29 Ağustos 2011

3 günlük "feel good" turu! =)


Muzicons.com

Bayram tatilinde arkadaşlarımın her şeyini planlamış olduğu, tur ile gidilmeyen, maceralara açık Hırvatistan tatiline katılmak vardı aklımda ilk önce. Daha sonra ofisten bayram tatiline ek olarak önden sondan birkaç gün daha izin almamın imkansız olduğunu fark edince, ne zamadır merak ettiğim Sharm El-Sheik'e gitmeye niyetlenip, oldukça uygun bir fiyata aylar öncesinden tur satın aldık kardeşimle. Mısır'da ortalık iyice karışınca onu da gözümüz yemedi. Aylardır tatil tatil diye sayıklıyordum. Tatilim vardı, yapacak hiçbir şeyim yoktu!

Ailesinden ayrı şehirde yaşayanların en büyük avantajıdır: İşler yolunda gitmediğinde, canın uzaklaşmak istediğinde, ortam değişikliğine ihtiyaç duyduğunda hiçbir şeyi planlamakla uğraşmadan uçağa atlar onların yanına gidersin. İlaç gibi gelir. Sadece haftasonluk bile gitsen bütün havan değişir.

Ben de cuma akşamı işten eve gelir gelmez, uzun zamandır ertelediğim ütü yığınına karşı savaş açtım ve saatlerce ütü yaptım. En azından valizime konacak temiz ve ütülü bir şeylerim olsun diye. Bu konuda çok başarılı olduğumu söyleyemem, özellikle de erkek gömlekleri konusunda inanılmaz başarısızım. Ya da benim ütüm çok dadik. (Bunu tabii ki tercih ederim.) O sırada bir de ütüleneceklerin arasından eski sevgilimin kıyafetleri çıkınca, gerçekten kötü hissettim kendimi.

Sabahın 4'ünde havalanını yolunu tuttum, annemin yaşadığı şehir olan Adana'ya gitmek için. Benden başka kimsenin o saatteki bir uçağa bilet alacağını sanmıyordum; ama hem liseden bir komşumla, hem de ilkokulda beri arkadaşım olan dünya fatihi çıtırımla karşılaştık havalanında. Keyifli sohbetler sabahın köründe olan uçuşa anlam kattı.

Asıl  bombayı annem beni karşılamak için havalanına geldiğinde yaşadık. Aynı t-shirtu giymiştik! Bunu planlı yapmaya kalksak bile başaramazdık. Sabahın köründe kendimizle dalga geçerek kikir kikir Narlıkuyu'ya doğru yola çıktık. Ben defalarca Altınorfoz'dan bahsettim, benim Türkiye'de en beğendiğim denizlerden biridir. Bu sefer yeni keşif olan bir yeri hayırlamak için yola çıktık: Cemal'in Yeri!

Mersin'i geçiyorsun, Kızkalesi'ni geçiyorsun, Altınorfoz'a gelmeden hemen önce Akkum'a sapıyorsun, Cemal'in Yeri orada. Salaş, sakin ve keşfedilmemiş bir cennet. Bir aile işletmesi. İster ağaçların altında oturup balığını yiyip, rakını yudumluyorsun; istersen derme çatma iskeleden büyüleyici bir denize giriyorsun. Ya da en güzeli bizim gibi ikisini birden yapıyorsun. Salaş bir yer, ama kesinlikle her taraf tertemiz. Hele ki deniz! Çeşme dahil sollar geçer.


25 Ağustos 2011

Bir erkek bir kadınla ancak onu sevmediği sürece mutlu olabilir. (Oscar Wilde)


Muzicons.com
 
İlişki yaşamak ne kadar zor, ne kadar komplike bir şey!

İki insan yıllarca birbirini tanımadan kendi hayatlarını yaşıyorlar. Farklı ailelerden geliyorlar, farklı ortamlarda, hatta farklı şehirlerde büyüyorlar, farklı arkadaşlıklar kuruyorlar, farklı deneyimler yaşıyorlar ve bu yaşadıkları ile "kendileri" oluyorlar. Sonra tanışıyorlar... Kalpleri birbirleri için atmaya başlıyor, birlikte harika vakit geçiriyorlar, birbirleriyle hem zor günlerini hem keyifli anlarını paylaşıyorlar, birbirlerini her geçen gün daha çok seviyorlar. Birlikte sadece hayaller kurmuyorlar, birlikte bir hayat kurmaya çalışıyorlar. Bütün farklılıklarına rağmen...

Biri hayatı boyunca hep doğru davranmış. Hep bundan gurur duymuş. Hiç sinirini dışa vurmamış, hiç kimseye saygısızlık yapmamış, en fırtınalı anlarda bile sakin ve mantıklı kalmış, kimsenin kalbini kırmamış. Herkese hep doğru yapmış da, bir kendisine hep yanlış yapmış. Hep doğru davranabilmiş, ama bunu yapabilmek için kendi kendini yemiş, üzmüş, hırpalamış.

Diğeri hep uçlarda gezmiş. Toplumun "doğru" diye direttiği her kavramı sorgulamış, inadına inadına yanlışları yapmış, "Bırakın ben karar vereyim kendi doğruma" demiş. Bu yüzden çok kişiyi kırmış, kızdırmış. "Ben böyleyim, işinize gelirse" tavrında olmuş, ailesine karşı bile... Toplumun doğru kalıplarından çıkmanın bazen çok eğlenceli olduğunu keşfetmiş. Kendini hiç bir şeyin üzmesine izin vermemiş, ama bu sırada üzdüğü kişiler olmuş. Kasırgalar çıkarmış, burnu bile kanamadan çıkmış yürümeye devam etmiş.

Hayatı boyunca hep doğru davranan, mutlu aşka olan umudunu ve güvenini hiç kaybetmemiş. Sadece yalnız kalmamak için tutunulan ilişkilere hiç ilgi duymamış. Sevgisini hak ettiğini düşünen kadınları göz bebeği yapmış, bu devirde kalmadı denilen ilgili, sevgili, süprizli bir adam olmuş.

Hayatı boyunca kalıpları reddeden ise mutlu aşk umudunu olması gereken de erken yaşta yitirmiş. Bütün ilişkilerin bir son kullanma tarihi olduğunu ve bozuk kokusunu almaya başladığı an çürümesini beklemeden atması gerektiğini öğrenmiş. Kendini hep hazırlamış, harika bir ilişki yaşarken bile ilişkinin her an bitebileceğine... Karşısındaki adam kendisiyle biraz az ilgilenmeye başladığı anda ilişkinin miladının dolduğunu ve yoluna devam etmesi gerektiğini sanan bir kadın olmuş.

Hep doğru davranan, ilgili, süprizli adamın gözden kaçırdığı bir nokta varmış: Onun doğrusu herkesin doğrusu olmak zorunda değilmiş. Ya da bazı durumlarda birden fazla doğru olabilirmiş. Ve hatta bazen insan doğru davranırken bile birilerinin kalbini kırabilirmiş. O noktada asıl yapılması gereken "Ben doğru davrandım bunu bunu yaptım!" demek değil, karşı tarafı dinlemekmiş. Ama bu adam "doğru" davranmaya o kadar takıntılıymış ki, karşısındaki ile en ufak bir anlaşmazlığa düşse, hemen kendisini savunmaya başlayıp karşısındakini suçluyormuş. Yani doğru davranma takıntısı korkunç bir yanlışa dönüşüyormuş.

Doğru-yanlış kavramlarına önyargılı kadının da bir kusuru varmış, birisi üstüne geldiği anda kıvılcımlar saçmaya başlıyormuş. Birisi hata yapmadığı halde kendisini suçladığında, kendisini iyi ifade edebilen bir insan olduğu halde karşısındakine bir şeyi on kere anlattığında ama karşısındaki hala anlattıklarını yanlış anladığında veya birisi onu üzdüğünde önce "yeter" sinyali veriyormuş korna misali, karşısındaki çekilmezse küüüüt diye bindiriyormuş. Avaz avaz bağırarak, kırıcı dökücü bir şekilde...



Bay Doğru ile Bayan Cadı ortalık sakin olduğunda dünyanın en mutlu, huzurlu, keyifli, aşk dolu çifti oluyorlarmış. Ancak herhangi bir huzursuzluk anında Bay Doğru "Ben bunu yaptım sense şöyle yaptın."larına başlıyor, Bayan Cadı'nın neye üzüldüğünü kırıldığını kesinlikle dinlemiyor, kendisi doğru davrandığı için onun kırılmasını onun hatası olarak görüyormuş. Bayan Cadı ise kendisini bir kere sabırla ifade ediyor, ancak Bay Doğru "ben yanlış yapmadım, sen bana bunu yaptın"lara başlayınca çileden çıkıyor terör estiriyormuş. İkisinin birbirini çok seviyor olması, birbirlerini kırmalarını, parçalamalarını engelleyemiyormuş. Bay Doğru bir türlü karşısındakini dinlemeyerek ve gerçekten doğru davranmış olsa karşısındakinin üzülmeyeceğini anlamayarak onu içten içe tüketiyor, Bayan Doğru da terör anlarında söylediği cümleler ve yaptıkları ile karşısındakini parçalıyormuş.

"Doğru" ve "Cadı" sıfatları değişebilir. İki kişinin birbiriyle çatışan bir çok tarafı olabilir. Böyle kimbilir kaç ilişki yaşadınız / yaşıyorsunuz... Bazen iki taraf da haklıyken, iki taraf da kırılıp üzülebilir. Bazen iki taraf da yanlışlar yapıyorken işler toparlanabilir. İki insanın birbirini sevmesi yetmez, esnemesi gerekir, farklı olduklarını kabul etmesi, karşısındakini farklılıkları ile sevmesi gerekir. Bay Doğru ile Bayan Cadı'nın ilişkilerine olduğu gibi köşeli durumlarda en iyi ihtimalle yaşanmışlıklar kalır insanın elinde. "Keşke doğru düzgün ayrılmayı becerebilseydik" kalır bir de. Ama içten içe bilirler ki zaten doğru düzgün ayrılmak için sevginin bitmesi gerekir, sevgi bitmeden doğru düzgün ayrılınmaz. İki taraf da elinde can kırıkları ile kalır. Nasıl tamir edeceğini bilemeden... Sevgi bunları yapıştırmaya yarar diye gerisin geriye koşarlarsa, köşeler yaralara iyi gelmez, daha da derinleşmelerine neden olur. Konuştukça kırılırlar, konuştukça acırlar, birbirlerine olan köşeleri sivrilir ve sevgi asla tek başına yetmez. Anlam veremezler nasıl bu hale geldiklerine, can kırıklarını toplar köşelerine çekilirler ve herşey biter.

Oscar Wilde'in dediği gibi: "Erkekle kadın asla birlikte huzura kavuşamazlar.Ya birbirlerini yiyip bitirirler ya da daha kötüsü sıkıntıdan bunaltırlar."

20 Ağustos 2011

senden evvel hic kahvaltıda rokfor yemedim; dirty dancing 'i daha evvel izlememistim ve george micheal benim icin basit bir sanatcı...

Geçen cuma akşamı evde tembel tembel yatarken Aşk'tan gelen "Gece Çeşme için yola çıkmaya hazır mısın?" mesajı ile kendimi önce valiz toplarken, ardından da Çeşme yolunda "Aman efendim bana bir merhaba gönder" diye şarkı söyler buldum. "Kalbim Ege'de Kaldı"nın insana hüzünlü gelmediği tek an Ege yolunda olduğu an, bir kere daha test ettim.

Bir de Hindistan'a giderken "Hindistan yavaştan kendini sevdiriyor. Bombilibilibilibom" söylemeyi hep istemişimdir, ama henüz ufukta bir Hindistan yolculuğu yok malesef.


Aslında şu anda AdamEve relax pool'dan ve haftasonu Çeşme maceramızdan bahsetmek istiyorum ama çalışan ve tatil yapmayanlar için bu yazılar çok çekilmez oluyor. Biliyorum. O yüzden güneşli denizli yazılara minik bir ara veriyor ve yaz kış her zaman çok keyifli bir aktivite olan filmlere geliyorum.

1) L'arnacoeur / Heartbreaker:


Film başlıyor, nefis bir beyaz takım içinde çok karizmatik bir adam kendinden çok emin biçimde havaalanında yürüyor. "İlişkilerde 3 farklı kadın vardır: Mutlu kadınlar, mutsuz ve bunu kabullenmiş kadınlar ve mutsuz olup bunu kendisine itiraf edemeyen kadınlar. Bizim hedefimiz üçüncü kategoridekiler.  Hedeflerimizin kalplerini kırmıyoruz, canlarını acıtmıyoruz. Gözlerini açıyoruz.Kullandığımız metod: Baştan çıkarma!"

Bu sahne ve bu cümlelerle oturduğunuz yerde şöyle bir doğruluyor ve heyecanlanmaya başlıyorsunuz. Baştan uyarayım, o kadar heyecanlanmaya gerek yok, çünkü klişe sayılabilecek bir konusu var. Mutsuz olup mutsuz olduğunun farkında olmayan kadınları tavlayarak onların ayrılmasını sağlamak bu adamın işi. Her türlü detayı araştırarak, taktikler geliştiren de bir ekibi var. Bu sefer bir baba, kızının evlenmesine 10 gün kala bizim profesyonel gönül avcısına başvurup, kızımı tavla, evliliği iptal ettir diyor. Vee aynen tahmin ettiğiniz gibi bizim gönül avcısı bu kadına (film boyunca kadını bir çok çirkin bulacak, bir çok beğeneceksiniz) aşık oluyor.


Kadına aşık olduğu için eli ayağına dolanmaya başlıyor ve daha da kötüsü potansiyel damat tam bir yeni zaman "beyaz atlı prensi". O kadar kusursuz.

"Senden evvel hic kahvaltıda rokfor yemedim; dirty dancing 'i daha evvel izlememiştim; george micheal benim icin basit bir sanatçı, özel bir ilgim hiç olmadı; bir ofisim bile yok, sadece bürom var. Ama ilk defa bu kadar yoğun hisler yaşıyorum. Bunlar senin için yeterliyse...Sensiz olursam her şeyin anlamsızlasacağını söylemem gerek."

Filmin geçtiği yerler çok güzel, kıyafetler, oteller onlardan da şahane. Keyifli vakit geçirmekse bütün beklentiniz, size istediğinizi bu film kesinlikle verir.

2) Last Night:
Durağan temposuna rağmen çok dolu bir film. Film oldukça yavaş bir şekilde akarken, filmi izleyenin aklında çılgınca soru işaretleri dönmeye başlıyor. "Sadakatsizlik" ve "şüphe" zehri kanınıza karışıyor.

Keira Knightley ile Sam Worthington erken evlenmiş bir çift, birbirlerini seviyorlar ve zaman geçtikçe azalan heycana rağmen oldukça da mutlular. Keira Knightley evlilik rehaveti üzerine çökmüş tipik bir kadın, giyimine özenmiyor, iç çamaşırları çok sıradan... Bu sırada tam bir kaltak kadını canlandıran Eva Mendes giriyor devreye. Tam bir kadın, kıvrımlı hatlar, yüksek topuklar, flörtöz tavırlar. Sam Worthington her ne kadar karısını seviyor olsa da bu çekime kapılmadan duramıyor. O Eva Mendes'in çekimine her geçen gün kapılırken Keira Knightley'in de daha önce Fransa'da tanışıp flört ettiği adam  onun yaşadığı şehre geliyor: İnanılmaz çekici gülümsemesi ile Guillaume Canet!


Filmin konusunu bilmeniz, alacağınız zevki kesinlikle azaltmayacaktır. Sadakatsiz nedir? Sevişince mi aldatmış olur insan, sevişmeyi düşününce mi, yoksa flört edince mi, bunlardan hangileri daha ağırdır, hangileri affedilebilir?

Film biterken size şu soruyu hediye ediyor: Adam başkasıyla seviştiği için aldatmış mı oldu? Peki ya kadın başkasıyla sevişmemiş olsa bile aklında hep diğer adam olduğu için aldatmamış mı sayılacak? Adam başkasıyla sevişti evet, ama çok pişman karısının kollarına koştu. Kadın başkasıyla sevişmedi ama aklında hala diğer adam.Peki ya sizce sadakatsizliğin sınırları nedir?

12 Ağustos 2011

I'm too sexy for your party. No way i'm disco dancing!*

"Cennet"ten bahsetmeye başlamıştım, ama malum iş hayatı, İstanbul koşturmacası, etkinlikler derken ara planladığımdan daha fazla açılmış oldu. Günlerden cuma olmasının şerefine cennet geceleri ile kaldığım yerden aynen devam edeyim...

Bütün gün güneşlendikten sonra duşunuzu alıp, Adam&Eve Main Restaurant'a indiğiniz zaman, tabağınızdaki leziz yemeklere odaklanmanızı engelleyecek boyutta bir podyumvarilik söz konusu oluyor. Benim bildiğim Rus kadınların çokçok güzel olanlarının bile ya biraz varoş ya da biraz bayağı giyimleri olurdu. Adam&Eve'deki Ruslar ise korkunç paralı ve korkunç zevklilerdi. Yanık tenlerindeki fosforlu pembe elbiseleri, sapsarı saçları, biçimli bacaklardaki minileri ve "ben bir servet değerindeyim" diye bağıran çantaları ile benim bile dikkatimi dağıtıyorladı. Yani balayı çiftleri gitmeden önce bu uzun bacaklı minik ayrıntıyı akıllarının bir kenarına yazsınlar bence :) Gidenler de denize gidiyorum diye plaj çantasıyla gitmesinler, valize en yüksek topuklu ayakkabılarını ve en güzel parti elbiselerini atsınlar. 
Akşam yemeğinin hemen ardından o geceki parti başlıyor. Her gece için ayrı konseptte bir parti tasarlanmış. Çok bilinçli bir gezgin olsaydım tercihimi kesinlikle Paul Van Dyk'ın olduğu haftasonundan yana kullanırdım. 


Cuma gecesi, Bluetooth Bar'da ufak çapta bir Victoria's Secret defilesi yapıldı. Bluetooth Bar'da 96 metre uzunluğunda dünyanın en uzun barı var. Barın iki yanında da uzanıp içkinizi içebileceğiniz bembeyaz yataklar... İçki servisini yapanların ayaklarında da patenler. Böylelikle servis de hem hızlı hem de ayrı bir görsel şölen. Aynen gün içinde havuz ve plajda olduğu gibi limitsiz ücretsiz içki burada da devam ediyor. Yani size bir tek menüden içki seçip beyaz yataklara yayılıp showu izlemek düşüyor :)


İkinci gece, gündüz üzerindeki tahtlarda güneşlendiğimiz iskele bir club havasına büründü. Sahne kuruldu, havai fişekler patlatıldı ve hepimize maytaplar dağıtıldı. Ancak DJ tam benim nefret ettiğim cinsten fazla konuşan, kendince çok komik espriler yaptığını sanan adamlardan biriydi. O yüzden kesinlikle en favori partim bu olmadı. Servis edilen tek kokteylin manidar biçimde sex on the beach olması esprisini ise çok sevdim. 


En son gece ise yine Bluetooth Bar'da Türk Gecesi vardı. Türkçe pop parçaların güzel remixlerine, dansözler eşlik etti. 

 (Sürekli bir sis efekti yayıldığı için fotoğraflar çok net değil, üzgünüm. Ama size genel olarak ortamı anlatmaya yetiyordur diye umuyorum.)
 En iyi kokteyl ödülü almış olan "Go-go Devil" ise tattığım en ilginç kokteyllerden biriydi. Çünkü bu bir rakı kokteyli. İçinde sarı zeybek,safari, kavun şurubu ve limon suyu var.

İzlediğim en çarpıcı şov ise jimnastikçi bir kızın halka ile yaptığı şovdu. Güzel vücutlu çıplakça kızları dans ederken izlemeye alışan bünyeler onlara tepki veremezken, bu kızı herkes çılgınca alkışladı.

Dürüst olmak gerekirse, deniz tatiline giderken beni ilgilendiren en son şeylerden biri oluyor geceler. Bronzlaşmak, yüzmek, güneşin altında buz gibi bir şeyler yudumlayarak kitap veya dergi okumak gibisi yok. Ne de olsa geceleri bütün kış yaşıyoruz İstanbul'da. Ama Adam&Eve'de geceler de 24:00 gibi bitecek, gündüz güneşlenme saatinden çalmayacak şekilde planlanmış. Üstelik hiç yorulmuyorsunuz, dans etmenize bile gerek yok. İçkinizi alıp yayılıyorsunuz ve şovları izliyorsunuz. Bence bu konsept İstanbul'da da tutar. 

*Başlık da çok eski şarkılardan birinden: right said fred - i'm too sexy 

01 Ağustos 2011

Cennette 3 gece ve İstanbul'a dönüş

Ben son zamanlarda tatillerimi hep "ucuz otel" ve "otel dışı aktivite çılgınlığı" olarak kurguluyordum. Özellikle de yurtdışındaki tatillerimde. Çünkü güzel bir otelde kaldığı zaman insanın ne yataktan ne jakuziden çıkası geliyor. Otel güzel bir kahvaltı da sunuyorsa, şehrin sokaklarına kendini vurduğunda zaten günün yarısı puff!

Tam tersine otel temiz ama özelliksiz bir otel olursa sadece uyku ve duş için odaya adım atılıyor, kalanında şehrin sokaklarında gezilerek tatilin hakkı veriliyor.Bu yüzden bilinçli bir tercih olarak, yurtdışında hiç lüks sayılabilecek bir otelde kalmadım. Bana temiz çarşaf ve banyo sunan, lokasyonu güzel yerlerden yana tercih yaptım hep.

Türkiye'deki tatillerimde de,  tatil köylerinin her şey dahil anlayışında seçilen alkol markalarının berbat, açık büfelerin aç bırakacak kadar kötü ,her tarafın çocuk gürültüsüyle dolu olduğunu yeteri kadar deneyimlediğimden beri de minik ve mütevazi işletmelerden yanaydım.

Taa ki bu en son tatilime kadar.

Benim avukatlık stajım resmen sona ermiş, kardesim üniversite sınavını devirmişti. Annem ve ben çalışmaktan yorulmuş tatil diye sayıklayıp dururken bunlardan güzel tatil bahanesi mi olurdu. Uzun zamandır merak ettiğim Adam & Eve 'de geçecek üç gece planladık.  Yola çıkarken aklım deniz ve güneşteydi, çok büyük bir beklentim yoktu. Gelgelelim otele resmen aşık oldum. Temziliğine, özenine, her şeyi kolaylaştırmalarına, benim bile cadalozluk yapacak bir kusur bulamamama, tasarımına, kitlesine, huzuruna...

Üç gün sonra İstanbul'a döndüm. Açık büfe burnumda tütüyor, bir şeyler yiyip içince para ödemek garibime gidiyor, podyumdan fırlamış gibi insanlardan sonra herkes çok varoş geliyor. İşin özeti bu hafta boyunca size Adam & Eve'den bahsetmeyi planlıyorum. İlk gün şunu ikinci gün bunu yaptım yerine; geceler, yüzme alanları ve yemekler diye bölmek var aklımda. Odalarla başlayalım...

Otelden içeri adım attığınız anda mis gibi bir turunçgil kokusu ile beyaz dar bir gömlek ile beyaz mini etek giymiş kanatları olan bir melek karşılıyor sizi. Siz lounge'ta oturup birşeyler yiyip içerken, meleğiniz check-in işlemlerini yapıyor. Otelin ilk adımda size hissettirdikleri temizlik ve ferahlık oluyor ve bunu her yerde koruyor. Otelde bütün mobilyalar beyaz, her yer ya ayna ya da cam. İlk adımda biraz başınızı döndürüyor aynalar, ama bir süre sonra o ferahlık hissini çok sevmeye başlıyorsunuz. Odanıza girdiğiniz anda, karşılamanın büyüsü biraz daha artıyor. Bizim odamızda içerideki yatakların dışında, balkonda da iki tane kocaman çift kişilik yatak vardı. Her yer ayna kaplı ve bütün mobilyalar beyazdı.




Kendi yastığım olmadan asla'cılar bile düşünülmüş. Yastık menüsünden ince, kalın, orta, pamuk, kaz tüyü gibi pek çok seçeneğin arasından size uygun yastığı seçebiliyorsunuz. Odada iki ayrı mini bar var. Cola, nestea, su, soda, şarap gibi seçeneklerin yer aldığı mini bardan dilediğiniz kadar ürünü ücretsiz tüketebilirsiniz, ikinci minibar viskiler votkalar içeriyor ve ücretli. Banyonuzda da bir köşede tatilde ihtiyaç duyabileceğiniz her şey var: Jiletten, after-sun'a; mumdan makyaj temizleme pedlerine kadar. Hepsi ekstra ücretli ama ücretler minimumda tutulmuş. Otelden çıkıp eczane arayıp almak zorunda kalsanız alacağınız fiyattalar.

  
 Bu kadar beyaz bana fazla derseniz, yapmanız gereken iki tane kumanda kullanmak. Birincisi balkon panjurlarını kapatmak için, ikincisi de odanızı istediğiniz renge çevirmek için. İstediğiniz renkte dümdüz durmasını sağlayabildiğiniz gibi, çeşitli efektlerden yana da tercih yapabiliyorsunuz.


Odalarda benim bulabildiğim tek kusur, dışarıdaki yatakların yanında birer vantilatör bulunmaması. Çünkü dışarısı çok sıcak oluyor ve klima odayı harika bir hale getirirken balkon çekilmezleşiyor.

Yandaki otel de balkon fotoğraflarına oryantal bir ülke havası katıyor:

Pinterest'im

Instagram'ım