31 Mayıs 2016

Cappadox ve sonrası: Bar biziz bebeğim, tekel nerde sen onu söyle!

Cumartesi sabah erkenden uçağımıza biniyor ve Nevşehir Havalimanı'na iniyoruz.

İstanbul'dan Nevşehir'e uçarken de Nevşehir Havalimanı'ndan Kapadokta'daki otelimize gelirken Cappadox'a ilişkin herhangi bir beklenti içinde değiliz.

Çünkü değil herhangi bir beklentiye girip hayal kurmak, uykusuzluktan ölmek üzereyiz. O sırada hayattan tek istediğimiz şey yatak veya kahve. 

"Gün ölmesin" diye gün doğmadan aldığımız uçak biletlerine bir son vermeliyiz diye düşünüyoruz.



Uçhisar'daki otelimiz Hermes Cave Hotel'in terası, Uçhisar Kalesi'ne karşı harika bir manzara sunuyor. Odalarımız oldukça ferah. Üstelik Cappadox için gelmişken olabilecek en harika lokasyonlardan birinde bulunuyor, bütün etkinliklere servislerin kalktığı, her türlü bilet işlemlerinin yapıldığı alan on dakikalık yürüme mesafesinde.

Ancak o sırada Hande isyanlarda, "Şu an peri bacaları filan umurumda değil gerçekten. Şu koltukta uyumak istiyorum." diye söyleniyor. Hande upuzun, koltuk küçücük. "Sen o koltuğa sığmazsın ki bebeğim, hadi kahve isteyelim." diye cevap veriyorum. "Ben zaten dikine uyuyacağım." diye cevabı yapıştırıyor. O sırada, "dikine uyumanın" Kapadokya tatilimizin vazgeçilmez bir parçası olacağını henüz bilmiyoruz. :)

Sonraki günlerde her türlü talebimizle (sigara, havlu, kahve, süt vs vs.) içtenlikle ve koşa koşa ilgilenerek gönlümüzü fethedecek otel personeli ilk kıyağını bize check-in saatimizden oldukça erken bir oda vererek yapıyor. Hemen çantalarımızı odaya atıp, bir saatlik bir hızlı enerji depolama uykusu uyuyor, duşumuzu alıp odadan çıkıyoruz.



Uçhisar Meydanı'ndaki Babylon alanından biletlerimizi bastırıp, shuttle'a binip, ilk etkinliğimiz olan pikniğin yolunu tutuyoruz. (Önümüzdeki yıllarda bu etkinliğe yolunu düşürmeyi planlayanlara iki harika tavsiye gelsin: 1- Araba ile değil, shuttle ile gidin etkinliklere. Çünkü bu etkinlikte mekanlara hayal ürünü şiirsel isimler vermişler. Halka "Aşk Vadisi" dediğinizde kimse neresi olduğunu bilmiyor. Araba ile gelen herkes kaybolurken, biz shuttle ile oldukça rahat gittik. 2- Bazı etkinliklerde bilet kontrolü yapılmıyor, bilet bulamasanız da şansınızı deneyin, içeri girebilme ihtimaliniz oldukça yüksek. Hatta boşu boşuna bilet almışız diye düşündüğümüz, alakasız biletlerle alakasız etkinliklere girdiğimiz oldu.)








İlk katıldığımız etkinlik, Aşk Vadisi'ndeki Cappadox Piknik oluyor. Yeşilliklerin arasında, minderler ve örtülerle gerçek bir piknik alanı. Bir kenarda canlı müzik yapılıyor, diğer tarafta leziz yöresel yemeklerin olduğu bir stand var. Önce karnımızı doyurup, şarap kadehlerimizi tokuşturuyor, sonra müzik ve sohbet eşliğinde saatlerce çimlerde uzanıyoruz. Bütün yorgunluğumuza ve uykusuzluğumuza değecek kadar keyifli bir ortam; organizasyon, iyi ki gelmişiz dedirtecek kadar iyi: Biralar soğuk, yemekler lezzetli, etkinlikte bir tane saçma insan yok, atmosfer güzel.




Cappadox Piknik'in ardından, festivalden neredeyse bir hafta önce herkesten önce Kapadokya'ya giderek oranın muhtarına dönüşmüş sevgili Ece'yi görmek için Kale Konak Otel'in yolunu tutuyoruz. İstanbul'da bir türlü görüşemediğin güzel insanlarla, Kapadokya'da, harika bir manzaraya karşı, leziz kırmızı şarap yudumlarken kavuşmanın keyfini sürdükten sonra, meydandaki Centre'de makarna yiyerek karnımızı doyuruyoruz.

Kistar Otel'de Aşk ve Şifa İçin Kirtan Meditasyonu'na katılıp, mantralar söyleyerek rahatladıktan sonra, Bezirhane'deki Adam Hurst konserine gidiyoruz. Adam Hurst gerçekten harika bir müzik yapıyor, Bezirhane çok romantik bir konser alanı ancak bu ikisi bizim o andaki ruh halimize hiç uygun değil. Huzur doldukça, gözlerimiz kapanıyor.



Akşam daha önce bahsettiğim Cappadox'ta Son Gece etkinliğine katılıyoruz. Puslu ay, puantiyeli peri bacaları, şarjı olmayan telefonlarımız, salatalıklı votkalarımız, İlhan Erşahin ve Hüsnü Şenlendirici ile son zamanlardaki en keyifli gecelerimizden birini geçiriyoruz.


Otelimize ertesi gün öğlene doğru dönüyoruz. Bilseydik, hiç otel bile ayarlamazdık diye gülüşerek, duşumuzu alıyor, şarkılar söylüyor, makyajımızı yapıyor ve Argos'ta olan kızların yanına gidiyoruz.





Leziz mantı ile karnımızı doyurduktan sonra, dışarıda şakır şakır yağmur yağarken, şömine ve harika bir manzara eşliğinde, şallara dolanıp, harika tatlılar yiyoruz. O an tek eksiğimiz Adam Hurst. Keşke dün akşam değil, bugün burada olsaymış konseri diye düşünüyoruz.



Tatlıların hepsi oldukça lezzetli ama hepimizin favorisi, Türk kahveli sufle oluyor. Hani Kapadokya'da daha yörel lezzetler tavsiye etmem gerekir; ama tavsiyelerimin başını Argos çekecek: Mantısı harika, Türk kahveli sufle mutlaka tadılmalı ve en güzel kısım şu: Altında 1300 yıllık bir şapel ve şarap mahzeni var. İçeride de 20.000 şişe şarap... 

Argos'un kendi üzüm bağlarından üzümler toplandıktan sonra,  Turasan tesislerinde Argos'un şarapları üretiliyormuş. Bu şaraplar yalnızca burada satılıyor, başka hiçbir yerde yok. Kapadokya'ya gelmişken ziyaret etmenizi şiddetle tavsiye ederim. Şarap tadımı yapmak isterseniz önceden rezervasyon yaptırmanızda da fayda var.








İstanbul'a dönüş zamanımız gelene kadar Argos'ta ödüllü şarapları yuvarlayarak keyif çatıyoruz. Dışarıda şakır şakır yağmur yağarken, tatilimizin sonuna geldiğimiz için de biraz hüzünlüyüz. Asıl eğlencenin o noktadan sonra başlayacağını nereden bilebilirdik ki?

Havalimanına doğru yola çıkarken, Başak, uçaktan korktuğunu ve biraya ihtiyacı olduğunu söyleyerek, 10 şişe bira alıyor. Başka bir yer olmadığı için benim bacaklarımın arasında duran bira yığını, avaz avaz söylenen Türkçe şarkıların eşliğinde, yola çıktıktan on dakika sonra bitiyor. 

"Eh biraz daha bira alalım o zaman, havalimanında yokmuş." diyoruz. Direksiyondaki arkadaşımızın elinde bira şişesi ile "Hız limiti neymiş? Aşıp radara yakalanmayalım!" sorusundaki ironilere koparken, yolun ortasında birini görünce durup, "Nereden bira alabiliriz?" diye soruyoruz. Çocuk hepimizin elindeki bira şişelerine ve boş şişe yığınına bakarak "Siz bir doktora görünün!" deme gafletinde bulunuyor. Bizim arabadan cevap hızla geliyor: "Tekelin adı doktor mu?" 

Bizim kahkahalarımızın arasından çocuğun cılız sesi duyuluyor: "Siz bar mı arıyorsunuz, tekel mi?", "Bar biziz bebeğim, tekel nerede?"


Tekel molasından sonra bacaklarımın arasındaki bira şişesi sayısı otuza yükseliyor. Check-in yaptıktan sonra, havalimanının dışında kendimize bir yer bulup, biralarımızı içip, şarkılar söylemeye keyifle sohbet etmeye devam ediyoruz. Bir Türkiye klasiği olarak, eğlenen kızlar herkesi rahatsız ediyor. Bizi uçaktan indirmekle tehdit eden güvenliği "Beni Bozcaada'da atabilir misiniz?" gibi sorularla ayrı kahkaha konusu yaptıktan sonra, oldukça gecikmeli kalkan uçağımızla İstanbul'a geliyoruz.

Aklımızda gerçekliğini sorguladığımız güzellikle anlarla...

Keyifle ve özgür kalın!



24 Mayıs 2016

Puslu Ay, Puantiyeli Peri Bacaları, İlhan Erşahin ve Hüsnü Şenlendirici: Cappadox

Üzerlerine şelale, puantiye ve deniz anası görselleri yansıtılmış peri bacalarının arasındayız. Peri bacalarının daha da üzerinde, bulutların arasından kendini göstermiş puslu bir ay var.

Doğa harikası peri bacaları, mistik kocaman ay ve modern visuallar, tezatları ile büyüleyici bir birliktelik yaratıyor. İçinde bulunduğum ortamın güzelliğine inanamıyorum. 


Bakışlarımı peri bacalarından ayırdığımda, gördüğüm görüntü de en az o kadar inanılmaz. Geçen sene Çeşme'de Aqua'da havuzun içinde tanıştığım sevgili Duygu ve Dilara, birlikte Amerika'ya work&travel macerasına gittiğim cici eşim Gizem, son bir kaç ayda hayatıma giren ve inanılmaz hızla kaynaştığımız komşum Hande ve aynı günün sabahı Kapadokya'da tanıştığım ve birlikte çok keyifli bir gün geçirdiğim Betül ve Başak. Hepsini bambaşka şekillerde, bambaşka yerlerde tanıyıp çok sevdiğim bu insanlarla orada olmam da en az içinde bulunduğumuz ortam kadar sıradışı.

Ellerimizdeki ışıklı bardakları tokuşturuyoruz, ağzımızda salatalıklı votkanın tadı, yüzümüzde kocaman bir gülümseme. 

"Kapanış partisine bir bakalım, sevmezsek kaçarız." diye oraya gelirken, böylesine güzel bir ortam ile karşılaşacağımı gerçekten düşünmemiştim. Her anı kayıt altına almak istiyorum, her bir detayı... Gelgelelim hiçbirimizin şarjı yok. O yüzden tuvalete ve içki tazelemeye gitmek için ayrılmamız gerekirse, eski usul buluşma noktaları belirliyoruz. Bölünüyoruz, toplanıyoruz, geziniyoruz. Kimse whatsup'tan yazışmıyor, kimse fotoğraf çekmiyor, kimse snap atmıyor, ilk defa hepimiz gerçekten anı yaşıyoruz.

Sahneye İlhan Erşahin çıkıyor. İlhan Erşahin'i severiz, defalarca konserlerine gittik; ama bu sefer apayrı güzel. Çünkü bu sefer alıştığımızın dışında, elektronik soundlar yerine, arka fonda bateri var. Daha da önemlisi, kapalı bir konser alanında sıkış tepiş dizilmiş değiliz. Aksine, büyüleyici bir ortamdayız ve dans edecek alanımız var. 

"Türkiye'nin en iyi festivalinin Cappadox olduğuna" karar veriyoruz o anda. Kendimizi müziğe bırakıp, dans ediyoruz. Tam "daha iyi olamazdı." derken, İlhan Erşahin'in yanında, Hüsnü Şenlendirici beliriyor. O kadar iyi bir müzik yapıyorlar ki, trans anı gibi bir şey yaşıyoruz.



Ertesi gün "Acaba ben mi abartıyorum, kafam mı çok güzeldi?" diye düşünürken, Başak "Ah özellikle o konser bitip de alkışlarla geri geldikleri parça var ya, gerçekten ben o sırada transa geçtim, inanılmazdı." dediğinde ve herkes desteklediğinde abartmadığımı anlıyorum.

Konser bittikten sonra, yukarıdaki sahnede çok kötü bir DJ, çok korkunç şarkılar çalıyor. Onun yerine  gerçekten dans etmeye devam edebileceğimiz güzellikte bir müzik olsa, her şey o kadar gerçek üstü olurdu ki, gerçekliğini sorgulamaya başlayabilirdim! 

"İyi ki gelmişiz, iyi ki gelmişiz." 24 saat boyunca en çok kurduğumuz cümle oluyor. Aslında ayakta zor duruyoruz; çünkü:

Bu partiden bir önceki gece... Günlerden cuma...
İşten çıkmışım, "Daha Türkiye'ye ayak basalı bir kaç gün olmuşken, Amerika üstüne bir  tek Kapadokya eksikti." diye kendi kendime söylenerek, valiz boşaltıyor, Kapadokya için çantamı hazırlıyorum.

Ardından Hande ile Bender valizleri ile bana geliyor. Hep birlikte bende kalacağız, çünkü sabah 7:00 uçağı ile Nevşehir'e uçacağız. Hande ile benim daha önce otobüslerin arkasından el sallamışlığımız var, Bender'in Alman disiplini ile bizi sabahın köründe uyandırmasına ihtiyacımız var. Yoksa Hande ile ben o uçağı biz net kaçırırız, biliyoruz.

Üçümüz birlikte laflayarak birer kadeh şarap yuvarladıktan sonra, Bender "Ben yatıyorum. Siz de geç kalmayın, saat 4:00'te kaldıracağım sizi." diyor.

Bender yattıktan sonra, Hande ile boş şarap şişesine bakıyoruz. Bize evde içmeyi en sevdiğim kokteyl olan Aperol ile şampanya karışımından hazırlıyorum. Onları içerken, niyeti bozup, dışarı çıkmaya karar veriyoruz. Hande, bizim bu civarlarda yaşayan bir arkadaşına gitmemizi öneriyor. Pijamalarımızla gidebileceğimiz için, Efendi'ye gitmekten daha cazip bir teklif. 

Bender evden çıktığımızı öğrenirse, bize muhtemelen kızar. O yüzden lisede, annemizle babamız uyuduktan sonra evden kaçar gibi, Aperol ile şampanyayı bir poşete doldurup,  pijamalarımızla evden parmak ucunda fısıldaya fısıldaya çıkıyoruz. Sokağa çıkar çıkmaz "Lingo lingo şişeleeer" diye şarkı söylemeye başlıyoruz.

Yalnızca birkaç apartman sonra, bahsedilen arkadaşın evindeyiz. Niyetim bir saat kadar oturup, sonra eve gidip duş alıp, biraz uyumak.

Ev sahibi, üzerinde bir röpdoşambr, elinde bir rakı kadehi ile karşılıyor bizi. O an anlıyorum, o gece bir saatten uzun sürecek kadar matrak olacak. 

Sanki Teşvikiye'nin ortasında değilmişiz gibi, yeşilliklere bakan harika bir balkonda oturuyoruz. Laf lafı açarken, balkon giderek kalabalıklaşıyor, ortaokuldan arkadaşım Gökçe bir yanıma, Karaköy'de çok sevdiğimiz bir kokteyl barın sahibi karşıma geldiğinde, "Oturduğum bölgeye aşığım, sürekli enteresan insanlarla tanışıp, enteresan geçeler yaşıyorum." diye mırıldanıyorum kendi kendime. 

Biz hiç uyumadan, balkon partisinden, önce Sabiha Gökçen Havalimanı'na, sonra Nevşehir'e bağlıyoruz. Dilimde sürekli "Bir ortak geçmişimiz var, bir de hep açık yaralar. Kendine hep hatırlattığın fazla parlamış anılar." Nevşehir'e ayak bastığımızda, niçin şarkının dilime dolandığını çözüyorum; dün gece balkonda yanımda Pamela ile facetime üzerinden geyik yapıldığını hatırlıyorum. Bir de "Acaba bu kadar yorgunluğa değer miydi Kapadokya için? Zaten geçen sene de mayısta gelip günlerce köşe bucak gezmiştim." diye düşünüyorum.



Ve aradan 12 saat geçtikten ve hala hiç uyumadıktan sonra, anlattığım ortamda, sahnede Hüsnü Şenlendirici ve İlhan Erşahin varken, seneye dünyanın neresinde olursam olayım tekrar Cappadox'a gelmeye kendime söz veriyorum.

Diğer Cappadox etkinlikleri ve Cappdox bittikten sonraki pazar keşifleri çok yakında.

Yazın gelişini hissederek kalın!



19 Mayıs 2016

İstanbul'da turist olmak: Londra'dan 4 misafir ile 4 gün, 14 mekan

Onunla ilk tanıştığımız günü hatırlamıyorum. Tanıştığımızda hakkında ne düşündüğümü,  ilk sohbetlerimizin ne olduğunu anımsamaya çalışsam da hiç bir ipucu bile gelmiyor aklıma.

Maslak'ta havalı bir plazanın 12. katındaki ofiste aynı odada çalışmaya başlamıştık. Birbirimizi bu kadar seveceğimizi, birlikte böylesine çok şey paylaşacağımızı, aradan yıllar geçtikten sonra, dünyanın bambaşka uçlarında olsak da, kesişen dönemlerde büyük aşklar, büyük hayal kırıklıkları, iş değişiklikleri yaşayacağımızı, birbirimize whatsup üzerinden yolladığımız ses mesajları ile duygulanıp, kahkahalar atacağımızı, o mesajların hep olabilecek en iyi anlara denk geleceğini, düzenli biçimde iletişim içinde olmasak dahi birbirimize güç ve enerji vereceğimizi elbette o zamanlar bilemezdik.



Ofiste gereksiz krizler çıktığında, kapımızı kapatıp, sakinlik içinde tıkır tıkır işimizi yapar, işlerimiz bittikten sonra da uzun uzun sohbetler ederdik. Mesai saatleri dışında görüşmüyorduk. İyi anlaşan ve güzel sohbet eden iki iş arkadaşıydık o kadar.

Derken bir gün, Beyrut bu kadar havalı ve sık gidilen bir istikamet değilken, "Ben Beyrut'a gitmek istiyorum; ama arkadaşlarım sadece Avrupa istikametlerine eşlik ediyor." diye homurdandığımda, "Aman Tanrım, ben de Beyrut'a gitmeyi inanılmaz çok istiyorum." diyivermişti. Sessizlik içinde birbirimize birkaç dakika bakmıştık, muhtemelen ikimizce sessizce aklımızda benzer şeyleri tartmıştık. Seyahat arkadaşlığı önemli bir şeydi, anlaşamamak, üstelik de Lübnan gibi kültürüne pek hakim olmadığımız bir ülkede, oldukça sıkıntılı olabilirdi. İkimiz de birbirimize güvenmiş ve o gün biletlerimizi almıştık.

Sonra Beyrut'a gittik, hayatımızın en sürprizlerle dolu seyahatlerinden biri olarak ikimizin de aklına ve kalbine kazındı. Ayrıca o seyahatten sonra, ben biriyle tanışmanın en iyi yolunun seyahat olduğuna inanmaya başladım ve bu vesileyle harika deneyimler yaşadım. Eğer onunla Beyrut'a gidip bu harika günleri deneyimlememiş olsaydım, bugün belki de yalnızca yakın arkadaşları ile seyahate giden ve şimdikinin yarısından bile az yola düşen biri olabilirdim.



O seyahatten sonra çok yakınlaştık. Beyrut ile ilgili her film, her şarkı, her romanda birbirimizi andık. Yıllarca her kötü anımızda, o günlerde çekildiğimiz fotoğrafları birbirimize yollayıp moral verdik. Hayatta nereye gittiğimizi bilmediğimiz dönemlerimizde, İstanbul'un harika manzaralarına karşı şişelerce şarap içerek saatlerce sohbet ettik. Ruhsal tacizin daniskasını yapan patronumuzla iş ilişkimizin sona ermesini, onun yaşadığı İstiklal Caddesi'nin üzerindeki konsolosluk sarayında, efsane güzel şaraplarla kutladık, yine konsolosluk kıyaklarıyla harika konserleri en güzel yerlerden izledik.

Sonra o bir adamla tanıştı, İstanbul'un karışık olduğu günlerdi ve Londra'ya taşındı. Bir senedir onu görmemiştim ki, harika aksanı ile "Sezoooooo" diye başlayan bir sesli mesaj yolladı. Londra'dan üç arkadaşı ile İstanbul'a geliyordu ve planlar için bana güveniyordu.

Bu vesileyle, ben de perşembeden pazara, kendi şehrimde turist oldum ve dolu dolu dört gün geçirdim. Yurtdışından misafirleriniz gelirse ve müzelerin, tarihi yerlerin değil; İstanbul'daki hayatın peşindelerse bu liste size ilham verebilir.

Misafirler bir yana, biz İstanbul'da yaşayanlar da, üzerimizdeki pası atıp, ne kadar güzel bir şehirde yaşadığımızı hatırlamış olduk. Bundan sonra seyahat etmeden durabildiğim az sayıdaki haftasonlarımda pazar günleri kendi şehrimde turist olmaya karar verdim.



Perşembe akşamı buluşma noktamız, Kuruçeşme'deki La Mancha. Güzel bir köprü manzarası ve lezzetli kokteyller ile başlangıcı yapıyoruz. Denize dönük yerleştirilmiş barı ve hafta içleri oldukça sakin ortamı ile keyifli koyu sohbetler için sevdiğim mekanlardan biri.

Ardından son dönemde hızla hareketlenen Arnavutköy'e geçiyoruz ve İstanbul'daki Berlin olarak tanımlayabileceğimiz Luzia'nın üst katındaki koltuklarda yayılarak sohbet ediyoruz. Dans etmek için istikametimiz, yine Arnavutköy'deki Alexandra Coctail Bar. Uzun zamandır en uzun perşembemi yaşamış olarak, çok az uykuyla cuma günü koşa koşa işe giderken, onları akşama kadar kendi turistik aktiviteleri ile başbaşa bırakıyorum.



Cuma akşamı, Türkiye'ye gelmişken rakı ve meze kombinasyonu içeren bir gece geçirmeseler eksik kalır diyerek Duble Meze Bar'da buluşuyoruz. Tam gün batış saatlerinde, tokuşan rakı kadehlerimize, Duble Meze'nin çok sevdiğim frapan minik dokunuşlar eklenmiş mezeleri eşlik ediyor. Hepimizin keyfi yerinde.



Duble Meze Bar'dan sonra, bir zamanlar içine girebildiğimiz Hollanda Konsolosluğu'nun konsoloslarına tahsis ettiği sarayına demir parmaklıkların ardından bakıp nostalji yaptıktan sonra, son zamanlarda İstanbul'daki favori mekanlarımdan olan Rejans'ın yolunu tutuyoruz.

Ben büyük bir şevkle, buranın bir zamanlar kimleri ağırladığını anlatırken, Sasha, "Dünya ne kadar küçük! Siz ikiniz birbirinizi nereden tanıyorsunuz ki?" diyiveriyor. Coşkuyla birbirimize sarılıp, birkaç cümlede ne kadar harika zamanlar paylaştığımızı özetledikten sonra, "Dünya ne kadar küçük!" diyerek votka kadehlerimizi tokuşturuyoruz.

İstanbul'un en harika barmeni sevgili Cenk'in leziz kokteyllerini devirdikten sonra (kendisi yaz sezonunda SuAda 360'ta bu arada, aklınızın bir kenarında olsun) kendimizi yeniden İstiklal Caddesi'ne atıyoruz.



Üniversiteden beri gitmediğim Çiçek Pasajı'nda ve Nevizade Arkaoda'da birer bira yuvarladıktan MiniMüzikhol'ün yolunu tutuyoruz. Sabaha kadar dans edip, sonra Bambi'ye kaşarlı dürüm yemeye gitmeyeli yıllar olmuştu. Kendimi uzun zamandır olmadığı kadar genç hissediyorum.



Cumartesi sabaha karşı yattığımız için planladığımız kadar erken uyanamıyoruz. Öğlene doğru uyanıyor ve Mia Mensa'nın koltuklarında yayılarak, güneşlenmeye gidiyoruz. Biraları ve pizzaları devirip, güneşi batırdıktan sonra istikametimiz Karaköy oluyor. Karaköy'de nerede boş yer bulursak, orada takılarak, oradan oraya zıplayarak cumartesi akşamını kapatıyoruz. Son zamanlarda başka ülkelerden gelen arkadaşlarımı pek çok semtte gezdirdim; ama istisnasız hepsinin en favorisi Karaköy oldu.





Pazar sabahı buluşma noktamız Kabataş'taki deniz otobüsünün önü. İstikametimiz Burgazada. Yolda adanın yerlisi sevgili Serru'ya yazıp tavsiye istiyorum. Four Letters Word'e gidin, ben de yoldayım, geliyorum, diyor. Kalpazankaya'da buluşmaya karar veriyoruz.





Four Letter Word, minicik bir kahve dükkanı, bütün haftasonu boyunca içtiğimiz en iyi kahveyi orada içiyoruz. Hava buz gibi. Eyvah diyorum, çok yanlış bir günde çok yanlış bir plan, hava durumunu kontrol etmeyi öğrenmeliyim.

Neyse ki, biz bol bol fotoğraf çekerek Kalpazankaya'ya ulaştığımızda, güneş tepede ışıl ışıl parlıyor ve sabahki havadan eser yok. Güneşin altında bir büyük rakı söylüyoruz, bol bol da meze. Deniz ürünlü safranlı bir top var ki, bayılıyorum bayılıyorum.







Karnımızı doyurduktan sonra, aşağı iniyoruz, ormanın içinden geçerek, kendimize harika bir güneşlenme noktası seçiyoruz. Keyfimize diyecek yok. "Ah" diyorum, "Biz bunu neden daha sık yapmıyoruz ki!"











İstanbul çok uzak, güneş tepede, kahkahalarımız yüksek. Sevgi doluyuz, sarmaş dolaşız, kıpkırmızı burunluyuz.



İstanbul'a dönüyoruz, ayrılık zamanı geliyor. Bir dahaki seferin ne zaman nerede olacağının bilinmezliğini seviyoruz. Oradan oraya haftasonundan geriye yorgunluk varsa bile, "Vay be, hala dört gün çıkabiliyorum ve yerlerde sürünmüyorum." biçimindeki belli belirsiz gurur ile aklıma geldikçe gülümseten diyalog ve anlar daha ağır basıyor.

Bütün gün boyunca, kahveyi bulana içimden şükranlarımı sunuyorum.

Ekipten birinin video çalışması da karşınızda, müzik seçimleri korkunç olsa da :))


Kendi şehrinizde turist kalın!

17 Mayıs 2016

How to stop time: kiss / How to feel time: write

Pazar sabah 5:00'te Türkiye'ye ayak basıyorum. Dokuz saatlik New York - İstanbul yolculuğumda, Yolda The Dressmaker, Joy ve The Choise filmlerini izlemiş, biraz kitap okumuş ve bol bol şarap yuvarlamış olarak.



İstanbul'da harika bir gün doğumu ve sıcacık bir hava karşılıyor bizi. Saatin çok erken olması nedeniyle, yollar bomboş. Havalimanından eve Yeşilköy sahil yolundan gelirken, trafik yokken ve sokaklar boşken İstanbul o kadar güzel ki!

Bozeman, Yellowstone ve New York'tan sonra, yalnızca saat farkı değil, iklim değişikliği yüzünden de bünyem alt üst olabilir. Ne de olsa aynı haftanın içinde kocaman yağan karlar altında da yürüdüm, güneşlenen insanların arasında üstümde yalnız bir tshirtla da takıldım.

"Uyumamam lazım, uyumamam lazım. Artık İstanbul saatinde yaşamam lazım. Yarın işe gideceğim." diye kendi kendime telkinlerde bulunsam da, ağırlaşan göz kapaklarıma karşı koyamıyorum. Alarm kurup yalnız birkaç saat uyumaya niyetleniyorum.

Gözlerimi açtığımda saat 17:00! Koca bir günü uyuyarak geçirmiş olarak, kızlara yazıyorum. "Ben geldim. Günaydın!" Sevgili Gizem, "Hahah jet lagin dibi." yorumunu yaptıktan sonra, Bomontiada'dan bir video yolluyor. O kadar güzel görünüyor ki!

Valiz boşaltmak, çamaşır yıkamak, evi toplamak benim için her zaman ertelenebilir işler kapsamında olduğundan onları yapmaktan hemen vazgeçiyorum. Zaten dolabım tıka basa kıyafet ve çanta ile dolu. Öncelikle onların büyük bir kısmını Mushaboom Dükkan üzerinden yeni sahiplerine kavuşturmam lazım. Bu hafta yapılacak işler listeme bunu ekliyorum.

Dip boya acil bir ihtiyaç, onu halledip, hızlı bir duş aldıktan sonra, yeni kıyafetlerimi hemen kullanma arzusu içinde, Uniqlo ve DKNY poşetlerimi açıp, hızlıca üstüme bir şeyler geçirip evden çıkıyorum.

Hava şahane, taksiye binmekten vazgeçip, New York'ta bloklarca yürüme pratiğimi İstanbul'da da göstererek Bomonti Bira Fabrikası'na yürüyorum. Yolda, Budapeşte - Amerika kaçamaklarım arasında görüşmeye fırsat bulamadığım en sevgili arkadaşlarımla mesajlaşarak, hemen salı ve çarşamba akşamına planlar konduruyorum. Sanki artık biraz evcil takılma kararları alan ben değilmişim gibi!

Gizem ile buluşuyoruz. Ulaştığımızda Souq etkinliği bitmiş, bahçedeki masalara oturuyoruz. Son haftalarda sürekli fast-food, yumurta ve et yemekten yorulan bünyem, rokalı ve beyaz peynirli salata ile mutluluktan ölüyor. Yanında da buz gibi bir Kölsch bira, üstüne de Amerikano eşliğinde son haftaların dedikoduları derken, pazar akşamını kapatıyoruz.

İstanbul'u seviyorum. İstanbul'da sevdiğin insanlar olduğu sürece, harika bir şehir burası.

Eve geliyorum, son haftalarımı otel odalarında geçirdiğimden, kutu evim iki odası ile gözüme o kadar büyük ve ferah görünüyor ki.

Soyunurken, müdürümün whatsup'tan yazdığını görüyorum, "Eyvah, şirkette yokluğumda bir kriz mi çıktı?" paniğine kapılıyorum. Yarın sabah Berlin'e gideceğini ve benden tavsiye beklediğini hatırlatıyormuş. Kendime güzel bir kahve demliyor ve keyifle Berlin'e ışınlanarak upuzun bir liste çıkarıyorum.

Ertesi günkü kıyafetlerimi hazırlıyorum, Bozeman'da kaldığım olağanüstü güzel ev için airbnb üzerinden yorum yazıyorum. Saat 2:00 oluyor ve benim hiç uykum yok.

"Jet-lag'in kralını yedin kızım, muhtemelen yarın sabah da seni okunmamış milyon mail karşılayacak, battı balık yan gider." diyorum. Gülüyorum. Kendi kendime manasızca gülebildiğim zamanlarımı çok seviyorum. Hayatımda şimdiye kadar aldığım en pahalı (20 dolar!)  sigara paketimdeki son sigarayı yakıyorum. Röyksopp'tan Here She Comes Again evin içini doldururken, minik minik dans etmeye başlıyorum: Here she comes again. Troubles on her brow.




Pazartesi sabahı umduğumdan daha geç ama apar topar servise yetişebileceğim kadar erken bir saatte uyanıyorum. Kendim bile şaşırıyorum; ama şirketteki masamı, bazı şirket arkadaşlarımı, şirkette olmayı gerçekten özlemişim. Bu işimi gerçekten sevdiğimi o gün fark ediyorum.

Molalarımda, benim yokluğumda gidilen Bozcaada koşusu havadislerini ve şirket dedikodularını alarak ve Bozeman'dan taşıdığım kahveleri demleyerek,  okunmayı ve cevaplanmayı bekleyen yüzlerce maile el atıyorum, sözleşme hazırlıyorum, şirket içi prosedür yayınlıyorum, bir eğitim organize ediyorum. Gün bitip servise bindiğimde gözlerimi kapatıyor ve deliksiz biçimde uyuyorum. Gözümü açtığımda Akaretler'deyim.

Spora gitmek hiç içimden gelmiyor. Her zamanki gibi. Kulaklığımı takıp sevdiğim şarkıları dinleyerek kendimi gaza getiriyorum. Ardından da üstüme spor kıyafetlerimi giyip evden çıkıyorum. Az sonra koşu bandının üzerindeyim. Tam bir saat! Yaktığım kalorilerden mutlu ve ter içinde iniyorum.

Eve yürürken, sınırlarımı zorlamayı ne kadar sevdiğimi fark ediyorum. Bu bazen şiş gözlerle, dağınık saçlarla, manikürü gelmiş tırnaklarla gezmeme neden olsa da, başka bir deyişle biraz yavaşlasam çok daha bakımlı ve güzel bir kadın olabilecek olsam da, sınırlarımı zorlamayı ve zorladıkça o sınırların ve enerjinin arttığını keşfetmeyi çok seviyorum.

Marketten sağlıklı yiyecekler alıp eve geliyorum. Sade Activia üzerine çilek dilimliyorum. Çünkü meyvelisinin içinde yapay şeker var! Şeker orucuna geri döndüm. Dadadam yeniden #dahaiyiben.




Salı günü daha bir gün önce şeker orucuna geri dönen ben değilmişim gibi, şirketteki bir toplantı odasında finans ailesinin hamarat kızlarının ev yapımı sarmalarının üzerine, gerçekten çok leziz kocaman bir dilim tiramisu yuvarlıyorum. Güzel şeylere karşı koyma iradem sıfır!

Yokluğumda o kadar çok iş birikmiş ki, gün nasıl başlıyor, nasıl bitiyor anlamıyorum. Çıkışta eski ofisimden sevgili Pınar'ın bekarlığa vedasını kutlamak için Moda'ya gideceğiz. Ayrıca yepyeni iki tane tek taş var şerefine kadeh kaldırılacak. Gelgelelim işyerimden Moda o kadar uzak ve o kadar çok trafik var ki! Düğünde kendimi affettirmeye karar vererek, Avrupa kıtasını terk etmeyi reddeden bünyemi dinliyorum, eve ulaşmaya çalışıyorum. 

Bir saat sonra telefonumda bir hatırlatma: Tiyatro Fesvivali'nde olmam gerekiyor!

Gitsem mi, gitmesem mi derken taksideyim, Uniq Hall'da Her Gün Biraz Daha'yı izliyorum.

İran'dan üç kadının hikayesi... Üçünün tutkusu ayrı, birisininki evli bir adam, ikincisininki dağcılık, üçüncüsününki savaş pilotu olan kocası. Ve bu üç kadını da tutkuları var ettiği gibi, bitiriyor da... Çarpıcı bir oyun, ben zaten kadınların hikayelerini hep seviyorum.

Kapıya çıkıyorum, kikirdeşerek telefon konuşmaları yaptıktan sonra, tam gitmek üzereyken, birisi "Sezen" diye sesleniyor. Dönüyorum, karşımda kesinlikle tanımadığım çok tatlı gülümseyen bir kız var. O gülümsemeyi artık biliyorum, beni çok iyi tanıyormuş gibi ama çekingence bir gülümseme. "Blogunu takip ediyorum." açıklamasıyla beni doğruluyor, ben onu öperken. Bu durumlarda hem olağanüstü mutlu oluyorum, hem de ciddi bilgi eşitsizliği yaşıyorum. Ben onun babasının İranlı olduğunu öğrendiğimde bu kültürel zenginliğe bayılıp, şaşırırken; ben "Tam bir festival kurduyum." dediğimde, o zaten bunu biliyor. Ayaküstü keyifle lafladıktan sonra, başka festivallerde karşılaşmak üzere vedalaşıyoruz. (Bir kez daha buradan kocaman sevgiler.)



Eski ofis ekibim yazıyor, "Düğünde ne giyeceğini söylersen affederiz." Sırt dekolteli tuvaletimle orada olup kendimi affettireceğim elbette.

Sevgili Hande arıyor, film izlemeye çağırıyor. Sıcak bir duşun çağırısı daha baskın. Duş jelimin bittiğini fark edip, almaya doyamadığım kozmetiklerin arasında duş jeli ararken, yogitamla yaptığımız Kuzguncuk keşfinde aldığım, tamamen doğal vücut peelingini buluyorum.

Dağınık bir evde yaşamanın en güzel yanı alışverişlerini aylar sonra bulmak. Buram buram lavanta ve limon kokarken, kendi tenimin yumuşaklığından mutlu oluyorum.

Hayatımı düşünüyorum. İstanbul'u, arkadaşlarımı, blogumu ve çalışmayı çok seviyorum. Yalnızca aşık olduğumda yavaşlayabiliyorum. Bu şehirde yaşayan yakışıklıların kış uykusuna yatıp, mayısta tekrar sokakları dolduklarını düşünüyorum. Geceleri uyumak hiç içimden gelmiyor. Kahve içmeye ve mis kokulu yağlara bulanmaya bayılıyorum. Her geçen gün bir tık daha kendime yaklaştığımı hissediyorum.

Hepinizi ayrı ayrı lavanta kokulu öpüyorum. 

05 Mayıs 2016

I don’t know where I am going, but I am on my way.*


2016 başlarken, bu sene beni nelerin beklediği hakkında hiçbir fikrim yoktu.

2015 yılının son günlerinde, yıllardır çalıştığım iş yerinden ayrılmış, bir kaç ayımı çalışmadan geçirmeye karar vermiştim. Dinlenerek ve seyahat ederek... Bu birkaç ayda yapacaklarıma ilişkin upuzun listeler hazırlamış, çeşitli istikametlere uçak biletleri satın almıştım.

Hayat bu ya, hiç bir şey benim kağıt üzerinde planladığım gibi gerçekleşmemişti.

2015 yılının en son gününde, hayatıma inanılmaz boyutta zevk katarak giren ve aylar boyunca beni çok heyecanlandıran adam ile yollarımızın ayrılması gerektiğini çok net biçimde görmüş; aynı gün yepyeni bir iş için sözleşme imzalayarak, İstanbul'dan ayrılmıştım.

2016 yılının ilk günlerine Teos'ta keyif çatarak başladıktan sonra, İstanbul'a döndüğüm gün yeni işime başlamıştım.

Yeni işim, benim için sadece bir işyeri değişikliği değildi. Komple bir değişiklik paketiydi. Yıllardır hukuk bürolarında avukatlık yaptıktan sonra, perakende sektöründe bir şirkette finansal dönüşüm departmanında işe başlamıştım.

Bugüne kadar işim dilekçe, sözleşme, dd raporu yazmak iken, bir anda word, bilgisayarımda asla kullanmadığım bir program haline gelmişti. Artık excell tabloları ve sunumlarla çalışıyordum. Butik hukuk bürolarında herkesin amacı "işin iyi ve hızlı" bitmesini sağlamak iken, burada iş rutinime ego savaşları ve entrikalar eklenmişti. Bugüne kadar Avrupa ülkeleri ile çalışıyorken, artık bambaşka ülkelerle çalışmaya, dolayısıyla alıştığımın dışında üslup ve çalışma biçimleri ile karşılaşmaya başlamıştım.

Değişiklikler bununla da bitmiyordu. Bugüne kadar Levent - Maslak hattında çalışan biri olarak, İstanbul'un benim için "çok uzak" bir noktasına her gün gidip gelmeye başlamıştım. Bu da uyanma saatimden, günde attığım adım sayısına kadar bütün rutinimi değiştiriyordu.

Diğer yandan da, hukuk bürolarında kölelik sistemine yakın çalışma şartlarından sonra, şirkette çalışmanın avantajları karşısında şaşkınlık yaşıyordum. Uzun kahvaltılar, langırt turnuvaları ile geçen saatler, fazla mesai kavramının hayatımdan çıkması...

Bütün bunlar olup biterken, bir de önce "Aşk ve Denge Yogası", ardından "Tantra" girdi hayatıma. Haftada azımsanamayacak miktarda saatimi bunlarla geçirmeye başladım. Gittikçe ve etkilerini gördükçe daha çok sardım.

Bu süreçte defalarca yollara düştüm; Adana'ya, Kartalkaya'ya, Alaçatı'ya, Teos'a, Selanik'e, Lüleburgaz'a, Meteora'ya, henüz bahsedememiş olsam da Budapeşte'ye gittim.

İstanbul'da çok gezdim, planladığım kadar olmasa da bol bol blog yazısı yazdım.



Özetle çok yoğun dört ay geçirdiğimi, ilk defa durup bir soluklanmaya fırsatım olduğunda, yani şu anda fark ettim.

Geride kalan bu dört aya bakıyorum, tantra, henüz bütün pratikleri uygulayarak mucizeleri tam anlamıyla yaşamaya fırsat bulamamış olsam bile, bu haliyle bile kendime yaptığım olağanüstü bir yatırımdı. İş yerinde, elbette daha yapılacak ve "daha iyi yapılabilecek" bir çok şey olmasına rağmen, bu süre içinde pek çok problemli süreci düzelten projeler ve süreçler tamamladım, krizler atlattım. Seyahatlerimin hepsi muhteşem keşifler, İstanbul'da geçen zamanlarımın hepsi kahkahalarla doluydu.

Her zamanki gibi bu sürede hayatımda en eksik kalan şey uyku oldu.

Şimdi yaz başlamadan önce bir mola zamanı. 

Siz bu satırları okurken, ben New York uçağında olacağım. Hıdırellez dileklerimi, uçağın camına yapıştırmayı planlıyorum. :))

Ve daha güzeli şu ki, New York sadece aktarma durağım. Özetle bir süre buralarda olmayacağım. Bu süre boyunca yazı da yazmayacağım, Mushaboom8'de size bol bol yetecek çoklukta, her ruh haline uygun yazı var nasıl olsa... 

Başlıktaki Voltaire'nin sözünde olduğu gibi, nereye gittiğimi bilmiyorum; ama bütün hücrelerimle hissediyorum ki benim için doğru bir istikamette emin adımlarla ilerliyorum.

Keyifle, aşkla, umutla, heyecanla kalın!





Pinterest'im

Instagram'ım