teos etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
teos etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2016

Life is either a great adventure or nothing.*

Perşembe akşamı, şehrimize yeni ithal bir İngiliz ile Ece Aksoy 9’da leziz mezeleri ve güzel bir şarabı yuvarladıktan ve ona nerede iyi yemek yiyebileceğini öğrettikten sonra, İstanbul’da son zamanlarda en sevdiğim kokteyl adresi olan Rejans’ın yolunu tutuyoruz.

Ben ona İstanbul hakkında tavsiyeler verirken ve ikimiz birlikte Arapça ile Türkçe’deki ortak kelimeleri tespit etmeye çalışırken, ben tatmak için onun kokteyline de elimi uzatıyorum. Benim her hamlemde, gülerek bardağını benden uzaklaştırıyor. “Her istediğini almaya çok alışmışsın değil mi?” 

“Evet. Ama şu anda konumuz benim bütün istediklerim değil. Yalnızca kokteylini tatmak istiyorum.” diye söyleniyorum. Gülüyor, “Kibarca sorduğun sürece, her şeyi alabilirsin.” 

Bu sefer ben de ağdalı ve abartılı cümlelerle, sipariş verdiği her kokteyli tatmak için izin istiyorum. Önce gülüyor, “Ben şurada seni eğitmeye çalışıyorum, sen şımarıklık yapıyorsun.” diye takılıyor. Bunun üzerine, bana ingiliz aksanı ile telaffuz etmeyi öğrettiği bir kaç kelimeyi ardı ardına ve ağır vurgularla anlamsız biçimde ardı ardına dizip "Ne kadar iyi eğitiliyorum, bak." diyerek şımarıklığımı sürdürüyorum.

Pes ederek, kokteyl bardağını bana uzatırken, daha ciddi biçimde sorusunu yineliyor: "Aklında bir şey varsa "hayır"ı bir cevap olarak kabul etmiyorsun değil mi? Bir şeyi istiyorsan, yapıyorsun."

Aklıma önce Oscar Wilde'ın sözü geliyor: "There are only two tragedies in life: one is not getting what one wants, and the other is getting it." 

Tam itiraz edecekken, bu tespiti son zamanlarda ne kadar sık duyduğumu fark ediyorum.  Aklıma Napa'dan, elimde şampanya şişesi ile bir şatonun bahçesinde oturduğum bir pazartesi gününden bir kaç dakikalık sahne geliyor. Bu tespitin ne kadar doğru olduğunun kanıtı bir an. Ve anlattığında anlamını kaybedecek, ancak yaşayanın anlayabileceği anlardan biri. Bu yüzden karşımdaki açıklama bekleyen bakışlarını yüzüme dikmişken, "Sanırım haklısın." diyip uzattığı bardağı alıp kokteylini tadıyorum. 

Sabahın köründe üzerimde geceden kalma elbisemle önce havalimanına, sonra İzmir'e giderken bu konuyu düşünüyorum. Gerçekten istediklerim konusunda çok baskın bir karakter miyim, diye sorguluyorum kendimi.



"Nasıl bir hayat istiyorum? Hayatımda olmazsa olmazlarım neler?" diye düşünüyorum önce. O sırada farkına varıyorum ki, istediğim şeyler çok maddi ve bir kere yapıp / alıp bitecek şeyler değil. Daha çok süreçlere ilişkin: Bol keşif, beni heyecanlandıran bir adam, keyif aldığım bir iş, sevdiğim insanlar, bana iyi gelen yazı yazmak, fotoğraf çekmek ve yoga yapmak gibi hobiler, seyahat etmek, kalıplara sıkıştırılmamış, kendi tercihlerimi yapmama imkan tanıyan bir hareket özgürlüğü sağlayacak bir hayat tarzı.

Hayatımda “dinamik ve değişken” bir şeyler olması gerekiyor, yoksa mutsuz oluyorum. Bu yüzden keşifler yapmadığım, yeni insanlar tanımadığım, seyahatlere çıkmadığım bir hayatın içinde olmak istemiyorum. 

Bununla aynı doğrultuda, bana yeni bakış açıları, hobiler, bilgiler veya kahkaha katan insanları taparcasına severken; beni sınırladığını düşündüğüm kişilere ve toplum kurallarına tahammül edemiyorum.

"Peki etrafımdaki sevdiğim insanlardan ne istiyorum?" diye düşünüyorum sonra. "Acaba rahatsız edici talepler ve beklentiler içine giriyor muyum?" diye sorguluyorum kendimi. 

Düşündüğüm zaman, genel olarak beklentimin ilgi, tutku, sevgi, birlikte güzel zaman geçirmek, benim keşiflerime eşlik etmeleri olduğu sonucuna varıyorum. Yatlar katlar da istemiyorum, ben çok mutsuzum bir adam çıksın benim hayatımı kurtarsın triplerinde de değilim. Beklentilerimin saçma sapan, yapılması olağanüstü zor veya insanları rahatsız edecek şeyler olmadığını fark etmek beni rahatlatıyor. 

Biraz daha düşününce fark ediyorum ki, yakın kız arkadaşlarım bu paylaşımlar konusunda inanılmaz vericiyken; hayatıma giren adamlara huysuzluk yapma sebebim genel olarak bir noktadan sonra bu paylaşımcılığı, birlikte keşfetme heyecanını kaybetmeleri, pasifleşmeleri...

Uçak iniş yaparken, kendi kendime bu düşünme seansımı sonlandırıyorum. Ben hayatımı keyifli hale getirmek için gerçekten enerji, çaba ve para harcıyorum. O gün "home-office" hakkımı olabilecek en keyifli çalışma ortamında geçirmek için sabahın köründe İzmir'e uçmam da bunun göstergesi. Araştırıyorum, kovalıyorum, planlıyorum, keşfediyorum ve bunları da mümkün olduğunca ve karşımdakinin alma kapasitesine göre hem hayatımdaki adamla, hem arkadaşlarımla paylaşmaya çalışıyorum. Birlikte keyifli zaman geçirdiğim kişilerin benimle paylaşım, etkileşim, iletişim içinde olmasını ve bana zaman ayırmasının çok temel bir istek olduğu ve bir zahmet bunu yapmaları gerektiği sonucuna varıyorum.




İzmir havalimanında annemle buluşup, arabamızı kiraladıktan sonra, kahvaltı için aldığımız boyozları yolda yiyoruz ve ilk istikametimiz Sığacık Pazarı. Öğlen yemek için çeşit çeşit otlar ve harika görünen enginarlardan alıyoruz. Sonra Teos'a, eve geliyoruz.





Bütün gün, denize karşı çalışıyorum. Güneş içimi ısıtırken, kuşlar etrafta cıvıldarken, deniz karşımda masmavi uzanırken, yeşilliklerin arasında çalışmak o kadar keyifli ki... Ofiste olabileceğinden çok daha verimli iş çıkartıyorum. 



Henüz yaz gelmediğinden, güneş etkisini kaybettikçe rüzgar kendini gösteriyor ve hava soğuyor. Artık içeri geçme zamanımın geldiğini anlıyorum. Kendime harika bir çalışma köşesi yaratıp, kalan işlerimi tamamlıyorum. Bir gün serbest çalışan bir insan olursam, zamanımın büyük bir kısmını böyle bir Ege kasabasında sakinlik içinde geçirmeye karar veriyorum.



Sonra telefonuma baktığımda "O zaman acaba birlikte bir yerlere mi seyahat etsek?" mesajını gördüğümde yüzüme bir gülümseme yayılıyor. "Neredeyse her zaman seyahate hazırım." diye cevaplıyorum. "O zaman önümüzdeki hafta?" cevabı saniye geçmeden geliyor. Gülüyorum, önümüzdeki hafta bana uymuyor; ama beklentilerimin karşılanmasının atla deve olmadığını görmek iyi geliyor.

Bazı isteklerim konusunda bu kadar netken ve karşılanmadığında yürüyüp gitmek konusunda oldukça azimliyken, bazı isteklerim konusunda bir türlü icraata geçemediğim yönünde kendime bir öz eleştiri yapıyorum. Hayatımdaki bütün güzelliklere rağmen, yapmayı isteyip de bir türlü istikrarlı biçimde sürdüremediğim şeyler, bir gün yapılmayı bekleyen değişiklikler, başlayıp da bir türlü devamını getiremediğim #dahaiyiben projem var. 

Kendime çok daha güzel bir hayat yaratmak için, bir liste ve zaman planlaması çıkarıyorum. Sonra da amazon ve idefix'te gezinerek bu konuda ilham ile gaz verebilecek kitaplar sipariş ediyorum.



Son zamanlardaki en keyifli ve verimli cuma günümü geçirmiş olmanın iç huzuruyla, oldukça erken bir saatte, oldukça derin bir uykunun kollarına kendimi teslim ediyorum.

Rastgele yaşayarak değil, düşünerek, sorgulayarak, istediğiniz hayatı yaratarak kalın!

Sen kendi dünyanı yaratırsın. Senin dünyan senden dışarı yansıyandır. (Osho)

Dip Not: Bu yazıyı uçakta yazmıştım. İndiğim zaman Ankara olayını öğrendim. Bu blogda bazı konulara girmekten özenle kaçınsam da, şu anda ne söylenen her sözün boş olduğunu bilsem de, tepkisiz ve yorumsuz geçmek istemedim. Umutla kalın!



08 Şubat 2015

Hayata bir mola: Güneşköy

Gözlerimi açıyorum. Yarısı açık olan perdenin arasından ışıl ışıl bir güneş yüzüme vuruyor. Ellerimi başımın üstünden arkaya doğru gererken, ayaklarımı hareket ettirerek üstümdeki battaniyeyi bir kenara tepiyorum.

Alarm yok. Panik ile başucumdaki telefona uzanıp saate bakmama hiç gerek yok.

Ev inanılmaz sessiz. Mayışık bir sesle bağırıyorum: "Günaydıııın!". Cevap yok. Muhtemelen babam evden çıkmış bile.

Oldukça uzun zamandır alarm sesi ile can çekişerek ve sürünerek yataktan kalkıyordum. Haftaiçi ofise veya adliyeye, haftasonları uçağa veya önceden yaptığım planlara yetişmek için sürekli bir hazırlanma, planlama, ajandamda yazılı işlere yetişme telaşı içinde oluyordum. Evde bile otursam, kuru temizlemeyi aramak, fatura ödemek, çamaşır yıkamak, markete gitmek gibi bir sürü ıvır zıvır işim oluyordu.

Ama İstanbul'da değilim. Teos'ta Güneş Köy'deyim ve bütün gün boyunca canım ne isterse yapabilirim.

Uyumaya devam edip etmemek arasında kararsız kalıyorum; ama güneş o kadar davetkar ki! Yataktan kalkıyorum, yüzümü bile yıkamadan, terasa uzanan merdivenleri çıkıyorum. Şıkır şıkır bir güneş ile ışıldayan deniz karşımda boylu boyunca uzanıyor.


Pijamalarım ile armut koltuğun üzerine bırakıyorum kendimi. Gözlerimi kapatıyorum. Güneş yüzüme, pijamalarımın altındaki tenime vuruyor, ısıtıyor. Ah, güneşi ne kadar çok özlemişim. "Güzel bir kahve yapayım, bu manzaraya karşı keyif çatayım." diyorum. Tekrar aşağı iniyorum.

Mis gibi kokan kahve fincanımı alıyorum. Teras yerine bahçeye çıkıyorum, sandalyelerden birinin üstündeki muşambayı kaldırıp, yüzümü denize dönüp oturuyorum. Bir tane siyah kedi geliyor, ayaklarıma sürünüyor, ben ilgi ile karşılık verince kucağıma atlıyor. Çok evcil, çok ilgiye aç.

Kışın kimse yok burada, aç olduğu şey sadece ilgi değildir, karnı da açtır diyerek, süt bulmak için tekrar mutfağa gidiyorum. Akıllı kara bıdık da evin etrafında bir tur atıp, mutfağın camına tırmanıp beni izlemeye başlıyor.

Kase ile bahçe kapısına geldiğimde, o da tekrar evin etrafında bir tur atmış, patisi ile sürgülü camı azıcık iterek beni bekliyor. Sürgülü kapıyı itebilecek kadar akıllı, çok alışıp sürekli eve sızmasın diye, süt kasesini kapıya değil, bahçeye bırakmak için yürüyorum. Kaseyi koyduğum anda ardı ardına kediler gelmeye başlıyor. Hepsini ayrı ayrı besliyorum; ama bu kara kedi dışındakilerin hepsi yabani. Sütlerini içip gidiyorlar.


Akıllı kara bıdık ile oynamaya başlıyorum. O sırada dünya güzeli tazı geliyor. Ayağa kalktığında boyu benden uzun. Nasıl sevimli, nasıl hareketli. Tazıyı sevmeye başladığım anda, kara kedi kendini yerden yere atıp miyavlıyor; kediyi sevmeye başladığım anda tazı benimle koşup oynamak için boynuma atlıyor.


Mest bir biçimde onlarla kaç saat orada oynuyorum bilmiyorum. Araba sesini duyuyorum, annem ile babam geliyor. Onların getirdiği boyozlarla karnımı doyurduktan sonra, tekrar terasa çıkıyorum. Güneş kaybolana kadar, ben de kitabımın sayfaları arasında kayboluyorum. Güneş gidince ve rüzgar sertleşince üşüyerek aşağı iniyorum.


Annem "Hadi, sahilde yürüyelim." diyor. Biz sahilde yürürken, akıllı kara bıdık da peşimize takılıyor. Sanki kedi değil köpek. İkimizden biri geride kalırsa, duruyor, onu bekliyor. "Deniz kıyısına gelmez kedi." diyoruz, yanıltıyor bizi. Her yerde peşimizde. "Bu da bizim köpeğimiz oldu." diye şakalaşıyoruz.


Yürüyüşten sonra sahildeki kayaların üstüne oturuyoruz. Dalga sesi eşliğinde uzun uzun sohbet ediyoruz. Yanımızda telefonlarımız bile yok. Sadece deniz, akıllı kara bıdık ve bizim sesimiz var.


Yürüyüşten sonra tekrar biraz kestirmek için yatağa giriyorum. Akşam yemeğinde annem "Maşallah, uyku nasıl yaradı sana." diyiveriyor. Ah, evet ben İstanbul'da çok az uyuyorum. Akşam yemeğinden eve döndükten sonra, battaniyemi, dergilerimi ve kitabımı alıp yatağa yayılıyorum. Kurabiye eşliğinde sütümü içiyorum.


Hiçbir plan olmadan ve hiç saate bakmadan bir gün geçirmenin, bütün gün tayt ve sweatshirt dışında bir şey giyme gereği olmamasının ne kadar güzel olduğunu hatırlıyorum. Defterimi açıyorum, ne zamandır aklımda ve dilimde olan "daha iyi bir ben" yaratma projem için notları alıyorum. İstanbul'a döndükten sonra 100 gün boyunca, kendimde ve hayatımda değiştirmek istediğim şeyler üzerinde çalışacağım bir proje. Biraz bir şeyler karaladıktan sonra, ortaya net bir kaç başlık çıkıyor.

1- Her gece en az yedi saat uykuyu kapsayacak biçimde düzenli saatlerde uyumak ve her sabah 7:00'de uyanmak.

2- Evi köşe bucak temizlemek. Bütün fazlalıklardan arınmak. Eskiyen her şeyden kurtulmak, kıyafetleri Musaboom Dükkan ile azaltmak, bütün fotoğrafları düzenli biçimde arşivlemek, evdeki bütün kağıt ıvır zıvırlardan kurtulmak, her çekmeceyi, her dolabı düzenlemek...

3- Taksi kullanmamak. Gün içinde o kadar çok taksi kullanıyorum ki. Bu hem çok ciddi bir harcama kalemi oluyor, hem de hareketimi azaltıyor. Taksi yerine metroyu tercih etmek hem vücuduma, hem bütçeme faydalı olacak.

4- Sağlıklı yaşamaya başlamak. Ne zamandır yapmadığım yogaya geri dönmek, evde yemek pişirmek, düzenli beslenmek hakkında bilgi sahibi olmak, daha çok su içmek....

5- Kendime bakmak. Bunun alt başlığı çok geniş olabilir. Makyaj yapmayı öğrenmek, daha özenli giyinmek, saçlarıma daha iyi bakmak, merak ettiğim kalıcı kaş tasarımı gibi şeyleri denemek, cildime düzenli bakım yapmak...

Bütün bunların sonucunda, daha düzenli, daha ışıl ışıl ve daha sağlıklı bir kadın olmak.Ve yarın başlıyorum! Keşfettiğim, denediğim işe yarayan her şey elbette ki blog yazılarına dönüşecek.

Hayata mola vermeyi unutmadan kalın!

08 Ekim 2014

Sığacık Kadınlar Pazarı

Her ailede genetik olarak geçen bazı şeyler vardır ya, benim ailemde anne tarafında böyle kuşaktan kuşağa aktarılan bir özellik var: Pazar tutkusu.

Sebze meyve pazarı, eskici pazarı, kıyafet pazarı hiç fark etmez, hepsine bayılırız. 

Cumartesi ve pazar sabahları annemin beni uyandırmak için harika formülüdür hatta bu: "Sezo kalk, pazardaki her şey bitecek." cümlesini duyduktan beş dakika sonra kapıdan çıkmaya hazır olurum.

Başka hiçbir mağaza, manav, market benzeri konsept bizi pazar kadar heyecanlandırmaz. Sebebini bilmiyorum. Belki kalabalığın içinde en işe yarar parçaları seçme yeteneğimizin yüksek olması, herkesin "Ay bu pazarda hiçbir şey yok." dediği yerlerden, göreni şaşkına çevirecek güzellikte şeyler bulma yeteneğimiz, belki ortamını sevmemiz, belki de o karmaşadaki, satıcı diyalogları ile pazarlık ritüelinden hoşlanmamız.


Ama genetik olduğundan eminim. Yıllar sonra bir akrabam ile tanıştım; Yıldız Teyze. Kırk derece ateşle yatarken, dünya tatlısı eşi hiçbir restoran, hiç bir alışveriş ile kendisini otel odasından çıkmaya ikna edemezken, kurulan bir pazardan haberdar olması ile derhal yollara düşmesinin hikayesi, bu tutkunun genetik olduğunu gösteren kanıtlarımdan bir yenisi. Eşi havacı, oğlu pilot olmasına rağmen, uçağa binmeyi yıllardır reddetmesi inadını da, bizim annemle tutkunu olduğumuz Roma pazarı Porto Portese'ye gelmek için kırma kararı vermesi de öyle...


Bu pazar merasimlerinin bir parçası olarak, Teos'ta geçirdiğimiz her pazar günü, Bademler Köyü'nün yolunu tutuyoruz. Bu hafta bayram nedeniyle Bademler Köyü pazarı kurulmadığından, Sığacık'ta pazar günleri kalenin içinde kurulan Sığacık Kadınlar Pazarı'nın yolunu tuttuk.

Bu pazarda, sebze ve meyve kadar, kadınların el işleri de bulunuyor. Çok yaratıcı ve neşeli parçalar yakalamak mümkün. Benim favorilerilerim, acı biber reçeli, taşların üstü boyanarak yapılan magnetler ve kilotlu çoraplardan yapılan yaşlı teyze bebekleri oldu.







Buraya yolunuz düşerse, pazardan sonra kalenin içindeki daracık sokakları gezmeyi ve daha sonra marinada güzel soğuk bir bira eşliğinde dinlenmeyi unutmayın.









Keyifle ve keşifle kalın!

29 Temmuz 2014

Küçük şeyler sevindirir ruhumu. Hızlı hayata, hazlı mola...

Gezmeyi tozmayı, yeni insanlarla tanışmayı, sosyal ortamları ve keşfetmeyi ne kadar seviyorsam, kendime ait zamanımın olmasını, kendimi huzurlu hissettiğim bir yerde saatlerce kımıldamadan okumak istediğim kitapların arasına gömülmeyi, yetişmem gereken hiçbir yer olmadan gündüz rüyalarına dalmayı da o kadar seviyorum. Birini daha az, birini daha çok sevdiğimi söyleyemem. 

Ancak yaşadığım şehir, İstanbul, yaşam temposunun hızı, sürekli değişmesi, barındırdığı milyonlarca insan ile beni hep daha hızlı, daha tempolu yaşamaya kışkırtıyor. O yüzden İstanbul'da yaşarken, yavaşlayamıyorum. Daha az okuyor, daha az düşünüyor, daha çok koşuyor, daha çok geziyorum. 

Slow city akımının bir parçası olan Seferihisar'a bağlı Teos'taki evimiz ise benim hayatımın ikinci kısmını tamamlıyor. 

Buradayken, yetişmem gereken hiçbir yer yok, kalabalık yok, nasıl göründüğüm kimsenin umurunda değil, yobaz yok. 

İstanbul'da yaşarken, yok saydığımı sandığım, ters ve yadırgayıcı veya sapkın bakışların ve laf atanların beni ne kadar gerdiğini, burada onlar olmayınca ve rahatlayınca fark ettim. 

Burada, İstanbul'da en lüks havuzları bile işgal etmiş bulunan haşemalılar yok mesela, hatta türban yok. Kıroluk yok. Bol bol Atatürk heykeli var her köşede, mis gibi insanlar var, güler yüz var, medeniyet var.

Ardı ardına seyahatlerden sonra, dinlenerek, okuyarak, hayaller kurarak ve yeni planlar yaparak birkaç gün geçirmek, ruhuma da, bedenime de çok iyi geldi.

Bob Dylan'ın biyografisinde muhteşem bir tasvir vardır: "Ona dair sevdiğim bir şey varsa, o da asla mutluluğun yanıtının başka bir insanda olduğunu düşünenlerden biri olmamasıdır. Ne ben, ne de başkası. Daima kendi inşaa ettiği mutluluğun içinde yaşar o."

Gizliden gizliye ulaşmak istediğim idealdir bu. Varmak istediğim nokta. Ve ben buradayken kendimi o noktaya yakın hissediyorum. 

Zaten ayağımın ucunda gerçekten inanılmaz güzel bir deniz uzanıyorken, yüzme molaları vererek, kitabımı okuyorken, döne döne güneşleniyor, bazen uykuya teslim oluyor, bazen dakikalarca kulaç atıyorken, bir şey inşaa etmeme bile gerek kalmıyor. Ben şu karedeki anı yaşarken, hayatımdaki her şeyi tamamlanmış hissediyorum:


Hep bu şekilde yaşaması mümkün olmayanlardanım, canım macera çeker, yenilik çeker, gitmek ister; yine de uzun zamandır gezip tozmayı o kadar abartmış; yavaşlamayı, keyif çatmayı o kadar ihmal etmişim ki; şu anda başka hiçbir yer bana bu kadar iyi gelemezmiş...


Mutlu olmak için ihtiyaç duyduğumuzu düşündüğümüz hiçbir şey yok aslında burada: Havalı kıyafetler, sabahlara kadar süren çılgın bir gece hayatı, iç dekorasyonu yıkılan restoranlar, önünde selfie çekilecek tasarım harikaları... Hiçbiri yok. Ve mutluyum.

Sanıyorum ki, küçük şeylerden zevk almayı hatırlayacak kadar yavaşladım ve dinlendim. İşte benim mutluluk listem:

1) Terasın akşamları püfür püfür esmesi, güneş batışının manzarasının harika olması, minik bir hoparlör ve deezer playlistleri ile romantik bir ortam yaratıp, pazardan aldığımız taze çileklerle hazırladığımız bol buzlu ve çilekli votkayı yuvarlayarak günü kapatmamız. Yanındaki ev yapımı buzlu badem de bonusu. 




2) Sebze ve meyvelerinin tadının gerçekten lezzetli olması. Kokmayan, plastik gibi görünen sebze ve meyvelerden sonra, balığın yanındaki salatada rokanın ve domatesin tadını ve kokusunu almak harika.


3) Doğal yaşama geri dönüş. Bahçe sulamak, kedi köpek beslemek, ayaklarına toprak bulaşması...


4) Tabii ki benim için denizde olmak başlı başına bir mutluluk sebebi. Deniz de gerçekten dibi görünecek kadar billur ve kitabımı okumama izin verecek kadar sakinse, benim mutsuz olmam zaten ihtimal dahilinde değil. Hindistancevizi kokulu kremime bulana bulana, döne döne bütün bir gün takılabilirim. Yandıkça da kendimi serin sulara bıraktım mı, arada bir soğuk bira yuvarlayıp, gölgede en tatlı uykulara daldım mı tamam!





5) Medeniyet. 
Bademler Köyü'nden daha önce söz etmiştim. Bu pazar da, bir klasik olarak Bademler Köyü pazarına gidip, zeytinyağlı gözlemeler ile kahvaltımızı yaptıktan sonra, biraz ilerisindeki Turgut Köyü'ne gittik. Küçük meydanında Atatürk Heykeli ile Türk bayrağı karşıladı bizi. Hemen meydanda bir kahvehaneye girdik oturduk, bütün bahçesi çiçekler ile dolu, mis gibi bir kahvehane. 

Türk Kahvemiz elbette ki tasarım fincanlarda gelmedi; ama temizliği, özeni, yanına iliştirilen çikolatası, suyun soğukluğu, servisi yapan amcanın içtenliği o kadar ince ve güzeldi ki, Türkiye'de hala umut var. Gerçekten o köy ile buna inandım. 



6) Son bir yıl boyunca aile bireylerimizin tamamı farklı evlerde yaşadı. Kardeşim Montana'da, annem Adana'da, babam İzmir - İstanbul arası mekikte, ben sık kaçamaklarımı saymazsak İstanbul'da... Burada bir aradayız. Eve bazen gergin rüzgarlar, bazen şiddetli kahkahalar hakim oluyor; yine de bir arada ve sağlıklı olmak güzel. 







Hıza kapılıp, küçük şeyleri ve anı kaçırıyoruz. Hepimiz, çoğu zaman. Bu bayramda, dünyanın bir ucunda harika keşiflerde değilseniz, hatırlayın, hatırlatın kendinize, yavaşlamayı, hızlı değil hazlı yaşamayı.

Bir kere daha iyi bayramlar! :)

Pinterest'im

Instagram'ım