdım, harika hikayeler olarak anlatılabilecek milyonlarca an yaşadım.

Bir yandan Teoman'ın şarkısında olduğu gibi "Bir şehri tam kalbinden beyninden vurup gitmek var aklımda."; diğer yandan çok istediğim bir seyahate bile çıkarken, uçağın camından aşağı baktığımda ışıl ışıl şehir arkamda kaldığımda içime bir hüzün oturacak kadar büyük aşığım bu şehre.

Yıllardır keşfede keşfede bitiremediğim bu şehirdeki harika keşif eşlikçilerimden biri de sevgili yogitam. Periyodik bir düzene oturtamamış olsak da, fırsat buldukça kendimize bir istikamet belirleyip, İstanbul'un bir semtinin sokaklarında turist gibi geziyoruz. Kendi şehrimizde değilmiş gibi, hiç bir yere acelemiz olmadan, tam bir farkındalıkla, binlerce fotoğraf çekerek...

En son iki ay kadar önce Yeldeğirmeni'ni keşfetmiştik; geçen haftasonu da rotamızı Adalar'a çevirdik.



Cumartesi sabahı, haftasonu bir güne göre oldukça erken sayılabilecek bir saatte uyanıp, mihaliç peyniri ve incirden oluşan bir mini kahvaltı (tatlı ve tuzlunun bir araya gelmesine bayılıyorum) yaptıktan sonra, yogitamla 8:30'da Beşiktaş İskelesi'nde buluştum.

(Bu arada bilmeyenler için faydalı bir ara not: İDO Kabataş İskelesi bir süre kapalı olacağından, bütün deniz otobüsleri Beşiktaş'tan kalkıyor.) 

İlk deniz otobüsüne binip, görüşmediğimiz sürede neler olduğunun havadislerini birbirimize vererek Büyükada'ya geçtik. Eskibağ Teras - Paradiso Cafe'ye gitmek istiyorduk kahvaltı için. Elimizdeki haritaya göre, adanın arka tarafında oldukça uzak bir mesafedeydi ve çok acıkmıştık. O yüzden bir fayton bulup, bizi oraya ne kadara götüreceklerini sorduk.


Faytoncular bize şaşırdı, biz onlara. Onlara göre sahilde bir sürü kahvaltı edilecek yer vardı, neden oraya gidiyorduk ki? Bize göre, para kazanabileceklerken neden uzatıyorlardı ki? 

Sahildeki bütün mekanlar bir saat sonra, çoluğunu çocuğunu kapmış bol gürültülü aileler ve gürültü bakımından onlardan hiç bir eksiği olmayan Arap turistlerle dolu olacaktı. Haftasonu kahvaltımıza öyle bir ortamda başlamak istemediğimize emindik. Böylece faytoncu abilerin "Taş Ev" olarak adlandırdığı, Eskibağ Teras'a doğru yola çıktık. 


Faytonun arka koltuğuna kurulup, gittikçe güzelleşen manzarayı izlerken, yani daha hiç bir şey yapmadan "Ne iyi yaptık da geldik." demeye başlamıştık bile!





Biz fotoğraf çekmekle ve çeşitli esprilerimize gülmekle meşgulken, faytoncu abi "Geldik." dedi. Girişteki bir kaç basamağı indiğimiz anda, içeri giren ilk ve bol neşeli müşteriler olmamızın etkisiyle, mekan sahipleri oturdukları yerden kalkıp, elimizi sıkarak ve iltifatlar ederek bizi en uçtaki harika manzaralı bir masaya oturttular.



Ardından da kahvaltılıklarımız önümüze gelmeye başladı. Çok sıra dışı bir şey yoktu; sunum da fotojenik olacak bir şıklıkta değildi; ama menemen, peynirler, reçeller ve tereyağı ile oldukça doyurucu bir kahvaltı ettik. 

Kahvaltıdan sonra manzaraya karşı bir de Türk kahvesi yuvarladık. Türk Kahvemi içerken aklımda tabii ki, kendisine bakılan fala gönderme yaparak, beni ziyarete İstanbul'a geldiğinde "bakarsın beklenenden daha uzun kalırım." diye takılan Fransızım vardı. Hemen bir fotoğraf çekip yolladım ona, "Beni oraya geri uçmak istemekten öldüreceksin." yazdı hemen. Ağzım kulaklarımda mırıldandım, "Harika, çünkü istediğim tam olarak bu." Ardından kendisine hazırladığı nefis kahvaltı masasının fotoğrafını yolladığında, gurur duyup, "Hey, bakıyorum artık sen de her şeyin fotoğrafını çekmeye başlamışsın." dediğimde, "Sadece sana özel." cevabını alınca, günün geri kalanını harika geçirmeme yeter flört dozumu tamamlamıştım.




Merdivenlerden aşağı plaj yazan kısma indik. Hava güneşlenilecek kadar güneşli değildi; bu yüzden burada biraz zaman geçirdikten sonra, önce bütün o merdivenleri çıktık, sonra da meydana kadar bütün o faytonla geldiğimiz yolu geri yürüdük. Yaklaşık bir saat süren bu maratonumuz sona erdiğinde, yanımızdan birkaç kere geçmiş faytoncu abiler "Bütün adayı yürüdünüz maşallah!" diye takılıyordu bize.





Artık filtre kahve içerek dinlenme zamanımız gelmişti. Bunun için adresimiz DUT Coffee Shop oldu. Büyükada meydana çok yakın yerde konumlanan bu kahveci, merkezi konumuna rağmen, bir ara sokakta olduğundan dışarıdaki masaları oldukça sakin ve keyifliydi. Güzel dekore edilen sokak kısmında, leziz görünen tatlılara karşı irade sergileyip, güzel kahvelerimizi içtik.


Büyükada'da günün geri kalanını geçirseydik, bir zamanlar harika bir gece geçirdğimiz Fıstık Ahmet'in yerinden yana tercih yapardık; ama Büyükada çok kalabalık olmaya başlamıştı. Bu yüzden, tekrar vapura binip Heybeliada'ya gittik.



Tasarım butiği olan Ya Da'yı bulmak için adada bir yürüyüş yaptıktan sonra, Ya Da'nın kapandığını, oranın artık bir sahaf olduğunu fark ettik. Hala birkaç Ya Da tasarım defter satılıyordu, içeride harika plaklar satılıyordu, Türk Filmlerinden karelerle nefis kartpostallar yapmışlardı. Orada biraz alışveriş yaparak vakit geçirdikten sonra, "Gündüz rakısı zamanı geldi mi?" bakışı attık birbirimize.

Kesinlikle evetti!


Hemen sahildeki Heyamola'ya gittik. Deniz börülcesi, kırmız biberli yoğurt, közlenmiş patlıcan, soslu levrek, cevizli ve yoğurtlu havuç gibi mezeler önümüze dizilirken, rakılar bardaklara dolarken, "Sıradaki şarkı sana.", "Sonraki şarkı sana." gibi şarkı falları bakarken, o kadar keyifliydik ki!




Yediğimiz her meze gerçekten taze ve lezzetliydi. "Kahve içmeden hayatta bırakmayız." diye tutturan personel de çok tatlıydı. "Alacağımız olsun." diyerek, kahvemizi içmek için Luz Cafe'ye gittik.


Çok şık servis edilen kahvelerimizi yudumlarken, önümüzden faytonlar geçerken, içerisi her yanı kurcalama arzusu uyandıran ıvır zıvırlarla dolu bir ev olan Luz Cafe'de güneşi batırdık.

Beşiktaş sahiline adım attığımızda, saat 8:00 olmuştu. Bir yogitalar keşif günü daha arkamızda kalmıştı. Yine çok keyifli geçen saatlerle dolu. Eve gidip kıyafetlerimi değiştirip, 90'lar Türkçe pop dolu, sabah güneş doğumuna kadar sürecek çok eğlenceli bir geceye başlayacağımı o sırada henüz bilmiyordum.



Tek bildiğim İstanbul'da turist olmaktan hiç bir zaman vazgeçmemek gerektiğiydi.
Bütün bahsettiğim bu adresleri bir kenara not edin, soğuklar henüz şehre bastırmadan kalkın Adalar'a gidin. Neden daha sık gelmiyoruz ki buralara, diye düşüneceğinize bahse girerim.

Bir sonraki "Yogitalar Keşifte" günümüz için hangi semti tavsiye edersiniz? :)

Kendi şehrinizde turist olarak kalın!

01 Eylül 2016

Life is a magic combination of kissing and dancing!

Gözlerimi açıyorum. Hava aydınlanmış, ben evimdeki koltuğun üzerinde, hala üzerimde bir önceki günden kalan elbisemle yatıyorum ve muhtemelen en az 10 saattir uyuyorum. Saatin kaç olduğunu kontrol etmek için telefona uzanıyorum, önce henüz 6:00 olduğunu farkedip rahatlıyorum. Sonra zaten bugün işe gitmeyeceğimi, tatil olduğunu hatırlıyorum. Nasıl güzel!

Bütün uykumu aldığım için daha fazla uyumak gibi bir isteğim yok. Benim uyuduğum bütün o saatlerde gelen whatsup mesajlarını okuyup cevaplıyorum. Bir kahvaltı planı ve bir spor dersi ekleniyor bomboş güne. Mesajlardan bir tanesini ise bilerek en sona saklıyorum. 

"Artık Londra'ya dönme zamanım geldi. Müthiş bir haftasonu geçirdim ve bunun temel nedeni tabii ki sendin. İyi ki seni tanımışım. İnsanları mutlu etme gücüne sahip harika bir kadınsın. Gülümsemeye, olağandışı enerjini etrafa yaymaya, hayatın tadını çıkarmaya hep devam et. Sana o kadar yakışıyor ki."

Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle yattığım yerde dönüyorum. Onun İstanbul'a da gelmesini çok içten istiyorum. Tabii ki geleceğini söyledikten sonra ekliyor, "Hem bakarsın beklenenden daha uzun kalırım."

Ona Türk kahvesi falı deneyimi yaşattığımızda, bir yere gidip beklenenden daha uzun kalması çıkmıştı falında. Ama fala göre bu daha uzun kalma nedeni olacak kadın koyu renk saçlıydı. "Etrafımda olman harika olur." diye cevaplıyorum. "Ama ben saçımı boyatmak istemiyorum!!" diye fala gönderme yapıyorum ben de. Gülüyor, "İstersem hikayeyi değiştirebilirim.". Buna bayılıyorum, "Ama lütfen hikayenin içinde her zaman dans, öpücük ve soğuk bira olduğundan emin ol." diyorum. Gülüyoruz, kesinlikle aynı fikirdeyiz.


Başa saralım...

Cumartesi sabahı saat 6:30'da şirketten bir arkadaşım ile Sabiha Gökçen'de buluşuyoruz. Birbirimizle tanıştığımız anda kanımız kaynamıştı; ama birlikte hiç şirket dışında zaman geçirmemişken, kalkıp Çeşme'ye gidiyor olmamızın sıra dışı olduğu şüphesizdi.

Aynı anda havalimanının kapısında olmamızı, yanyana yürürken, "Aaa!" diyerek birbirimize dönmemizi, buluşmak için saat belirlesek bu kadar eş zamanlı gidemeyecek olmamızı tatilin harika geçeceğine bir işaret olarak alıyorum. İşaretleri severim. 

İzmir'e uçtuktan sonra, hiç zaman kaybetmeden Çeşme'ye doğru yola çıkıyor ve bizden bir gün önce oraya gitmiş olan diğer seyahat arkadaşlarımızın yanına, Su'dan Palace'ın altına Aheste'ye kahvaltıya gidiyoruz.




İstanbul'dan ayrılırken oldukça kapalı ve yağmurlu bir hava bırakmıştık arkamızda. Yalnızca birkaç saat sonra, güneşli bir bahçede, yeşilliklerin ve bembeyaz yatakların arasında, pancarlı portakal suları, çeşit çeşit peynirler, taze meyveli yoğurtlar, sucuklar masamıza dizilirken, keyiften dört köşeyiz.


Üç kızın arasında tek erkek olarak kalan Fransız erkeğimiz, her şeyin fotoğrafını çekmemizi şaşkınlıkla izlerken ve instagramı yeni yeni kullanmaya başladığını açıklarken, Instagram Husband videosunu açıp, eline tutuşturup onu uyarıyorum: "Herkes üç kızla takıldığın için çok şanslı olduğunu söylerken, sen sürekli fotoğraf çekmekten bezmeye hazır ol!"



Uzun ve keyifli bir kahvaltı ettikten ve üzerine keyif kahvelerimizi içtikten sonra, Airbnb'den kiraladığımız harika eve gidiyoruz. Hacımemiş'teki evin konumu harika, mutfağın açıldığı, rüzgar estikçe tepeden mor begonvillerin saçıldığı minik avlu ise aşık olunası. O avluda çok keyifli koca bir gün geçirilebilir; ama Chill-Out Festival dolayısıyla Fun Beach'te bir gün bizi bekliyor.









Sahnenin önündeki minderlerimize yerleştikten sonra, biraz geziyor, biraz içiyor, biraz yüzüyor, biraz güneşleniyor ve müziğin tadını çıkartıyoruz. Bizim kızlar fotoğraf turuna çıktığında, kendiliğinden benim fotoğraflarımı ve videolarımı çekip duran Fransız erkeğimizin Instagram Husband olma yolundaki azminden gurur duyuyorum.

"Pastörsüz Efes içmenin" ölmeden önce yapılması gereken şeyler arasında olduğunu söyleyen tanıtım ekibini dinliyor, Pastörsüz Efes'i shot yaparak büyük bir keyifle yuvarlıyoruz. O sırada bir Poloroid fotoğrafımızı çekmek istiyorlar. Çekilen fotoğrafımızı ona uzatıyorum, "Yağmurlu Londra günlerinde iyi gelir." diyorum. Fotoğrafa bakıyor, "En harika çiftiz!" diyerek çantasının içine özenle yerleştiriyor. Ardından da dudaklarıma bir öpücük konduruyor. "Bir Fransızla french kiss, çok eğlenceli" diyorum. Ben işin hala eğlence kısmındayım, tatlı bir şakalaşma olarak alıyorum bunu. O sırada henüz bilmiyorum, o andan sonrasında ayaklarımın hiç yere basmayacağını, uzun zamandır olmadığı kadar aklımın başından gideceğini...


Geceden benim için geriye kalanlar, uzun zamandır görmediğim bir sürü harika insanla festivalde karşılaşmanın harikalığı -ki hiçbiriyle ne konuştuğumu hatırlamıyorum-; line-up'tan tamamen habersizce gittiğimiz için sahneye Kadebostany'nin çıkmasının bizde yarattığı coşku ve delice dans etmemiz; bir de tabii ki, neden "French do it better." diye bir deyişin var olduğunu öğrenmem :)






Ertesi sabah, çok uzun zamandır olmadığı kadar güzel bir şekilde uyandırılıyorum. Hayatımda hep böyle olmuştur; özlediğim davranışlar ve hisler, her zamanki gibi hiç ummadığım bir anda beni buluyor. Mis gibi bir duş aldıktan sonra, Çeşme'deki ikinci ve son günüme hazırım.

Güne başlamak için tek eksiğimiz kahve olduğu için, pancake ve kahve için evimizin çok yakınındaki Bom-dia'ya gidiyoruz. Pancake ve kahve ile sabah keyfi yaparken, etrafımızdaki masalara gelen kahvaltıya karşı koyamayarak, bir de kahvaltı siparişi veriyoruz.



Uzun ve keyifli bir kahvaltının üstüne, Fransızımıza, Türk kahvesi falı deneyimi yaşattıktan ve tipik bir Türk yaklaşımıyla "nah çekmeyi" öğrettikten sonra, marketten biralarımızı alarak avlumuzun keyfini çıkarmaya gidiyoruz.

Bahçeye taşıdığımız vantilatör, harika müzikler, buz gibi biralar, tatil moodu, keyfimiz her şey o kadar güzel ki! Mutluluğun resmi benim için gerçekten o avluda geçirdiğimiz saatler.

(Bu arada Çeşme'ye giderseniz bu evi çok şiddetle tavsiye ederim. Ev sahibemiz de gerçekten çok tatlı bir kadındı. Henüz üye değilseniz de bu linkle kaydolun indirim de kazanın.)

Çok sevdiğim bir arkadaşım daha bize katıldıktan ve biralarımız bittikten sonra, Before Sunset kapanış partisine doğru yol alıyoruz.






O gün, Before Sunset, normaldeki halinden oldukça farklı. Çok çok çok daha kalabalık. Sahildeki yatakların yerini, havlularını dip dibe sermiş insanlar doldurmuş durumda. Yine de bence hala Çeşme'deki diğer beach'lerden çok daha güzel bir konseptte, gün batımını orada izlemek harika ve hazırladıkları kokteyller çok lezzetli.



Bütün geceyi dans ederek, gülerek, şakalaşarak geçiriyoruz. Fransızın tshirtuna, aramızda "kumanda" geyiği yaptığımız bir ışık takıyorum. Canım istediğinde ışığın ritmini değiştirebiliyor veya kapatabiliyorum. Kapattığımda dans etmeyi bırakıp hareketsiz duruyor. Oldukça eğleniyoruz. Gelgelelim herkes ışığı ile onu iron-man'e benzettiği için bir anda inanılmaz popülerleşiyor. Etrafını kızlar çevirmişken, kulağıma eğilip, "Tamamen seninim. Sen ne istersen onu yaparım." dediğinde büyük bir aydınlanma yaşıyorum. Bir anda Türk erkekleri ile sorunumun tamamen bu olduğunu fark ediyorum. Kurdukları tek bir güzel cümlede, sanki bunu bir vaad olarak algılayacakmışızcasına korkuyorlar.

"Sana bayılıyorum." deseler, sanki evlenme teklif etmişler gibi devasa bir olay haline getireceğimizi düşünüyorlar. Güzel cümleler kurma ve iyi zaman geçirdikleri kadınları hayatlarına dahil etme konusunda inanılmaz cimriler.... Bu hemcinslerimin kabahati mi, yoksa Türk erkeleri zaten büyüme şekilleri mi böyle bilmiyorum; ama ben o gece, karşımdaki adamla hiç gerilmeden, birbirimizden ne kadar hoşlandığımızı konuşabilmeye, Londra'ya gelmemi istediğinde rahatlıkla daha güneşli bir yerde buluşmayı talep edebilmeye bayılıyorum. Sonrasında onu bir daha görmeyecek bile olsam, o anda orada hissedilen bütün o güzel hislerin dile getirilebilmesi o kadar harika ki!



Gecenin ilerleyen saatlerinde seyahat arkadaşlarımızdan biriyle ufak bir tatsızlık yaşıyoruz, ama az sonra bizim Fransız ile apaçi dansı yapmaya başlayan bir adam gecemizi kurtarıyor. Dans ederken, benim biramı isteyen Fransız'a şaka olsun diye nah yapıyorum. Adam Türkçeden tam bir çeviri ile "Bunun bir geri dönüşü olur?" niyetine, "This has a come back?" diyor. Ardından da benim yanıma gelip, "Bacım sen erkek arkadaşının yanında dans et istersen." diyor.

Şirkete döndüğümüzde, ilk molada "Bacım, this has a come back." dansı yapmaya karar vererek kahkahalara boğuluyoruz.

Saat 2:30 olduğunda parti bitiyor, benim de İstanbul'a dönüş için yola çıkma vaktim geliyor. Eve kapı arkadan sürgülenmiş olduğu için pencereden atlayarak girdikten ve taksi bulabilir miyim gerginliği yaşadıktan sonra, çarşamba günü şirkette buluşmanın çok eğlenceli olacağı iş arkadaşımla vedalaşıyorum. Ardından da o haftasonunu benim için oldukça sıradışı bir hale getiren Fransız ile... "Şu an hemen gitmelisin, yoksa seni burada alıkoymak zorunda kalacağım." diyor. Kikirdeyerek ve hiç uykusuz şirkete gidiyorum.



Hayatımın en zor iş gününde, hala Çeşme'de olan ekipten nispet fotoğrafları alarak ve şirket arkadaşımın o gün boyunca bir tarafında Fransız, diğer tarafında bir eski aşkım ile güneşlenmesinin absürdlüğüne gülerek günü bitiyorum. Bütün bir gün boyunca tek hayalini kurduğum şey yatak; ama eve geldiğimde kendimi koltuğun üzerine bırakmamla, oldukça uzun bir uykuya dalmam bir oluyor.

Sabah uyandığımda, Facebook nostaljileri kısmından fark ediyorum, geçen sene tam bu gün San Francisco'dan döndüğümü... Artık hiç bir özel veya duygusal bir anlamı olmayan, yalnızca çok geçmişte kalan eğlenceli bir hikayeye dönüşmüş olsa da, şunu fark etmemi sağlıyor: Sanırım ben her 30 Ağustos'ta bambaşka bir ülkede yaşayan bir adam sayesinde yerden yükseliyorum.

Bir de hiçbir beklentim olmadan çıktığım tatillerin hep harika hikayelere dönüşmesine gerçekten bayılıyorum.

Yerden yükselerek kalın!
KaydetKaydetKaydetKaydetKaydetKaydet

Pinterest'im

Instagram'ım