Pazar sabah 5:00'te Türkiye'ye ayak basıyorum. Dokuz saatlik New York - İstanbul yolculuğumda, Yolda The Dressmaker, Joy ve The Choise filmlerini izlemiş, biraz kitap okumuş ve bol bol şarap yuvarlamış olarak.
İstanbul'da harika bir gün doğumu ve sıcacık bir hava karşılıyor bizi. Saatin çok erken olması nedeniyle, yollar bomboş. Havalimanından eve Yeşilköy sahil yolundan gelirken, trafik yokken ve sokaklar boşken İstanbul o kadar güzel ki!
Bozeman, Yellowstone ve New York'tan sonra, yalnızca saat farkı değil, iklim değişikliği yüzünden de bünyem alt üst olabilir. Ne de olsa aynı haftanın içinde kocaman yağan karlar altında da yürüdüm, güneşlenen insanların arasında üstümde yalnız bir tshirtla da takıldım.
"Uyumamam lazım, uyumamam lazım. Artık İstanbul saatinde yaşamam lazım. Yarın işe gideceğim." diye kendi kendime telkinlerde bulunsam da, ağırlaşan göz kapaklarıma karşı koyamıyorum. Alarm kurup yalnız birkaç saat uyumaya niyetleniyorum.
Gözlerimi açtığımda saat 17:00! Koca bir günü uyuyarak geçirmiş olarak, kızlara yazıyorum. "Ben geldim. Günaydın!" Sevgili Gizem, "Hahah jet lagin dibi." yorumunu yaptıktan sonra, Bomontiada'dan bir video yolluyor. O kadar güzel görünüyor ki!
Valiz boşaltmak, çamaşır yıkamak, evi toplamak benim için her zaman ertelenebilir işler kapsamında olduğundan onları yapmaktan hemen vazgeçiyorum. Zaten dolabım tıka basa kıyafet ve çanta ile dolu. Öncelikle onların büyük bir kısmını Mushaboom Dükkan üzerinden yeni sahiplerine kavuşturmam lazım. Bu hafta yapılacak işler listeme bunu ekliyorum.
Dip boya acil bir ihtiyaç, onu halledip, hızlı bir duş aldıktan sonra, yeni kıyafetlerimi hemen kullanma arzusu içinde, Uniqlo ve DKNY poşetlerimi açıp, hızlıca üstüme bir şeyler geçirip evden çıkıyorum.
Hava şahane, taksiye binmekten vazgeçip, New York'ta bloklarca yürüme pratiğimi İstanbul'da da göstererek Bomonti Bira Fabrikası'na yürüyorum. Yolda, Budapeşte - Amerika kaçamaklarım arasında görüşmeye fırsat bulamadığım en sevgili arkadaşlarımla mesajlaşarak, hemen salı ve çarşamba akşamına planlar konduruyorum. Sanki artık biraz evcil takılma kararları alan ben değilmişim gibi!
Gizem ile buluşuyoruz. Ulaştığımızda Souq etkinliği bitmiş, bahçedeki masalara oturuyoruz. Son haftalarda sürekli fast-food, yumurta ve et yemekten yorulan bünyem, rokalı ve beyaz peynirli salata ile mutluluktan ölüyor. Yanında da buz gibi bir Kölsch bira, üstüne de Amerikano eşliğinde son haftaların dedikoduları derken, pazar akşamını kapatıyoruz.
İstanbul'u seviyorum. İstanbul'da sevdiğin insanlar olduğu sürece, harika bir şehir burası.
Eve geliyorum, son haftalarımı otel odalarında geçirdiğimden, kutu evim iki odası ile gözüme o kadar büyük ve ferah görünüyor ki.
Soyunurken, müdürümün whatsup'tan yazdığını görüyorum, "Eyvah, şirkette yokluğumda bir kriz mi çıktı?" paniğine kapılıyorum. Yarın sabah Berlin'e gideceğini ve benden tavsiye beklediğini hatırlatıyormuş. Kendime güzel bir kahve demliyor ve keyifle Berlin'e ışınlanarak upuzun bir liste çıkarıyorum.
Ertesi günkü kıyafetlerimi hazırlıyorum, Bozeman'da kaldığım olağanüstü güzel ev için airbnb üzerinden yorum yazıyorum. Saat 2:00 oluyor ve benim hiç uykum yok.
"Jet-lag'in kralını yedin kızım, muhtemelen yarın sabah da seni okunmamış milyon mail karşılayacak, battı balık yan gider." diyorum. Gülüyorum. Kendi kendime manasızca gülebildiğim zamanlarımı çok seviyorum. Hayatımda şimdiye kadar aldığım en pahalı (20 dolar!) sigara paketimdeki son sigarayı yakıyorum. Röyksopp'tan Here She Comes Again evin içini doldururken, minik minik dans etmeye başlıyorum: Here she comes again. Troubles on her brow.
Pazartesi sabahı umduğumdan daha geç ama apar topar servise yetişebileceğim kadar erken bir saatte uyanıyorum. Kendim bile şaşırıyorum; ama şirketteki masamı, bazı şirket arkadaşlarımı, şirkette olmayı gerçekten özlemişim. Bu işimi gerçekten sevdiğimi o gün fark ediyorum.
Molalarımda, benim yokluğumda gidilen Bozcaada koşusu havadislerini ve şirket dedikodularını alarak ve Bozeman'dan taşıdığım kahveleri demleyerek, okunmayı ve cevaplanmayı bekleyen yüzlerce maile el atıyorum, sözleşme hazırlıyorum, şirket içi prosedür yayınlıyorum, bir eğitim organize ediyorum. Gün bitip servise bindiğimde gözlerimi kapatıyor ve deliksiz biçimde uyuyorum. Gözümü açtığımda Akaretler'deyim.
Spora gitmek hiç içimden gelmiyor. Her zamanki gibi. Kulaklığımı takıp sevdiğim şarkıları dinleyerek kendimi gaza getiriyorum. Ardından da üstüme spor kıyafetlerimi giyip evden çıkıyorum. Az sonra koşu bandının üzerindeyim. Tam bir saat! Yaktığım kalorilerden mutlu ve ter içinde iniyorum.
Eve yürürken, sınırlarımı zorlamayı ne kadar sevdiğimi fark ediyorum. Bu bazen şiş gözlerle, dağınık saçlarla, manikürü gelmiş tırnaklarla gezmeme neden olsa da, başka bir deyişle biraz yavaşlasam çok daha bakımlı ve güzel bir kadın olabilecek olsam da, sınırlarımı zorlamayı ve zorladıkça o sınırların ve enerjinin arttığını keşfetmeyi çok seviyorum.
Marketten sağlıklı yiyecekler alıp eve geliyorum. Sade Activia üzerine çilek dilimliyorum. Çünkü meyvelisinin içinde yapay şeker var! Şeker orucuna geri döndüm. Dadadam yeniden #dahaiyiben.
Salı günü daha bir gün önce şeker orucuna geri dönen ben değilmişim gibi, şirketteki bir toplantı odasında finans ailesinin hamarat kızlarının ev yapımı sarmalarının üzerine, gerçekten çok leziz kocaman bir dilim tiramisu yuvarlıyorum. Güzel şeylere karşı koyma iradem sıfır!
Yokluğumda o kadar çok iş birikmiş ki, gün nasıl başlıyor, nasıl bitiyor anlamıyorum. Çıkışta eski ofisimden sevgili Pınar'ın bekarlığa vedasını kutlamak için Moda'ya gideceğiz. Ayrıca yepyeni iki tane tek taş var şerefine kadeh kaldırılacak. Gelgelelim işyerimden Moda o kadar uzak ve o kadar çok trafik var ki! Düğünde kendimi affettirmeye karar vererek, Avrupa kıtasını terk etmeyi reddeden bünyemi dinliyorum, eve ulaşmaya çalışıyorum.
Bir saat sonra telefonumda bir hatırlatma: Tiyatro Fesvivali'nde olmam gerekiyor!
Gitsem mi, gitmesem mi derken taksideyim, Uniq Hall'da Her Gün Biraz Daha'yı izliyorum.
İran'dan üç kadının hikayesi... Üçünün tutkusu ayrı, birisininki evli bir adam, ikincisininki dağcılık, üçüncüsününki savaş pilotu olan kocası. Ve bu üç kadını da tutkuları var ettiği gibi, bitiriyor da... Çarpıcı bir oyun, ben zaten kadınların hikayelerini hep seviyorum.
Kapıya çıkıyorum, kikirdeşerek telefon konuşmaları yaptıktan sonra, tam gitmek üzereyken, birisi "Sezen" diye sesleniyor. Dönüyorum, karşımda kesinlikle tanımadığım çok tatlı gülümseyen bir kız var. O gülümsemeyi artık biliyorum, beni çok iyi tanıyormuş gibi ama çekingence bir gülümseme. "Blogunu takip ediyorum." açıklamasıyla beni doğruluyor, ben onu öperken. Bu durumlarda hem olağanüstü mutlu oluyorum, hem de ciddi bilgi eşitsizliği yaşıyorum. Ben onun babasının İranlı olduğunu öğrendiğimde bu kültürel zenginliğe bayılıp, şaşırırken; ben "Tam bir festival kurduyum." dediğimde, o zaten bunu biliyor. Ayaküstü keyifle lafladıktan sonra, başka festivallerde karşılaşmak üzere vedalaşıyoruz. (Bir kez daha buradan kocaman sevgiler.)
Eski ofis ekibim yazıyor, "Düğünde ne giyeceğini söylersen affederiz." Sırt dekolteli tuvaletimle orada olup kendimi affettireceğim elbette.
Sevgili Hande arıyor, film izlemeye çağırıyor. Sıcak bir duşun çağırısı daha baskın. Duş jelimin bittiğini fark edip, almaya doyamadığım kozmetiklerin arasında duş jeli ararken, yogitamla yaptığımız Kuzguncuk keşfinde aldığım, tamamen doğal vücut peelingini buluyorum.
Dağınık bir evde yaşamanın en güzel yanı alışverişlerini aylar sonra bulmak. Buram buram lavanta ve limon kokarken, kendi tenimin yumuşaklığından mutlu oluyorum.
Hayatımı düşünüyorum. İstanbul'u, arkadaşlarımı, blogumu ve çalışmayı çok seviyorum. Yalnızca aşık olduğumda yavaşlayabiliyorum. Bu şehirde yaşayan yakışıklıların kış uykusuna yatıp, mayısta tekrar sokakları dolduklarını düşünüyorum. Geceleri uyumak hiç içimden gelmiyor. Kahve içmeye ve mis kokulu yağlara bulanmaya bayılıyorum. Her geçen gün bir tık daha kendime yaklaştığımı hissediyorum.
Hepinizi ayrı ayrı lavanta kokulu öpüyorum.
İstanbul'da harika bir gün doğumu ve sıcacık bir hava karşılıyor bizi. Saatin çok erken olması nedeniyle, yollar bomboş. Havalimanından eve Yeşilköy sahil yolundan gelirken, trafik yokken ve sokaklar boşken İstanbul o kadar güzel ki!
Bozeman, Yellowstone ve New York'tan sonra, yalnızca saat farkı değil, iklim değişikliği yüzünden de bünyem alt üst olabilir. Ne de olsa aynı haftanın içinde kocaman yağan karlar altında da yürüdüm, güneşlenen insanların arasında üstümde yalnız bir tshirtla da takıldım.
"Uyumamam lazım, uyumamam lazım. Artık İstanbul saatinde yaşamam lazım. Yarın işe gideceğim." diye kendi kendime telkinlerde bulunsam da, ağırlaşan göz kapaklarıma karşı koyamıyorum. Alarm kurup yalnız birkaç saat uyumaya niyetleniyorum.
Gözlerimi açtığımda saat 17:00! Koca bir günü uyuyarak geçirmiş olarak, kızlara yazıyorum. "Ben geldim. Günaydın!" Sevgili Gizem, "Hahah jet lagin dibi." yorumunu yaptıktan sonra, Bomontiada'dan bir video yolluyor. O kadar güzel görünüyor ki!
Valiz boşaltmak, çamaşır yıkamak, evi toplamak benim için her zaman ertelenebilir işler kapsamında olduğundan onları yapmaktan hemen vazgeçiyorum. Zaten dolabım tıka basa kıyafet ve çanta ile dolu. Öncelikle onların büyük bir kısmını Mushaboom Dükkan üzerinden yeni sahiplerine kavuşturmam lazım. Bu hafta yapılacak işler listeme bunu ekliyorum.
Dip boya acil bir ihtiyaç, onu halledip, hızlı bir duş aldıktan sonra, yeni kıyafetlerimi hemen kullanma arzusu içinde, Uniqlo ve DKNY poşetlerimi açıp, hızlıca üstüme bir şeyler geçirip evden çıkıyorum.
Hava şahane, taksiye binmekten vazgeçip, New York'ta bloklarca yürüme pratiğimi İstanbul'da da göstererek Bomonti Bira Fabrikası'na yürüyorum. Yolda, Budapeşte - Amerika kaçamaklarım arasında görüşmeye fırsat bulamadığım en sevgili arkadaşlarımla mesajlaşarak, hemen salı ve çarşamba akşamına planlar konduruyorum. Sanki artık biraz evcil takılma kararları alan ben değilmişim gibi!
Gizem ile buluşuyoruz. Ulaştığımızda Souq etkinliği bitmiş, bahçedeki masalara oturuyoruz. Son haftalarda sürekli fast-food, yumurta ve et yemekten yorulan bünyem, rokalı ve beyaz peynirli salata ile mutluluktan ölüyor. Yanında da buz gibi bir Kölsch bira, üstüne de Amerikano eşliğinde son haftaların dedikoduları derken, pazar akşamını kapatıyoruz.
İstanbul'u seviyorum. İstanbul'da sevdiğin insanlar olduğu sürece, harika bir şehir burası.
Eve geliyorum, son haftalarımı otel odalarında geçirdiğimden, kutu evim iki odası ile gözüme o kadar büyük ve ferah görünüyor ki.
Soyunurken, müdürümün whatsup'tan yazdığını görüyorum, "Eyvah, şirkette yokluğumda bir kriz mi çıktı?" paniğine kapılıyorum. Yarın sabah Berlin'e gideceğini ve benden tavsiye beklediğini hatırlatıyormuş. Kendime güzel bir kahve demliyor ve keyifle Berlin'e ışınlanarak upuzun bir liste çıkarıyorum.
Ertesi günkü kıyafetlerimi hazırlıyorum, Bozeman'da kaldığım olağanüstü güzel ev için airbnb üzerinden yorum yazıyorum. Saat 2:00 oluyor ve benim hiç uykum yok.
"Jet-lag'in kralını yedin kızım, muhtemelen yarın sabah da seni okunmamış milyon mail karşılayacak, battı balık yan gider." diyorum. Gülüyorum. Kendi kendime manasızca gülebildiğim zamanlarımı çok seviyorum. Hayatımda şimdiye kadar aldığım en pahalı (20 dolar!) sigara paketimdeki son sigarayı yakıyorum. Röyksopp'tan Here She Comes Again evin içini doldururken, minik minik dans etmeye başlıyorum: Here she comes again. Troubles on her brow.
Pazartesi sabahı umduğumdan daha geç ama apar topar servise yetişebileceğim kadar erken bir saatte uyanıyorum. Kendim bile şaşırıyorum; ama şirketteki masamı, bazı şirket arkadaşlarımı, şirkette olmayı gerçekten özlemişim. Bu işimi gerçekten sevdiğimi o gün fark ediyorum.
Molalarımda, benim yokluğumda gidilen Bozcaada koşusu havadislerini ve şirket dedikodularını alarak ve Bozeman'dan taşıdığım kahveleri demleyerek, okunmayı ve cevaplanmayı bekleyen yüzlerce maile el atıyorum, sözleşme hazırlıyorum, şirket içi prosedür yayınlıyorum, bir eğitim organize ediyorum. Gün bitip servise bindiğimde gözlerimi kapatıyor ve deliksiz biçimde uyuyorum. Gözümü açtığımda Akaretler'deyim.
Spora gitmek hiç içimden gelmiyor. Her zamanki gibi. Kulaklığımı takıp sevdiğim şarkıları dinleyerek kendimi gaza getiriyorum. Ardından da üstüme spor kıyafetlerimi giyip evden çıkıyorum. Az sonra koşu bandının üzerindeyim. Tam bir saat! Yaktığım kalorilerden mutlu ve ter içinde iniyorum.
Eve yürürken, sınırlarımı zorlamayı ne kadar sevdiğimi fark ediyorum. Bu bazen şiş gözlerle, dağınık saçlarla, manikürü gelmiş tırnaklarla gezmeme neden olsa da, başka bir deyişle biraz yavaşlasam çok daha bakımlı ve güzel bir kadın olabilecek olsam da, sınırlarımı zorlamayı ve zorladıkça o sınırların ve enerjinin arttığını keşfetmeyi çok seviyorum.
Marketten sağlıklı yiyecekler alıp eve geliyorum. Sade Activia üzerine çilek dilimliyorum. Çünkü meyvelisinin içinde yapay şeker var! Şeker orucuna geri döndüm. Dadadam yeniden #dahaiyiben.
Salı günü daha bir gün önce şeker orucuna geri dönen ben değilmişim gibi, şirketteki bir toplantı odasında finans ailesinin hamarat kızlarının ev yapımı sarmalarının üzerine, gerçekten çok leziz kocaman bir dilim tiramisu yuvarlıyorum. Güzel şeylere karşı koyma iradem sıfır!
Yokluğumda o kadar çok iş birikmiş ki, gün nasıl başlıyor, nasıl bitiyor anlamıyorum. Çıkışta eski ofisimden sevgili Pınar'ın bekarlığa vedasını kutlamak için Moda'ya gideceğiz. Ayrıca yepyeni iki tane tek taş var şerefine kadeh kaldırılacak. Gelgelelim işyerimden Moda o kadar uzak ve o kadar çok trafik var ki! Düğünde kendimi affettirmeye karar vererek, Avrupa kıtasını terk etmeyi reddeden bünyemi dinliyorum, eve ulaşmaya çalışıyorum.
Bir saat sonra telefonumda bir hatırlatma: Tiyatro Fesvivali'nde olmam gerekiyor!
Gitsem mi, gitmesem mi derken taksideyim, Uniq Hall'da Her Gün Biraz Daha'yı izliyorum.
İran'dan üç kadının hikayesi... Üçünün tutkusu ayrı, birisininki evli bir adam, ikincisininki dağcılık, üçüncüsününki savaş pilotu olan kocası. Ve bu üç kadını da tutkuları var ettiği gibi, bitiriyor da... Çarpıcı bir oyun, ben zaten kadınların hikayelerini hep seviyorum.
Kapıya çıkıyorum, kikirdeşerek telefon konuşmaları yaptıktan sonra, tam gitmek üzereyken, birisi "Sezen" diye sesleniyor. Dönüyorum, karşımda kesinlikle tanımadığım çok tatlı gülümseyen bir kız var. O gülümsemeyi artık biliyorum, beni çok iyi tanıyormuş gibi ama çekingence bir gülümseme. "Blogunu takip ediyorum." açıklamasıyla beni doğruluyor, ben onu öperken. Bu durumlarda hem olağanüstü mutlu oluyorum, hem de ciddi bilgi eşitsizliği yaşıyorum. Ben onun babasının İranlı olduğunu öğrendiğimde bu kültürel zenginliğe bayılıp, şaşırırken; ben "Tam bir festival kurduyum." dediğimde, o zaten bunu biliyor. Ayaküstü keyifle lafladıktan sonra, başka festivallerde karşılaşmak üzere vedalaşıyoruz. (Bir kez daha buradan kocaman sevgiler.)
Eski ofis ekibim yazıyor, "Düğünde ne giyeceğini söylersen affederiz." Sırt dekolteli tuvaletimle orada olup kendimi affettireceğim elbette.
Sevgili Hande arıyor, film izlemeye çağırıyor. Sıcak bir duşun çağırısı daha baskın. Duş jelimin bittiğini fark edip, almaya doyamadığım kozmetiklerin arasında duş jeli ararken, yogitamla yaptığımız Kuzguncuk keşfinde aldığım, tamamen doğal vücut peelingini buluyorum.
Dağınık bir evde yaşamanın en güzel yanı alışverişlerini aylar sonra bulmak. Buram buram lavanta ve limon kokarken, kendi tenimin yumuşaklığından mutlu oluyorum.
Hayatımı düşünüyorum. İstanbul'u, arkadaşlarımı, blogumu ve çalışmayı çok seviyorum. Yalnızca aşık olduğumda yavaşlayabiliyorum. Bu şehirde yaşayan yakışıklıların kış uykusuna yatıp, mayısta tekrar sokakları dolduklarını düşünüyorum. Geceleri uyumak hiç içimden gelmiyor. Kahve içmeye ve mis kokulu yağlara bulanmaya bayılıyorum. Her geçen gün bir tık daha kendime yaklaştığımı hissediyorum.
Hepinizi ayrı ayrı lavanta kokulu öpüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder