30 Nisan 2011

urban - sky fish - kiki - carls jr veee dada!

Metronun yürüyen merdivenlerinden çıktığım bir gün göz ucuyla baktığım afişlerden biri beni bundan birkaç yaz öncesine alıp götürüverdi. Carl's Jr. açılmıştı İstanbul'a.

Work& travel dolayısıyla Los Angeles'ta olduğumuz ilk ay C-SUN'da konaklıyorduk. Geceleri acıktığımız zaman tek alternatifimiz kaldığımız yerden bir kilometre kadar uzakta bulunan hamburgerci Carl's Jr.'dı. Toplamda kaç Famous Star yemişimdir bilmiyorum, ama sonraları düşünmüştüm, "O hamburgerler gerçekten çok mu lezzetliydi, yoksa biz o kadar acıkıp o kadar yol gittiğimiz için mi bize o kadar güzel geliyordu?" diye. Bir de geceleri belli bir saatten sonra sadece drive-thru kısmı açık olduğu ve oradan yayalara servis yapmadıkları için, iki önde iki arkada hayali bir araba sürüyormuş gibi drive-thru'ya yaya giren dört kişi geliyor ki gözümün önüne kahkahayı basıveriyorum.

Cevahir'in en üst katına açılan Carls Jr.'ı da bu hafta hayırladık. Hamburger gerçekten lezzetliydi, sigara içenler için terası olması büyük avantaj ve aynen Amerikan usulü içecekler refill, yani bardağınızı kaç kere isterseniz o kadar doldurabiliyorsunuz.

Ee tabii hafta boyunca sadece fast-food takılmadık :)) Sky Fish ile tanıştırayım sizi: 

Manzara arıyorsanız burası tam size göre. Leb-i Derya halt etmiş dedirtecek bir manzaraya sahip. Aynı terastan hem Taksim meydanını, hem boğazı, hem tarihi yarımadayı görebiliyorsunuz. Yemekleri nasıl bilmiyorum ama içki içip laflamak için, bir kahve ile manzaraya karşı yorgunluk atmak için ideal. Geceleri de club haline geliyor, mesela dün gece Görkem Eylem performansıyla, bizi her telden müzikte dans ettirip kurtlarımızı döktürdü. Yürümeye üşenenleri de, Taksim meydana yakınlığı ile tavlar.

Ben sadece otel personelinin tavrını hiç beğenmedim. Mekana çıkmak için otelin lobisinden geçiyorsunuz, ve "Sky Fish'e nasıl çıkarım?" diye sormamız gerektiğinde, "Bin şu asansöre yediye bas!" diyen yani "sen" diye hitab eden, dangıl dungul konuşan bir adam vardı karşımızda.




















Oradan çıkışta da Kiki'ye bir uğradık. Hep kalabalık, hep kalabalık! Bir yerlerde Kiki'nin gündüz çekilmiş fotoğraflarını gördüğümde tanımıyorum neresi olduğunu, çünkü hep gece ve içerisi tıkış tıkışken gidiyorum. Güzel müzik çalan ama genellikle dans edilemeyecek kadar dolu, Cihangir halkının buluşma yeri gibi olan bu mekanı merak ediyorsanız TIK! 

Kiddom sayesinde dün yeni bir yer daha keşfetmiş oldum: Urban! İç kısmının dekorasyonu çok karakteristik; hem tarihi, hem sıcak. Açık havada oturulabilecek masa sayısı da oldukça fazla. Küçükbeyoğlu veya Asmalımescit kadar tıklım tıkış olmaması da büyük artı. Mutfağı erkenden kapanmıyor, yemekler leziz, fiyatlar pek uygun. Daha detaylı bilgi isterim derseniz, TIK!


Bir de bir de çok çok yakın bir zamanda İstanbul yepyeni ve her konuda çok iddialı bir mekana daha kavuşuyor. Bir yandan dekorasyondan, personel kıyafetine kadar her konunun profesyoneli ile çalışılıyor, diğer yandan gezenti kitlenin eleştiri ve beklentileri dikkate alınıyor. "Aşk" bu mekanın arkasındaki isimlerden biri olduğu için, ben mekan açılmadan mekanı tadan şanslılardan biri olarak yemekler, ses sistemi ve özellikle şeker gibi bahçenin kalbinizi fethedeceğini söyleyebilirim.Küçük bir ipucu fotoğrafı:

28 Nisan 2011

Benim Şişme Bebeğim (!)

Uzun zamandır izlenmeyi bekleyen filmlerimden biriydi Şişme Bebek. Aldığım günden beri Aşk dahil, herkesin benimle şakalaşma konusu olan bu filmi sonunda izlemeye fırsat buldum.

Eski sevgilisinin yokluğuna dayanamayan bir adam, kendisine bir şişme bebek alıp eski sevgilisinin adını koyar ve bu şişme bebek ile yaşamaya başlar. Akşamları yemek yerken karşısına oturtup o gün neler yaşadığından bahseder, yıkar, süsler, sevişir, üşümesin diye üstünü örter... Ve bu şişme bebek sahibinin işe gitmek için evden çıktığı bir gün canlanır, dünyayı keşfetmeye başlar.Hatta kendisine bir video kiralama dükkanında iş bulur. Ancak bu sürede geceleri eve gelip, kendi kendisine bir şişme bebek olduğunu hatırlatıp, aynen eskisi gibi cansız gibi davranmaya devam eder.

Aynen küçük bir çocuk gibi suya, şişelere, her türlü yeni eşya ve bilgiye korkunç bir merak duyarken, bir yandan da insanları gözlemleyip taklit ederek onlardan biri olmaya çalışır.

Film, adının verdiği muzur mesaja rağmen, çok hüzünlü. Detaylar insanın içini acıtıyor, bir yandan da başarılı bir toplumsal eleştiri ile yüzyüze bırakıyor. Yavaş tempolu, sıradışı konulu, görsel olarak zengin filmleri sevenerdenseniz, DVD alışveriş listenize +1!


25 Nisan 2011

paskalya, camsız gözlük, sendromsuz pazartesi, pişi

Bir haftasonunu daha devirdik ve haftaya uzun zamandır olmadığı kadar keyifli başladım.
Geçen hafta ajandama aynen şöyle yazmışım: "Bugün fark ettim ki, çok uzun zamandır hiçbir şey yapmıyorum. Sürekli koşturmama, sürekli meşgul olmama rağmen, aslında tek bir adım bile ilerlemiyorum. Evet haftanın beş günü çok çalışıyorum, stajyer avukat sıfatımdaki ilk kelimenin atılmasına üç aydan bile kısa bir zaman dilimi kaldı, ama ekstra hiçbir şey yapmıyorum. Hayallerim, hedeflerim, planlarım ve listelerim yok bir süredir. Sürekli planlar yapıp, listeler oluşturan ben'i çok özledim."

Bu yüzden kendime hemen yeni bir TeuxDeux hesabı açtım (liste yapmayı sevenlerdenseniz bu siteyle tanışmalısınız) ve yeni bir ilham defteri oluşturmaya başladım, keyfim yerine geliverdi.


Haftasonunda havadislere gelirsek...Asmalımescit'e uzun zamandır gitmiyordum. Kalabalığı, sokağın ortasında sıkış tepiş bir masa bulmanın bile insana kendini şanslı hissettirmesi beni sıkmaya ve boğmaya başlamıştı. Cumartesi günü Aşk ile Dada'da kahvaltımızı edip, EuroFlora, Koleksiyon Mobilya ve İstinye Park alışverişi halindeyken, "Akşam Oldies But Goldies'e mi gitsek?!" sorusu bizi uzun zamandan sonra Asmalımescit'e düşürdü. Görünen o ki Şişhane, Asmalımescit'in pabucunu dama attıramadı, Asmalımescit hala kaynıyor ve sürekli değil de, arada sırada gidince de o kalabalık ve curcuna daha çekilir oluyor.

Narpera'da birer shot attıktan sonra Babylon'a geçtik. Babylon'un Oldies But Goldies'leri hala güzel, hala eğlenceli. Hatta sanırım bu partiler turistik İstanbul gezilerinin de bir parçası haline gelmiş ki içerisi turist doluydu. Ama giderseniz geç gitmeyin, saat 2:00 gibi ortam dağılıyor, müziklerin tadı kaçıyor. Herkes partiden kalma camsız gözlükleriyle sokaklara dökülüyor, bilmeyenler soruyor: "Neden herkeste camsız gözlük var?!" :)

Pazar günü de artık geleneksel olan film keyfimizi yapıyor ve Eyvah Eyvah 2 izliyorduk ki, bir sahnede Demet Akbağ'ın yediği pişi -ki olsun olsun 2 saniye görünsün o pişi- bizi bizden aldı. Filmi durdurup fırından ekmek hamuru, marketten yağ ve peynir alıp, zamanında büyüklerimizden izlediklerimizi hatırlamaya çalışıp pişi yaptık, filmin kalanını öyle izledik.



En eli mutfağa yatkın olmayanın bile kolayca pişirebileceği pişi için bütün ihtiyacınız olan fırından alınmış ekmek hamuru, kızartmalık yağ ve yanında peynir, reçel, bal ne seviyorsanız o. Ekmek hamurunu minik minik -içi çiğ kalmayacak kadar minik- parçalar haline getiriyor, kızmış yağa atıyor, hafif pembeleşince hemen alıveriyorsunuz. Sabah kahvaltısı, akşam çay saati için müthiş bir lezzet.


Paskalya kiminiz önemli bir bayram, kiminize hiçbir anlam ifade etmiyor biliyorum. Ben masamda şirin tavşan çikolatalar bulduğum için mutluyum ve renkli yumurtalara da bayılıyorum. Mutlu Paskalyalar! Güzel bir hafta olsun ;)

23 Nisan 2011

oh, hello friend!* =)


Ben hiçbir zaman reader'ını günlük gazete okur gibi okuyanlardan, takipte olduğu blogları düzenli aralıklarla kontrol edenlerden biri olamadım. Merak da etmiyor değilim, mesela siz buraya her gün uğrayıp yeni bir şey var mı diye bakıyor musunuz, yoksa arada bir yolunuz düştüğünde kaçırdıklarınızın hepsine birden mi göz atıyorsunuz?

Ben daha çok 'bir dönem fena halde sarma' şeklinde takip ediyorum blogları. Bir blog ilgimi çekiyor, en yeni yazısından başlayıp tek bir tanesini bile atlamadan ilk yazısına kadar okuyorum. Blog sahibinin yazma istikrarına ve ne kadar süredir yazdığına bağlı olarak değişiyor bu okuma sürem. Genellikle bir haftamı alıyor, çok dolu dolu ve eski bir blogsa bir aya kadar uzuyor. Sonra o blogu tamamen unutuveriyorum.


Bu hafta kilitlenmiş halde, her boş zamanımda tıkladığım blog: oh, hello friend: you are loved.
İçeriğindeki reklam biraz fazla olsa da, oldukça keyifli ve ilham verici bir blog.
Kendi çektiği güzel fotoğraflar kadar, sağda solda gördüğü bütün güzel görselleri ve DIY (do-it-yourself) projelerini de paylaşıyor danni. Oldukça sempatik bir kocası var, birlikte bit pazarlarını geziyorlar, diğer bloggerlara misafirliğe gidiyorlar, nefis fotoğraflar çekiyorlar. Bunun dışında 'handsome' isimli serisinde meşhur bloggerların kocaları ile söyleşiler yapıyor, içlerinden bazıları gerçekten pek keyifli.


Henüz tamamını okumayı bitirmedim, ama daha şimdiden pek çok ilham aldım, bundan sonra kilitleneceğim yepyeni güzel bloglar keşfettim ve oldukça güzel zaman geçirdim. Hansel ile Gratel'in şekerden evine girmiş hissi veren bloglardan. Mutlaka bir göz atın derim ben.




 Bir de Mehmet Tez'in bugünkü yazısını mutlaka okumalısınız, sabah neşem oldu. "Konser salonlarında ve barlarda sigara serbest olacak. Kaçak yapılara ruhsat vermekten daha az tehlikeli, sağlığa ve çevreye daha az zararlı."(...) "Şarkılarda, “karanlıklar”, “yalnızlık”, “sensizlik” gibi sözcüklerin kullanımını azaltmaya yönelik sosyal proje ve kampanyalar desteklenecek. Aşkı ve ayrılığı anlatmak için yeni sözcükler bulunması desteklenecek." (...) " Taksim'den evlere ücretsiz servis başlayacak. Vapur, metro ve metrobüs sabaha kadar devam edecek.":))


Bu yazıdaki görsellerin tamamı oh,hello friend'den alınmıştır.

21 Nisan 2011

mushaboom'da iki çakal birden ;)


Bir zamanlar haftanın neredeyse her gecesi sokaklarda sürten bir ekiple son zamanlarda haftada bir kadar bir sıklıkla evde toplanıyoruz. Moodumuza göre sadece komik videolar izleyip sohbet ediyoruz,  monopoly (sevgililerin ve yakın arkadaşların birbirinden kira istemesi çok komik olabiliyor) tabu (anlatamayana bir shot, tabu kelimeyi söyleyene iki shot yapma cezası vererek oynamanızı şiddetle tavsiye ederim) gibi oyunlar oynuyoruz, pokere sarıyoruz veya projeksiyonda film keyfi yapıyoruz ve gerçekten keyifli vakit geçiriyoruz.

Bugün aynı ekip arasında facebook'ta dönen bir etkinlik mesajından sonra sevgili Sino'nun yaptığı muhteşem gözlemi paylaşmadan da duramayacağım:

klasikleşmiş bir diyalogtan örnektir;
sezo :hadi gidelim der
murat :hanım bilir der
bender :varım der
özge :çalışmıyosa varım der
gizem :geliyorum der gelmez yada yarına erteliyelim der
sinem :ufff bilemiyorum yaaa der erken kaçsada gelir bi gözükür
tansu :çok istiyorum yaaaa der ama gelmez
barış :gelirim der gelir
sinan :bakalım filan der işi yoksa gelir iidir hoştur filan

Geride kalan haftasonunda da Maroon5 konserinde zıplayıp, yeni sezonda açılıp hepimizi çok eğlendirecek muhteşem ses sistemi olan S14'te kendi aramızda bir türkçe pop parti yaparak bütün kurtlarımızı döktükten sonra pazar gecesi DVD'lerimizi, biralarımızı ve aburcuburlarımızı alıp eve kapandık.

İzlediğimiz filmlerden ilki "Çakallarla Dans" oldu. Tam haftasonu kapanışına uygun bir filmdi. Temposu hızlı, kendisi komik, kafa yormadan eğlendiren bu filmi keyifle kikirdeyerek izledik. Film bitti, "Baldırlarına biraz merhem süreyim mi?" esprisi gecemize neşe katmaya devam etti. :) Hayatınızda iz bırakması için değil, ruh halinizi değiştirmesi için izlenecek filmlerden, aklınızın bir kenarında bulunsun.



İzlediğimiz diğer film de "Çakal"dı. Filmin ilk bir saati büyüleyiciydi. Çekimler güzel, özellikle İsmail Hacıoğlu'nun psikopat rolündeki performansı olmak üzere oyunculuk harikaydı. İstanbul'un şimdiye kadar filmlerde görmeye alışık olduğumuzdan başka semtlerinde geçiyor, surların arasındaki atölye, sahilden İstanbul gibi güzellikler gösterirken oldukça dramatik bir konuyu işliyordu. Gelgelelim sadece bitsin diye yapılmış, zorla bağlanmış gibi olan ve bir sürü mantıksızlık içeren sonu hayal kırıklığı yarattı. Yine de popüler pek çok film ve dizi gibi mafyalığı çok büyük bir marifetmiş gibi değil, çaresizlik sonucu seçilen bir yol olarak anlatıyor olması bile güzel.



Bu yazı aslında pazartesi yazısıydı, ancak bu gün fırsat bulabildim.
KARARLIYIM: Mushaboom8'in yazılarını eski sıklığına kavuşturacağım.
BAYILIYORUM: Sonunda İstanbul'daki karabulutları defedip kendisini gösteren güneşe...
NEFRET EDİYORUM: Centilmen olmak adına sevgililerin el çantalarını taşıyıp korkunç görünen adamlardan. Çanta bir aksesuardır kıyafeti tamamlar. Bunu bilmeyen, el çantasını taşımaktan aciz kadınla da işiniz olmasın zaten.
KINIYORUM: Şifre olayına yol açan, zaten üniversite sınavı stresi kadar korkunç bir belayla uğraşan gençleri bir de bununla uğraştıran ÖSYM'yi.
HER GEÇEN GÜN DAHA ÇOK SEVİYORUM: (Şaşırtıcı ama) işimi
OKUYORUM: Alain De Botton - Aşk Üzerine
BELİRTİYORUM: En üstteki fotoğrafın kaynağı nedir bilmiyorum, içimi açtı paylaşmadan edemedim, bilen varsa söylesin belirtelim.
BEKLİYORUM: Evde topladığınızda keyifli vakit geçirten aktivitelerinizi benle paylaşmanızı...
ÖPÜYORUM: Bu yazıyı okuyan herkesi :)

11 Nisan 2011

bir doz ilham


İnsanı masallara ışınlayan bu minicik renkli şeyler kağıttan mı kumaştan mı çözemedim; ama harikalar. Potter+Butler'dan.


 

Mutfak havlusu, aynı zamanda bez bebek taslağı. İster havlu olarak kullanın, ister havlu üzerindeki talimatları uygulayıp kendi bez bebeğinizi dikin. Jane Foster'dan.


Minik olduğu kadar gösterişli üç boyutlu duvar süsleri, goshandgolly'den.

Sıradışı magnetler umbu'dan.




Çok yaratıcı, çok espirili bu takıların, teşhir edilişleri de en az kendileri kadar yaratıcı ve espirili. Tamamı tickette's shop'tan.



Seramik harfler ve baskılı ahşap askılar Paloma's Nest'ten. Askılar pekala bir DIY projesine dönüştürülebilir, yapması pek kolay.

Bu ayki bütün dekorasyon dergilerinde yerini alan Moroso Tropicalia'yı da henüz görmediyseniz buyurunuz: Tapılası! Haaz'da 900 Euro civarında bir fiyata satıştaymış kendisi.

10 Nisan 2011

bir alışveriş mabedi: euro flora




Herkesin bazı gizli alışveriş adresleri vardır.
Bir yandan çok kişiyle paylaşmak istemeyiz ki, herkes bilmesin, herkes oradaki şeylere sahip olmasın; diğer yandan da orayı öyle bir severiz ki bahsetmeden duramayız. Benim için Euro Flora böyle bir yer. Dekorasyon dergilerine tam sayfa ilan verse de, İstanbul'da pek çok restoran sahibi buradan alışveriş yapsa da, yılbaşı gibi özel dönemlerde kasasında saatlerce sıra beklenecek kadar bileni olsa da hala gizli sayılabilir. Ne zaman biri evimdeki bir şeye vurulsa, "Euro Flora'dan aldım" dediğimde "Orası neresi?" sorusunu duyuyorum. Bunda sanırım lokasyonunun Kağıthane'de olmasının da etkisi var. Uzak değil, ama gitmek için araba şart.


Biz ayda bir kere (annem babam ve ben) buraya gitmeyi adet haline getirdik. Çünkü üçümüzün de bambaşka tarzdaki evleri için nefis parçalar bulabiliyoruz burada. Üstelik fiyatlar inanılmaz uygun. Özellikle de yapay çiçeklerde -aklınıza iğrenç yapay çiçekler gelmesin sakın- Mudo'nun Tepe Home'un çokçok altında fiyatlar ve inanılmaz çok çeşit söz konusu. Euro Flora'dan aldığım pek çok şeyi daha sonra başka mağazalarda yaklaşık 5 katı kadar fiyat etiketleriyle görüyorum.




Yukarıdaki çiçekler yine Euro Flora'dan Carlsberg bira bardağı vazosu oldu, resim çerçevesi Esse'den.

Sepet ve sepetin içindeki mini kova ve sulama aletleri Euro Flora'dan, ben kovaları şekerlik olarak kullanıyorum. Retro kavanoz Esse'den.

                         Yapay mini bitki Euro Flora'dan, altındaki kırmızı metal kutu Ikea'dan.

                                             Vazo ve içindeki çiçeklerin hepsi Euro Flora'dan.
Kanvas tablo 15 TL gibi bir fiyata Euro Flora'dan.

Küçük bitkiler ve portakal ağacı ile üzerindeki kuşlar Euro Flora'dan, hasır sepetler Ikea'dan.

Ben de isterimmm derseniz; Euro Flora'nın web sitesi için buraya.



09 Nisan 2011

insanı dünyanın güzel bir yer olduğuna inandıran melek gibi bir şey*: Sufle

New York, Paris, İstabul...

Birbirinden farklı, çok beğenilen üç büyük şehirde yaşayan, bir anda hayatlarını tepetaklak edecek olaylar yaşayan üç bambaşka karakter. Biri sol yanı felç geçirmiş kocası ile, biri kötürüm olmadığı halde yatalak bir hayat sürmekte ısrarcı annesiyle, birisi hayatını etrafında ördüğü karısının ölmüş olduğu gerçeği ile boğuşuyor. Her birinin hikayesinde bir diğerinin yaşadığı şehre göndermeler var: İstanbul'da yaşayan Füsun'un kızı Paris'te yaşıyor, Paris'te yaşayan Marc Amerikalılar'ın filtre kahvesini Avrupa'nın espresso'sunun yerine koymuş, New York'ta yaşayan Lilia zeytinyağlı dolmaya bayılıyor. Üçü de hayatlarının bu tepetaklak olduğu bu dönemde kitapçıda aynı sufle kitabına el atıyorlar. Ortası çökmeyen sufle pişirebilmek amaçları ve dolayısıyla mutfak üçünün de sığnağı haline geliyor.

Sufle tadında bir kitap bu zaten. Okurken insanın içinde sufle yerken ağıza dağılan gibi bir sıcaklık yayılıyor. Anlatılanlardan ziyade, anlatım dilinin sayesinde. Çok keyifli ayrıntılar bir araya getirilmiş: Salep, tarçın, pazarlar, çizgi romanlar, tarifler, üç güzel şehrin sokakları, bambaşka kültürlerden parçalar... Konu depresif olsa da yaşama ve keşfetme arzusu yayıyor okuruna.

Aslı E. Perker ile bu kitapla tanıştım ben. Bu da Geray Gençer'in muhteşem cezbedici kapak tasarımı sayesinde oldu. Güzel kapaklı, leziz adlı, iyi yazılmış bir kitap bu. Roman severlerdenseniz, kendinizi bir kaç gün bu kitaba bırakın derim ben.



>Yaşadığı acı zamanla öyle bir doruk noktasına ulaştı ki, artık bu histen kurtulmak isteyip istemediğini sorgulamaya başladı. Onu besleyen bir felsefe vardı bu duyguda. Sınırsız mutluluğu yaşamış birinin hüznün de sınırsız olanını arama isteğiydi belki de. Ne olursa olsun ortalarda yapamama hali.

>Karısı, bütün dünya kadınları bedenlerini pantolonlara tıkıştırırken ısrarla elbise giymeye devam etmişti. Kısa kollu elbiseleri yaz kış tercih eder, üşüdüğü zaman üzerine her renkten aldığı kaşmir hırkalardan birini geçirirdi.

>Karı koca yıllar içerisinde ülke ülke gezdiler. Clara elinden tarifler, Marc ise gazeteler, kitaplar, çizgi romanlarla döndü.

>Başka bir ülkeden göz etmiş olmanın tek iyi yanı belki de işler ters gittiğinde geri dönebilme ihtimaliydi.

>Belki de daha önce hayatında hiç bu kadar kısa zamanda bu kadar çok çıkış yolu aramadığı için bu kadar çok kapalı kapılara denk geldiği de olmamıştı. Çok uzun süre hayatı akışına bırakmış olmalıydı, şimdi derenin yolunu değiştirmekte zorlanıyordu.

>Yarıda bıraktığı ama tadı damağında kalan her keyfi yeniden tatmak için can atıyordu. Her filmi görmeli, her Broadway şovunu seyretmeli, müzeleri arşınlamalıydı. Bu şehre ışıldamak için gelmişti, çiçek açmak, resimler yapmak, hayatı içine çekmek için.

>Şimdi görüyordu ki gençlerin onlarınkinden çok daha farklı bir yaklaşımı vardı yaşama, özellikle de sekse. Güya kendileri 1960'ların özgür ruhunu yaşamışlardı.

>Öğütlerde bulunmayan, fazla özlü sözler söylemeyen, duygusal gelişime prim vermeyen halasının kendisine bir tek tavsiyesi olmuştu: Sana verilen yeteneği kullan.

>Keşke kendi yaş gününü unutan insanlardan biri olabilseydi. Böylelikle çalmayan telefon, söylenmeyen sözler, öpülmeyen yanakları onu bu kadar mutsuz etmezdi.

>Değişim hava gibi, solunduğu belli olmayan bir şeydi: İnsanın ciğerlerini doldurmaya devam ediyor, beyin haritasında her an şekilleniyor, ta o aydınlanma anına kadar anlaşılmıyordu. Bütün yaşadıklarının, başına gelenlerin, gelmeyenlerin, beklentilerinin ve hayal kırıklıklarının onu başka bir yere taşıdığını biliyordu.

> İnsan eğer anadili değilse gönlünce kavga edemiyor, gönlünce karşı çıkamıyor, yeteri kadar sevgi ya da sempati gösteremiyor, doğru düzgün küfür bile edemiyordu. Cim'siz, cım'sız konuşmaya daha yeni alışmıştı. İnsanın aşık olduğu adamın sonuna o sevgi ekini ekleyememesi acıydı. Abi abla diyemeyen Fransızlara acıyırdu. Hayatlarında bu kelimeler olmadan o yakınlığı yaşamalarına gerçekten imkan var mıydı?

> Yemek yaparken son anda malzemelerden birinin olmadığını fark ettiğinde sinirlenmez, sakince Lilia'ya dönüp, "Unutma her zaman her malzemenin yerine geçecek bir benzeri vardır" derdi "önemli olan paniğe kapılmamak." Lilia pek çok kereler duyduğu bu öğüdü mutfaktayken her zaman aklının bir kenarında tutmuştu. Belki de yapması gereken aynı öğüdü hayatında da kullanmaktı.

Başlıktaki cümle ekşisözlüktendir: tık!

Pinterest'im

Instagram'ım