31 Temmuz 2015

Oysa bir gün... Kendine geri yürüyeceksin. Bu yüzden dikkat et de fazla uzaklara gidip dönüş yolunu kaybetmeyesin.

Elimde blush kadehim, arka fonda güzel bir müzik çalarken, koltukta rahatça oturuyorum. Karşımdaki oturan adam, beni çok iyi tanıyor. Çünkü o geçmişte bir zamanlar benim için Mr. Prozac 'tı. 

Bir zamanlar aklımı başımdan alan gözleri ile dikkatlice beni inceliyor. Biliyorum, cümlelerimdeki çelişkileri, aklımdaki karmaşayı, ruhumdaki pervasızlığı herkesten iyi o görüyor. Geçmişte karşısında oturduğum zamanlarda hep çok net bir kadındım, o yüzden bu halime sinirleniyor. Lafımı kesiyor, beni anlamaya çalışıyor. "Ne istiyorsun sen Sezen, kendini mesela birkaç yıl sonra nerede ne yaparken görüyorsun?" diye soruyor.

"Şu anda gerçekten hiçbir fikrim yok ve buna bayılıyorum." diye cevaplıyorum yüzümde kocaman bir gülümsemeyle. Konuşmak istemiyorum. Çünkü son zamanlarda pek düşünmüyorum, hiç bir şey hakkında... Hiç bir şeyi kurgulamıyorum, hayat bana ne sunarsa, onu yaşıyorum. O yüzden söyleyebilecek de fazla bir şeyim yok ve kalkıp dans etmeye başlıyorum. 



Bundan bir ay kadar önce kendimi tanıdığımı düşünüyordum. Düzenli bir hayat kurmuştum. Hayatta neler istediğim konusunda aklımda bir şeyler şekillenmişti. Büyük aşklar, büyük maceralar peşinde değildim. Beni mutlu etmeyen bir ilişkiyi, ayakta tutmak için didinip duruyordum. Bir yandan da sürekli seyahat ediyordum, düzenli olarak blog yazıyordum, bunların ikisini sıkça yaparak, hayatımdaki mutsuzluklarımı unutuyordum. Kaçarak ve yazarak hayatımı renklendiriyordum.

Derken bir gün dokuz yıl önce hayatımda olan, şimdi Londra'da yaşayan adamdan bir mesaj aldım: "Hani Yunanistan'a gidiyorduk biz?"  Adamın espri mi yaptığını yoksa ciddi mi olduğunu anlamaya çalıştığım iki günün sonunda, gidiş dönüş Prag biletim ve Prag'ta harika terası olan bir evim vardı. Gerçekten de birkaç hafta sonra, yıllardır görmediğim bu adamla Prag Havalimanı'nda buluştuk ve harika üç gün geçirdik. 

Bu Prag hikayesinin sonunu, herkesin büyük bir aşk hikayesi bekleyerek dinledi; ama hayır bu bir aşk başlangıcı değildi. Tatilin sonunda, Prag Havalimanı'nda birbirimizin yanağına dostane birer öpücük kondurup, birbirimize sarılıp "Kendine iyi bak" diyerek ayrıldık ve kendi hayatlarımıza geri döndük. Ama o adam sayesinde, maceraperest halimi hatırladım. Ve bunu çok özlediğimi fark ettim.



Kelimelerine taptığım Ece Temelkuran, her zamanki gibi yönümü bulmaya çalıştığım o anda imdadıma yetişti: 

"Kimin hayatını yaşıyorsun sen? Kendininkini mi? Öyle mi? Hep mi? Dursan baksan şimdi ne kadar kendin kaldın bu hayatta? Kendinde ne kadar sen varsın? Dursan baksan şimdi, kendini ikna ede ede ne kadar yol gittin kendinden, "olması gereken bu" diye "hayatın pek fazla numarası yok" diye, "zaten daha ne olacaktı" diye... "Burası iyi, güvenli" diye diye diye diye...

Ne kadar yol gittin kendinden kendine hikayeler anlata anlata? Düşünsene, o hikayelerle ne kadar çok zaman oyalandın aslında başkasının olan hayatlarda? Oysa bir gün... Kendine geri yürüyeceksin. Bu yüzden dikkat et de fazla uzaklara gidip geri dönüş yolunu kaybetmeyesin."

"Olması gereken bu" diye diye, içinde mutlu olmadığım bir ilişkiye hapsetmiştim kendimi. Karşımdaki adam, başka bir kadının tapabileceği pek çok harika özelliğe sahipti; ama benim aradığım arzuladığım hayalini kurduğum ilişki değildi yaşadığım. Geçmişte yaşadığımız güzel anlara teşekkürlerimi sunarak, çıktım o ilişkiden. Karşımdaki adamı, biraz üzdüm, biraz kırdım, biraz sinirlendirdim, biraz şaşırttım. Ama kendime geri yürümenin, kendimi bulmanın o harika hissine kavuştum.



Tamam, dedim, şimdi biraz yalnız kalma zamanı. Hayatımı, evimi, görünüşümü toparlama, borçlandığım uykuları ödeme, yavaşlama zamanı.

Hayat dalga geçercesine karşıma "O"nu çıkardı. Ve pat diye bütün yer ayağımın altından çekildi. Ezberlerim bozuldu. Kendi hissettiklerime, yaptıklarıma, söylediklerime inanamaz buldum kendimi. Yanında kendimi çok mutlu hissettim. Tekrar San Francisco'ya hiç dönmesin istedim. Her gece onun beni sarmalamasını, her sabah onun güzel uykulu yüzüne karşı sabah kahvemi içmeyi, bana hep o harika gülümsemesiyle bakmasını, her gün ofis camı ile onun yatak odasından karşılıklı birbirimize el sallamayı diledim. Bu kadar kısa zaman içinde bu kadar birbirimize alışmamız mantık dışıydı, ama gerçekti. 

Ve sonra vedalaşma günü geldi, boynumda "Sana şans getirecek. Taktıkça beni de hatırla" dediği Hawaii çiçekleri ile ona son defa sarıldım.

Sonra o San Francisco'ya döndü, ben Çeşme'ye gittim. Hayatın bana sürprizleri bitmemişti. Mr. Prozac ile Çeşme'de daha önceki iki ilişkimiz boyunca eğlenmediğimiz kadar eğlendik. Kafalar ve ortalık yeteri kadar karışık değilmiş gibi! Gittiğimiz her yerde, tanıştığımız herkes, birbirimize ne kadar yakıştığımızı söylüyordu.

Yine de aklımda hep "O" vardı, telefonun ucunda... Aramızdaki on saat farka rağmen, sürekli iletişim halindeydik. Ben bir dünyaları içmiş, çılgınlar gibi dans ederken, o öğle yemeği yiyordu; o bana kafası güzel "shit face" fotoğraflar yollarken, ben ofiste tıkır tıkır dilekçe yazıyor oluyordum. Ama hala yolladığı her fotoğraf, yazdığı her cümle beni çok mutlu ediyordu. 

Şimdi bu satırları, üstümde "o"nun giderken bana bıraktığı, o kokan tshirt ile yazıyorum. Dilimde "If you're going to San Francisco, be sure to wear some flowers in your hair."





Düşünmek, kurgulamak, beklentilere girmek, kendimi de, karşı tarafı da germek istemiyorum; hikayenin yüze kocaman bir gülümseme oturtacak bir sonu olması da şart değil zaten; ama hikayelerin peşinden gitmek gerektiğine inanıyorum. 

Kendimi bildim bileli, hikayeleri kovaladım. O yüzden biletim hazır ve bir ay kadar sonra, ben San Fransisco'ya uçuyorum ve "O"nunla bir klasik olan Highway 1 yollarına düşüyorum. Çok saçma, çok güzel bir hikaye bu ve bu yüzden inanıyorum ki çok maceralı, çok kahkahalı ve çok keyifli bir tatil olacak.

Blogu ihmal ettiğim için instagram yorumları ile, maillerle, whatsup mesajları ile sitem eden, hepinize ayrı ayrı çok teşekkür ediyorum; çünkü beni çok mutlu ettiniz. Özlenmek ve merak edilmek kadar güzel bir şey var mı! 

Hayatım bu aralar çok garip, çok yoğundu, çok güzeldi, yazamadım. Ama şimdi kafamda her şey yerli yerine oturdu. 

Bugünden itibaren eski düzende huzurlarınızdayım. Anlatacak çok şey var... Öyle ya da böyle yaşanacak da çok şey var... Hayatın akışına güvenin, neşe ile kalın!


24 Temmuz 2015

Life is what happens to you while you're busy making other plans.*

Valizimin fermuarını tam kapatacakken aklıma geliyor. Poşetin içinde duran ve buram buram "O" kokan Popeye baskılı tshirtu çıkartıyorum. Kokusunu içime çekiyorum, yüzüme bir gülümseme yayılıyor. Birlikte geçirdiğimiz her an, her mesajlaşma, her söylediği beni ne kadar mutlu etti bu adamın inanamıyorum.

Son iki haftada yaşadıklarımı ve hissettiklerimi düşününce, "Nasıl şanslı bir kadınım ben, ne kadar güzel bir hikayenin içinde buldum kendimi. Adam ne kadar güzel gülümsüyordu, sarılınca beni ne güzel kavrıyordu." diyorum.

O, San Fransisco'ya dönmeden önce onunla vedalaşmaya giderken biraz endişeliydim. Her şeyin kendiliğinden geliştiği ve harika aktığı o büyüyü bozacak şekilde duygusallaşmaktan veya vedalaştıktan sonra korkunç bir hüzünle dolmaktan korkuyordum. Öyle olmadı, tersine onunla yine harika vakit geçirdim, daha sonra birlikte yapacağımız bir sürü şeyi konuştuk, her şey yine çok doğal ve güzeldi. 

Kapıdan çıkmadan önce, ben boynumda onun Hawaii'deki iş görüşmesinden kalma çiçekli kolye ile antrede dans ederken, o, öğle molasını onun kollarında yemek yemeden geçirdiğim için bana buzdolabından yiyecek bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Bilmiyordu ki, o an umurumda olan en son şey yemekti. 

Elime bir poşet içinde Popeye tshirtunu tutuşturduğunda, bana en güzel hediyeyi vermiş oldu. 

Çünkü o tshirt benim onun evinde kaldığım gecelerdeki geceliğimdi. Gecenin bir yarısı olmasını umursamadan, İstanbul'a ayak bastığım gibi, havalimanından onun evinin yolunu tuttuğum gece, yatağın kenarında oturmuş, heyecanla Londra'da yaşayan çok sevdiğim Martha ile mesajlaşırken, gelip kollarımdan tutarak üstüme bir tshirt geçirmişti. O an mesajlaşmaya daldığım için tshirta hiç dikkat etmemiş, yatmadan önce dişimi fırçalamak için tuvalete gittiğimde aynada Popeye'yi fark edip, sevinçle ne güzel t-shirt bu diye dönmüştüm yanına.

Ve o vedalaşma gününde, evine gittiğimde de üstünde bu tshirt ile karşılamıştı beni. Şimdi son defa o evden çıkarken bu tshirt da benimle geliyordu, buram buram onun kokusuyla...

Evden birlikte çıktık. Ben on adım uzaklıktaki ofisime dönerken, o arabasıyla yanımdan geçerken kormaya basıp el salladı. O sırada hüzünlenmediğimi, aksine çok keyifli hissettiğimi fark ettim. İçten içe yeniden onu göreceğimi biliyordum, ama bir daha hiç görüşmesek bile bana harika bir hikaye ve pek çok güzel anı bırakmıştı.

Bal gibi biliyordum ki bir arkadaşım bana bunları anlatsa, "Ay, ne saçmalıyorsun, ergen gibi! Bu kadar kısa zamanda bir adama böyle şeyler hissetmen mümkün değil." diye kızardım. Ama mümkünmüş. "Acaba adam İstanbul'da yaşasaydı da bu kadar güzel olur muydu; yoksa gidecek olması mı her şeyi hızlandırdı" diye düşündüm. Cevabını bulmam mümkün değildi.

O gün öğlen vedalaştıktan sonra, ertesi gün uçağına binene kadar defalarca vedalaştık. Her seferinde iyi yolculuklar diledik, yatak odasına göz kulak olmaya söz verdim, birbirimize öpücükler yolladık, sonra yine konuşmaya başladık, yine vedalaştık. Vedalaşıp vedalaşıp konuşmaya devam ettik. En son, artık uçağı kalkarken, birbirimize attığımız ilk mesajların ekran görüntüsünü yollayıp, "Kimin aklına gelirdi ki?" yazdığında gözlerimi kapattım, onunla geçirdiğim bütün zamanları düşündüm.


Yaptığımız seyahat kuralları listesini anımsadım: Az uyku. Bol yürüyüş. Güzel yemekler yemek, daha fazla lezzet tadabilmek için asla aynı yemekten sipariş etmemek ve fotoğraf çekmeden masadaki hiç bir şeyi yememek. Bir daha asla oraya gitmeyecekmiş gibi şehri tüketme amacıyla gezmek. Birisinin yapmak istediği şey diğerinin ilgisini çekmiyorsa, bağımsız takılıp buluşma noktasında buluşmak. Asla trip atmamak, surat asmamak.

Birbirimizden ayrı geçirdiğimiz birkaç gün birbirimize her yerden yolladığımız saçma videolar ile fotoğraflar ve saatlerce arsız mesajlaşmalarımız geldi aklıma. Güldüm. Biraz da özledim.

İzmir havalimanında İstanbul'a dönmek için uçağımı beklerken ve o bir önceki geceden bahsederken,  "Çok hayallerimdeydin. Benle gibiydin. Gözümü ne zaman kapatsam seninleymişim gibi hissettim. Bilinç altıma işlemişsin, ben de şaşırdım." yazdığında, o an ona sarılmak için, gecenin bir yarısı olmasını ve ertesi gün işe gideceğimi umursamadan onun kollarına koştuğumu hatırladım.

Sabah üstümü giyinip mutfağa girdiğimde, onun erken kalkma zorunluluğu olmamasına rağmen, bana ızgara tost yapışını gözünde canlandırdım. Peru kahvesinin eşlik ettiği sucuklu tost ne güzel bir kahvaltıydı. Altında trunk, omzunda mutfak havlusu, tost hazırlarken ne kadar da seksi görünüyordu. 

Her gece onun evinde kaldığım için, "Senin gerçekten bir evin var mı acaba? Ya şehir dışında, ya bendesin." takılmalarını kikirdeyerek andım.

Bana gelmesini planladığımız gün "Güzelim çok istesem de bu gün gelemeyeceğim." mesajına ne kadar üzülmüştüm. Hayal kırıklığı ile cevap yazmadığımda "Özür dilerim. Biraz kötü hissettirdim sanırım. Ama yapmam gereken şeyler var. Blöf yapmıyorum, laf gevezeliği için söylemiyorum. San Fransisco'ya gelirsen cidden çok sevinirim. Hatta gelirsen belki ikimizin de görmediği bir yere kaçarız. New Orleans mesela. Veya Hawaii. Hayal değil bunlar. Karşı plazadaki kızla bu kadar kısa sürede bu kadar güzel şeyler paylaşmaktan daha elle tutulur şeyler bunlar." diye gönlümü ne güzel almış ve seyahat hayalleri ile ne kadar mutlu uyumuştum.

Ertesi gün "Akşam seni yemeğe davet edebilir miyim?" diye mesaj atıp, sonra bir toplantısı olduğu için, işinin kaçta biteceğine ilişkin net bir şey söyleyemediğinde, "Sen buraya gel, buradan birlikte geçeriz yemeğe." diyerek beni çok absürd bir yere çağırdığında, içten içe ona kızgın bir şekilde oraya gittiğimi, ancak onu gördüğüm an dünyanın en mutlu kadınına dönüştüğümü hatırladım gülerek. Toplantısını yaparken, şık gömleği, biçimli taranmış saçları, harika gülümsemesi ile ne kadar yakışıklı görünüyordu. Masanın altından dizlerini bana değdirdiği an, nasıl da mutlu olmuştum.

Birlikte İskele Restorant'ta yediğimiz akşam yemeğini canlandırıdım gözümde. Leziz lakerdaların, ahtapotların, tokuşan rakı kadehlerinin ve harika bir İstanbul manzarasının eşliğinde ne güzel sohbet etmiştik. Rakıya çok da bayılmayan ben, hayatımda ilk defa üç kadeh rakıyı keyifle yuvarlamıştım, her şey rakıya o kadar yakışıyordu ki. Daha fazlasını bile içebilirdim. Tuvalete gitmek için kalktığımda, onun "Gel buraya." diyip dudaklarımdan öpüşü ne kadar tatlıydı. Sonra yemekler bittiğinde, beni karşısından yanındaki sandalyeye oturtması ve sarılması, ah!

Sabah onu son görüşüm olma ihtimali olduğu için bir türlü yanından ayrılamamamı hatırladım. Kalkmış, giyinmiş, evden bir türlü çıkamamış, yatağa geri dönüp, yine onun kollarının arasına kıvrılmıştım. Ofise geç kalmıştım; ama keşke daha da çok geç kalsaydım. Ofise gittiğimde, çalışmaya başladığımda, MOC'ta kahvaltı ederken mesaj atmıştı. "Halbuki bu gün hastayım diyebilirdin. Sana buradan taze kahve getirirdim. Sonrasında bütün gün yatakta takılırdık, sushi siparişi verirdik, aptal aptal romantik komedi filmleri izleyip, dalga geçip gülüp eğlenebileceğimiz bir gün olabilirdi." diye. Şimdi biraz pişmandım yapmadığıma!

Daha sonra, o sabahı ima ederek, "Bugüne kadar kızlara yaptıklarımı sen bana yapıyorsun. Sabah bir uyandım, kadın gitmiş, yatakta ve evde tek başımayım." diye takılması geldi aklıma, güldüm. Kendisi San Fransisco'ya dönmüyormuş gibi "Beni bırakıp Çeşme'ye gidiyorsun." demelerini hatırladım, yüzümde gülümseme "tatlı bok" diye mırıldanırken yakaladım kendimi.

Onu özleyeceğimi söylediğimde, o gittikten sonra her gün onun yatak odasının camına karşı sabah kahvemi içecek olmanın ne kadar koyacağını itiraf ettiğimde, "Ben de seni özleyeceğim yavrusu. Seninle biraz daha tanımayı, senle daha bol gülmeyi, eğlenmeyi isterdim. Bunlar gönlümden geçenler, ama yazdıklarımı okuyunca veda mesajı gibi oldu. Hoşuma girmedi. Sadece sana kısa bir süre olsa da dokunmuş olmaktan çok memnunum ve sanki seni daha çok göreceğim gibime geliyor." demişti.


Ona son defa sarılfıktan sonra, ofiste "Sana şans getirecek. Taktıkça beni de hatırla" dediği Hawaii çiçekleri ile otururken, birlikte geçirdiğimiz günlerin özeti olarak yolladığı söz kulaklarımda çınlıyordu:  "Life is what happens to you while you're busy making other plans."

Beni bu kadar mutlu eden adam, benden 11.000 kilometre uzaktaki hayatına doğru yoldayken, ben de Çeşme'ye gidiyorum. Aklımda bu harika hikaye, Popeye çantamda...  Havalimanında birisi "Fizan'a da giderim." dediğinde içimden  "Yahu, San Fransisco, Fizan'dan daha uzak." diye düşündüğünü yakaladım. Güldüm. Üzüldüm. Karıştım. Sahi, her şey gerçek olamayacak kadar güzel değil miydi?

Ve o bana attığı son mesajla, bir kere daha başımı döndürdü: "Kısa da olsa her şeyiyle çok güzeldi. Çok küçük bir porsiyonda servis edilen çok lezzetli bir yemek gibiydi, tadı hala damağımda kalan..."

Hayatın sürprizlerini kabul ederek kalın!

17 Temmuz 2015

Ama düşünsene karşı camımda olan adamla yolum hiç kesişmeyebilirdi!

Kendimi son günlerde canlı kanlı bir insandan ziyade, bir romanın başkahramanı gibi hissediyorum. 

Bir filmde izlesem “fazlası ile gerçekten uzak” olarak nitelendirebileceğim şeyler yaşıyorum. İnanamıyorum: Olup bitenlere, olup bitiş şekline, içinde bulunduğum duruma, kendi yaşadıklarıma ve hissettiklerime...

Hayat bazen gerçekten süprizlerle dolu.

Kelimelerimi toplamak için ne kadar uğraşsam, ne kadar tam anlatmak için uğraşsam da eksik kalacakmış gibi geliyor.


Bir adamla tanıştım.

Artık biraz yalnız kalmam gerektiğine karar vermişken... Hayatıma hiçbir sıfatla, hiçbir şekilde, hiç bir adamı sokmadan, kendi başıma ve kafa dinleyerek bir yaz geçirmek konusunda kararlıyken...

Onun sayesindekeşfettiğim –ve bayıldığım- BackBar’da, çimlerin üzerine yerleştirilmiş şezlongta uzanmış, Aperol Spritz’imi yudumlarken ve anlattığı askerlik anılarını kahkahalarla dinlerken çok eğleniyordum; ama birkaç gün sonra San Fransisco’ya geri döneceği için o gecenin onu son görüşüm olacağını düşünüyordum.


Çalıştığım ofisin tam karşısındaki apartmanda yaşadığını, aslında benim çalışırken onun yatak odasına karşı baktığımı elbette ki bilmiyordum.

Onunla sonraki günleri birlikte geçireceğimi, ben sabah makyajımı yaparken elbisemin fermuarını kapatacağını, göğsüne yatmış film izlerken kendimi sanki o adamı çok ama çok uzun zamandır tanıyormuşum gibi hissedeceğimi, gün içinde rüzgar estiğinde saçıma sinen çam kokulu parfümünün kokusunu alınca içimin eriyeceğini, onda kaldığım her gün küpemin bir tekini kaybedeceğimi, o “Geri gelmek için bir taktik mi bu?” diye bana takıldığında, “Geri gelmek için bir taktiğe ihtiyacım olduğunu bilseydim dandik küpeler yerine daha kıymetli şeyler takardım.” diyebilecek kadar rahat hissedeceğimi, elime  inanılmaz iyi bir espresso tutuştutup, kırışık beyaz t-shirtu ve cin gibi gözleriyle karşıma oturduğunda o sabahlardan yüzlerce yaşamak isteyeceğimi, buralardan uzaktayken özlediği baklavaya kavuştuğunda yolladığı fotoğrafa baktığımda aklımdan geçen cümlenin “Senin ağzını yüzünü yerim ben.”  olacağını da bilemezdim. Hatta oldukça hayalperest bir kadın olmama rağmen, bu kadarını hayal bile edemezdim.

“Düşünsene”  demiştim. “Karşılıklı pencelerde olup, hiç yollarımız kesişmeyebilirdi bile.”

Her tatilde koşa koşa şehirden uzaklaşan biri olarak, çantamla havalimanına giderken, kendimi “Bayram tatili de birkaç hafta sonra olaymış iyiymiş.” diye düşünürken yakalamamın şokunu üstünden atlatamamışken, o  “Sanki seni aylardır tanıyormuşum gibi hissediyorum.” dediği anda rahatlamıştım: Kendi kendime tek taraflı olarak kafayı yememiştim, gerçekten ortada gerçek dışı olacak kadar garip ve çok güzel bir şey vardı.



Hikayenin bir sonu yok. Her şey olabilir. Hiç bir şey olmayabilir.

Önemli olan da bu değil zaten. Kendisini “fazla mantıklı ve duygusuz bir kadın mıyım?” diye sorgulayan bir kadının birkaç gün önce tanıştığı, daha önce varlığından bile haberdar olmadığı bir adamdan birkaç gün ayrı kalacağı için kendisini buruk hissedebileceğini deneyimlemiş olması bile inanılmaz güzel.

Hayat gerçekten bizim düşündüğümüzden daha sürprizlerle dolu, böyle şeyler sadece romanlarda ve filmlerde olmuyor ve kendinizi başkası anlatsa “saçma” olarak nitelendireceğiniz olayların baş kahramanı olarak bulabiliyorsunuz.

Hepinize iyi bayramlar dilerim. Sürprizleriniz bol olsun!



11 Temmuz 2015

Prag 1: Lokal Dlouha, Pilsener Urquell, Cafe Neustadt, Mosaic House, Groove Bar, Goldfingers

Kafka'nın hakkında "insanı kolay bırakmaz." dediği Prag'a giderken oldukça heyecanlıydım.

Heyecanlı olmamın sebeplerinden biri, Avrupa'nın başkentlerinden pek çoğunu gezmiş ve hatta ikinci ziyaretlere başlamış olmama rağmen, Prag'a ilk defa gidiyor olmamdı. İkincisi sebebi ise seyahat eşlikçimin on senedir görmediğim birisi olmasıydı. Dolayısıyla çok eğlenmemiz veya seyahatten beklentilerimizin bambaşka olması nedeniyle keyfimin kaçması bakımından eşit olasılıklar söz konusuydu.

Prag Havalimanı'nda buluştuktan sonra, taksiye bindik ve doğrudan ev sahibimizden anahtarı teslim almak için Airbnb'den kiraladığımız eve gittik. Oldukça eski bir apartmandaki daire yenilenerek, küçük ama çok kullanışlı ve zevkli bir yaşam alanına dönüştürülmüştü, ayrıca çok güzel bir terası vardı.




Eşyalarımızı eve bırakıp, herkesin "Prag'ta çok fazla hırsızlık oluyor." tembihlerine uyarak pasaportlarımızı güvenli bir yere sakladıktan sonra, kendimizi sokağa vurduk.

Sabah çok erken saatlerde yola çıktığımız için ikimiz de oldukça açtık ve bu nedenle barlar sokağı olarak da anılan Dlouha'da 33 numarada bulunan ve şehrin en meşhur yeme içme zincir grubu olan Ambiente'nin Çek Pub'ı Lokal Dlouha'ya oturduk.



Kişi başına yılda 156 litre bira tüketimi ile dünyanın en çok bira tüketilen şehirdeydik -ki bu bilgiyi öğrendiğimde çok şaşırmıştım, bana sorsalar kesinlikle tahmin hakkımı Almanya'dan yana kullanırdım- ve Pilsener Urquell oldukça methedilen bir biraydı, dolayısıyla tercihimiz biradan yana oldu.

Ancak bira seçiminde biraz zorlandık, çünkü menüde aynı biranın üç tipi vardı. Biz farklı aromalarda biralar olduğunu var sayarak, iki ayrı bira seçtik; ama yanılmışız bira aynıymış, sunum şekli farklıymış.

Bu nedenle Prag'a giderseniz işe yarayacak bir bilgi olarak şunu bir kenara not edebilirsiniz: Yukarıdaki fotoğrafta soldaki bardak "creme", yani bizim alıştığımız biçimde az köpüklü olarak servis edilen bira. Soldaki ise "slice", yani yarısı köpük olacak şekilde servis ediliyor. Bir de "sweet" var, bunu tercih eden birileri olması bile şaşırtıcıydı benim için; çünkü sadece köpük getiriyorlarmış.





Biralarımızı yuvarladıktan sonra, Eski Kent Merkezi ile Yahudi Mahallesi'nin sokaklarını arşınladık. Dizi dizi tarihi binalarla çevrili daracık ve renkli sokaklar oldukça tatlıydı; ama benim aklımdaki Prag, gri havalı, romantizmle depresiflik çizgisinde gezinen bir şehirdi. 
O gün ise, tepede cayır cayır yakan bir güneş varken, aklımdakinden farklı, ışıl ışıl ve rengarenk bir şehir karşımda duruyordu.











Turistik bir gezi için mutlaka uğramanız gereken bölgeler zaten yan yana olan Stare Mesto (Eski Şehir) ile Josefov (Yahudi Mahallesi). 



15. yüzyılda kale surlarının bir parçası olarak inşaa edilen Barut Kulesi, bu kadar harika bir saat yaptığı için yapanın gözlerinin kör edildiği efsanesi bulunan Astronomik Saat Kulesi'nin de bulunduğu Stare Mesto Meydanı, benim çok manasız bulduğum ama kübist akımının öncülerinden olduğu için önemli olan Siyah Madonnalı Ev bu bölgelerde yer alıyor. 



Buraları gezdikten sonra kısa bir yürüyüş ile nehir kıyısına ve 1402 yılında yapılan Karluv Most (Karel Köprüsü)'ne ulaşabilirsiniz. Üzerindeki heykeller ve ayağındaki iki kule ile 515 metre boyundaki bu köprü adeta şehrin simgesi. 



Biz köprünün üstünde yürümeye başladığımız anda, güneş ve turist kalabalığından bayılacak hale geldik ve o sırada köprünün hemen altındaki bir mekan dikkatimizi çekti. 

Köprünün üstünde terleyerek yürümektense, köprüyü izleyerek bir soğuk bira yuvarlamanın daha keyifli olacağından hiçbir şüphemiz yoktu; ama oraya nasıl inildiğini bulmak için epey bir uğraşmamız gerekti. 

(İşiniz kolaylaşsın, aynen köprüye geldiğiniz yoldan, trafik olan caddeye kadar geri gidip, kaldırımın yanındaki pasajdan içeri girip dümdüz devam etmeniz gerekiyor.) 






Buz gibi biraları devirerek kendimize geldikten sonra, ben Dans Eden Ev'i görmek için tutturdum ve nehir kıyısı boyunca, aşağı doğru, nehirde deniz bisikletine binenleri izleyerek yürüdük.



Dans Eden Ev yukarıda gördüğünüz binaymış. 
Şehrin bu kadar alt kısımlarına inmişken, bu civarlarda takılalım dedik. Ve Karlova Namesti 23 numarada bulunan Cafe Neustadt'a gittik. 




Cafe Neustadt, Almanca adının etkisi de olabilir, bende tam bir Berlin esintisi yarattı. Modern ve aykırı sanat öğeleri içeren avluda, yalın ayak servis yapan fıstık gibi garsonlar, minik bebekli annelerden, her yeri piercingli kızlara geniş yelpazede, kimsenin kimseyi yadırgamadığı bir ortam...




Soğuk kahveden sonra, alkole geri dönme saatimizin geldiğine karar verip Cafe Neustadt'tan ayrılarak, oldukça enteresan bir mimariye sahip olan Odboru 4 numaradaki Mosaic House'un barına gittik.




İçkilerimiz gayet lezzetli olmasına rağmen kasvetli ve karanlık ortamı çok açmadığından, kokteyllerimiz bitince ayaklandık ve Vorsiliska 6 numaradaki Groove Bar'a geçtik. Ve içeri geçip oturduğumuz anda buraya aşık olduk.

Harika bir müzik çalıyordu, mika bardaklarda servis edilen cin, elderflower, yeşil çay ve lime ile hazırlanan Greenteani olağan üstü lezzetliydi ve garson inanılmaz tatlı bir çocuktu. Bize cuma ve cumartesi gecesi programlarını sıraladı, akşam ortamın nasıl olduğunu anlattı... 

Prag'ta en çok ve en keyifli vakit geçirdiğimiz ve en sevdiğimiz yer de Groove Bar oldu. 



Aslında ara sokakta oldukça minik bir mekan; ama kokteyl menüsü çok başarılı. Kesinlikle turistik değil ve DJ oldukça güzel bir müzik çalarken, oturup o leziz kokteylleri içerek etrafı izlemek ve laflamak o kadar keyifli ki...

Greenteani'leri devirdikten sonra, Prag'ta gece hayatını deneyimlemek için eve gidip üstümüzü değiştirdik ve kendimizi tekrar yollara vurduk. Gitmeden önce yaptığım araştırmada en sıkı gece club'ü olarak Roxy / NoD'dan bahsediliyordu ve burası evimize oldukça yakın olan Dlouha'da yer alıyordu. 

Gelgelelim büyük bir hayal kırıklığı yaşadık, dub step çalıyordu ve içerideki kitle hiç cazip değildi. Koltuklarda yayılıp birer cin içtikten sonra, geceyi orada geçiremeyeceğimizi kabullenip ayaklandık. 



İstkametimiz şehrin en meşhur strip club'ı olan Goldfingers oldu.  (Ek bilgi olarak, içeri giriş ücretsiz; ama bir bira, Groove Bar'da üç leziz Greenteani fiyatına)

Daha önce Amerika ve Meksika'da gitmiş olduğum strip club'lardan oldukça farklı bir konsepte sahipti; neredeyse kimse direk dansı yapmadı. Daha seks ağırlıklı showlar vardı ve içerideki tek kadın müşteri olarak, orada bulunmak benim için oldukça enteresan bir deneyimdi.

Keşifle ve deneyimlere açık kalın!

Dip Not: "Seyahatte Ne Giydim?" şeklinde yazılar isteyenler oluyor, oturup öyle bir yazı hazırlamaya hep üşeniyorum. Ama meraklısı için dip not düşeyim, bu yazıdaki fotoğraflarda üstümdeki mavi elbise bir İsrailli lokal tasarımcının elbisesi, mavi bağcıklı espadriller Beymen Club'dan, çiçekli sırt çantası Mavi'den.

09 Temmuz 2015

Not Defterim: Tel Aviv'den son notlar, Brezilya Fönü, Şeftalili Süt, Yaz Sayıklamaları, Maggie Darling, Treso Peçeteler


Bazen tek bir konuyu toplayıp, sistemli bir biçimde anlatmak istemiyor canım. Ofisten çıkmış, açık mutfağımın barında oturmuş, taze demlediğim filtre kahveyi yudumlarken, sohbet eder gibi aklıma gelen her şeyden bahsetmek istiyorum. Uzun zamandır yazmamıştım bu ortaya karışık yazılardan. Yaz rehavetime çok yakışıyorlar, karmakarışık zihnimi harika yansıtıyorlar kanımca.

Bir sene boyunca çalışarak hak kazandığım 15 günlük yıllık iznimi haftasonlarının başına sonuna ekleyerek yaptığım üç dört günlük kaçamaklarla, Belgrad, Rize, Kapadokya, Tel Aviv, Jersualem, Prag ve Barselona sokaklarını arşınlayarak 1,5 ay içinde tüketmiş bulunmaktayım. Bu seyahatlerin bir kısmından henüz hiç bahsetmedim; ama yavaş yavaş hepsindeki harika keşiflerimi yazacağım. Bu bir nevi mola yazısı olsun.

Bundan sonra, yaz bitene kadar haftasonları Ege taraflarına yapacağım deniz kaçamakları dışında İstanbul'da olmayı, her zaman niyetlenip bir türlü neticelendiremediğim #dahaiyiben projemle uğraşmayı, kendime daha iyi bakmayı, daha çok uyumayı ve ofiste yığılan işlerimi temizlemeyi planlıyorum.



Bu aralar görüştüğüm herkesten Tel Aviv hakkında ilgili ve meraklı sorular alıyorum. Vizenin nasıl alındığından, Jerusalem'e ilişkin püf noktalardan, Tel Aviv'deki harika bazı mekanlardan zaten uzun uzun bahsettim.

Genel olarak ise şunu söyleyebilirim. Şehirde gezilecek çok fazla tarihi yer yok, sokaklarda yürürken etkileyici binalar da görmüyorsunuz. Yani mimari ve tarihi eserler açısından hiçbir cazibesi yok. Diğer yandan şehirdeki ruh hali çok güzel. İnsanlar genel olarak oldukça keyifli ve cana yakın. O kadar ki, sahilde güneşlenirken, nasıl olduğunu anlamadan şezlongunuzun üzerinde güneş yağınızdan süren bir adam bulabilirsiniz. :))

Uzun zamandır seyahat ettiğim şehirlerde ziyaret edilecek o kadar fazla yer vardı ki, genel olarak bir acele içinde geçiyordu günler. Tel Aviv'in genel konsepti ise rahat olmak. Günlerinizin büyük kısmı, sahilde güneşlenerek geçiyor. Diğer yandan aklınızdaki "deniz tatili" ise Tel Aviv çok iyi bir seçenek olmayabilir; çünkü harika beyaz kumlarına ve leziz menülü beach clublarına rağmen, denizde yüzmek yasak. Biraz açılsanız hemen sahil güvenlik anons yaparak sizi geri çağırmaya başlıyor.

Erkekler yakışıklı, kadınlar harika giyiniyor. Kimse suratsız suratsız ve acele ile yürümüyor sokaklarda.

Yemek konusunda ise şaşırtıcı derecede iyi. Rastgele oturduğumuz mekanlarda bile, beklentimizin çok üstünde lezzetli şeyler yedik. Mesela İstanbul'da öyle önünden geçerken ratsgele girdiğiniz bir yerde, gerçekten iyi malzeme kullanılarak yapılan lezzetli bir şey yeme ihtimaliniz çok yüksek değil; ama Tel Aviv'de biz hiç hayal kırıklığına uğramadık.

Ve akşamları her yer çok güzel. Çünkü şehrin genç nüfusu oldukça fazla. Sıra sıra dizili barlarda oturması keyifli, kokteyller lezzetli. Bir de bazı mekanlarda sınırsız içki konsepti var. Dizengoff üstünde bulunan Rutina bunlardan en kalabalık olanı. Aşağıda menüsünü bulabilirsiniz, örneğin Rutina 69 alırsanız, 69 şekel ödeyip bütün gece Carlsberg ve Tuborg içebiliyorsunuz.



Özetle keyifli bir ruh halinde, acele etmeden, güzel insanların arasında, plajda sakin ve keyifli takılarak ve lezzetli şeyler yiyerek birkaç gün geçirmek istiyorsanız, Tel Aviv harika bir istikamet olabilir. Gitmişken Jerusalem'i de pas geçmeyin derim ben.



Bütün bu koşturmaca esnasında, yani her salı inbox'ımda biriken yüzlerce mail ile baş edip, her cuma tekrar bir valiz hazırlayıp yola çıkarken, hayatımı -daha doğrusu görüntümü- kurtaran iki şeyi de paylaşmak istiyorum. Gerçekten bana inanılmaz zaman kazandırdılar ve beni büyük bir yükten kurtardılar.



Bunlardan ilki Brezilya Fönü. Saça yoğun biçimde keratin uygulanıyor, uygulanırken oldukça yoğun ve göz yakan bir koku salgılıyor ve bir gün boyunca saçınızı yıkamamanız gerekiyor. Ve sonra hiç kabarmayan, her zaman fönle düzeltilmiş gibi duran saçlara sahip oluyorsunuz. 

Jilet gibi dümdüz olmuyor saçınız; ama bence daha güzel ve daha doğal duruyor. Yukarıdaki fotoğraf mesela yıka ve çık halim. Saçınızı yıkadıktan sonra fönle güzelce kurutursanız da, Brezilya fönünüzün ömrü daha uzun oluyor. 

Bana bu konuda arkadaşlarım tarafından en çok sorulan soru da "Saçı yıpratıyor mu?" oluyor. Kesinlikle hayır, hatta tam tersine maşa, fön gibi şeyleri uygulamanıza gerek kalmadığı için saçınız dinleniyor. Tatilde, denizden çıktıktan sonra bir kadına en çok zaman kaybettiren şeyin saça şekil vermek olduğunu göz önünde bulundurursak, en güzel tarafı zamandan ve stresten tasarruf sağlaması.

İkincisi cilt bakımı yaptırmak. Bu benim sürekli olarak atladığım, çok acılı bulduğum ve sonrasında gözle görülür bir değişiklik görmediğim için yaptırmaktan vazgeçtiğim bir şeydi. Bu sefer Rumeli Caddesi'ndeki Leyla İnanır'a gittim. Cilt bakımımı yapan kişi aynı zamanda burada eğitmen olduğu için kendimi ellerine güvenle teslim ettim ve ilk defa gözle görülür bir farklılıkla çıktım. Temizlenmiş cilt hafif de güneş görünce, makyaj faslından da büyük ölçüde kurtarıyor insanı.



Bu aralar okuduğum kitaplardan biri Maggie Darling

Başkaharamanımız Maggie Darling, çok güzel, kusursuz davetler veren harika bir eş. Kocası oldukça zengin bir adam olmasına rağmen, Maggie de başka kadınlara nasıl yaşamaları ve evi nasıl yönetmeleri gerektiği konusunda dersler veren kitaplarının satış gelirleri ile fena olmayan bir kişisel servet yapıyor. Yani pek çok kadının gözündeki "ideal"i yaşıyor.

Kocasının onu aldattığını öğrenmesi ile çok yakın bir arkdaşının korkunç bir depresyon ile yanına taşınması yaklaşık aynı zamanlara denk geliyor ve bir anda hayatı değişiyor. Maggie boşanır boşanmaz, bu anı bekleyen bir sürü erkek tarafından yapılan harika jestlere karşı koyamıyor. 

Roman, genel olarak Maggie'nin sürekli aşkı aramaya devam edip hayal kırıklığı yaşaması ve hayatının her geçen gün daha fazla alt üst olmasını ve sonra klasik biçimde aşkı burnunun dibinde bulmasını anlatıyor. 

Romanda konular arasındaki geçişler ve olayların işleniş biçimini çok başarılı bulmamakla birlikte, bazı tasvirlerdeki üsluba bayıldım. Havalimanındaki bekleyişlerde iyi giden bir roman. 

"Reggie, onu sınırsız bir banka hesabı olan zincirlerini kırmış Herkül olarak görüyordu. Ve onun yanında kendisini Çin Mahallesi'ndeki ucuz hediyelik eşya dükkanlarında satılan türden şişman, küçük, gülen bir Buda gibi hissediyordu."

"Sen gayet varlıklı bir adamsın. Mükemmel şekilde çalışan iyi bir araban ve platin kredi kartlarıyla dolu bir cüzdanın var. Burası da dünyanın medeni bir bölgesi. İyi bir otel bulamamışsan, umutsuz bir vakasın demektir."

"Buhar banyosu tüm huzursuzluğunu alıp götürürken ve şarap yavaş yavaş etkisini göstermeye başlarken Maggie, Swan'la bir yaşam kurmanın mümkün olup olmadığını düşündü. Swann, trafikte beklerken hayalini kurduğu adam gibiydi, gerçek yaşamın ısrarcı belalarının aklından çıkmasını sağlayan biri."

"Sert, etkili ve koyu renkli şarap erotik bir rüyadan fırlamış çok güzel, erkek erketipi gibi duyularını ele geçirdi."

(Maggie Darling, James Howard Kunstler, İthaki Yayınları, 439 sayfa)




Bu aralarki favori içeceğim ise -tabii ki kahveden sonraki favori - şeftalili süt. Şeftalilerin çekirdeğini çıkartıp ve dilimleyip, biraz buz gibi soğuk süt ile birlikte normalde kokteyl yapmakta kullandığım el blenderında karıştırıyorum. Biraz katı, milkshake kıvamlı sevdiğim için ve şeftali zaten sulu olduğu için çok az süt ekliyorum. Hem tok tutuyor, hem sağlıklı, hem pratik, hem lezzetli oluyor.



Bardak ve yastık genel olarak ev eşyalarının hepsine bayıldığım Mudo Concept'ten, aşık olarak aldığım peçete ise Treso Tasarım'dan... Yakın zamanda keşfettim, çok keyifli peçeteler yapıyorlar. Masalarınızı şenlendirmek isterseniz aklınızda bulunsun. 

Keyifle ve keşife kalın!

06 Temmuz 2015

I would never call Jerusalem (Kudüs) beautiful or comfortable or consoling. But there's something about it that you can't turn away from.*

Tel Aviv'e gitmek için patronumdan izin istediğimde, Jerusalem (Kudüs)'den ne kadar etkilendiğini anlatmış, orayı iyi bir rehber eşliğinde gitmemi şiddetle tavsiye etmiş, pasaportumu ve orası için uygun bir kıyafeti yanıma almamı tembihlemişti. Böylelikle aklımdaki 'zaman kalırsa Jerusalem'e giderim' fikrinin yerini 'Jerusalem'e mutlaka gitmeliyim.' almıştı.

Bu yüzden de çantamı toplarken upuzun bir elbise, saçımı örtmek için bir şal ve uzun elbisemin dekoltelerini örtmek için bir hırka da almıştım yanıma.

Jerusalem'den bir önceki gün Tel Aviv'de sahilde güneşlenirken ve konu hakkında bir şeyler okurken heyecanımız o kadar arttı ki, bir gece Jerusalem'de konaklayacak biçimde planlama yapmadığımıza hayıflanmaya başlamıştık. Hemen o an gitmek istiyor, sabırsızlıktan ölüyorduk.

Gece otele döndüğümüzde, Müslüman olmayanları Mescid-i Aksa'ya almadıkları bilgisi ışığında, öyle sarı röfleli saçlarıma bir şal dolayıp içeri giremeyeceğimi kavramış, üstümde yalnızca iç çamaşırlarımla, google'dan türban bağlama videoları izleyerek, firketeler ve baş örtüsü ile ayna karşısında ciddiyetle çalışırken kendimi bu işe o kadar kaptırmıştım ki; ne kadar absürd göründüğümün farkına bile oldukça geç vardım. :)


Ertesi sabah çalan alarmlarımız ile erkenden uyanıp, Jerusalem'in yolunu tuttuk ve o civarlarda bir fırında kahve ve leziz hamurişleri eşliğinde kahvaltımızı yaptıktan sonra, ben baş örtümü bağladım. Artık hazırdım.



Jerusalem, Dünya'nın eski şehirlerinden biri ve uluslararası olarak kabul görmese de İsrail'in resmi başkenti. Bütün tarihi öneminin yanı sıra, hem Müslümanlık, hem Hristiyanlık, hem de Yahudilik, yani üç semavi din, bakımından kutsal yer olması oldukça sıra dışı ve büyüleyici.

Anladığımız kadarıyla Jerusalem'e gidenlerin çoğu, yalnızca kendi inancına göre olan kısmı ziyaret ederek, ibadetlerini tamamlıyor; ama bizim amacımız ve niyetimiz tamamını gezmekti.


Tesadüfen başlangıç noktamız Hristiyan bölgesi oldu ve bu kısımda kuşkusuz en etkileyici olan Kutsal Kabir Kilisesi (Church of the Holy Sepulchere) idi.

Burası İsa'nın göğe yükseldiği ve yeniden dirileceğine inanılan yer olduğu için Hristiyanlar nezdinde oldukça kutsal bir yer ve hayatımda gördüğüm en büyük kilise.

Ayrıca, Jerusalem'de kıyafet bakımında en sorunsuz girilip gezilebilen yerlerden biri burası. Mini etekliler de, başı örtülü olanlar da, dini kıyafetler içinde gezinenler de var. Kimse kimseyi garipsemiyor ve yadırgamıyor. İbadet edenler oldukça sessiz, ama oldukça tutkulu. Yerleri, taşları, kayaları öpüyorlar, ağlıyorlar...






Daha sonra, Musevi Bölgesi'ne geçtik. İkinci Tapınak'ın kalıntısı olan Ağlama Duvarı burada bulunuyor ve bu duvar Museviler için yeryüzündeki en kutsal ikinci yer.

Benim kafamda türban olduğundan, bütün turistler tıkır tıkır içeri girerken, güvenlik beni durdurarak pasaportumu görmek istedi. Pasaport fotoğrafımda gayet açık ve sarı saçlar görünce, nereden geldiğimi sordu. "İstanbul" dediğimde içeri geçmeme izin verdi.

Asıl bozulduğum şey ise, kadın ve erkek kısmının ayrı olmasıydı. Çünkü asıl coşkulu biçimde, öne arkaya sallanarak yapılan ibadet iç kısımdaydı ve benim bir kadın olarak oraya girmem yasaktı. Yalnızca uzaktan erkek kısmının açık alanını görmem mümkün oldu.

Burada da ibadetler duvara dokunularak yapılıyor. Duvarın her bir kıvrımında dileklerle dolu katlanmış kağıt parçaları var.



Son olarak Müslüman Bölgesi'ne geçtik ve Peygamber tarafından, "ziyaretler ancak üç mekana yapılır: Mekke'deki Mescidu'l Haram, Medine'deki mescit ve Kudüs'teki Mescid-i Aksa" diye buyurulan Mescid-i Aksa'nın kapısına ulaştık. Kıblenin daha önceleri Mescid-i Aksa kabul edildiğini de bir önceki gün araştırmalarımızla öğrenmiştik. 

Bu kısım çok heyecanlıydı; çünkü kapısından içeri girip giremeyeceğimiz şüpheliydi. Yalnızca Müslüman olduğunu ispat edenler içeri kabul ediliyor ve kapıdaki güvenliği bu konuda ikna etmeniz gerekiyor. Yanınızda pasaportunuz olmazsa, içeri giriş zaten yapamıyorsunuz; ama din hanesi bulunan kimlik de yanınızda olursa çok daha kolay olur her şey.

Adam benim pasaportumdaki başı açık fotoğrafıma şüpheyle baktıktan sonra, kelime-i şahadet getirmemi buyurdu. "Ohh, kolay yerden geldi." diye rahatlamama fırsat bırakmadan "Süphaneke?" diye ikinci sorum geldi. Onu okumaya başladığımda hayret ve takdirde kaşlarını kaldırdı, sonunu getirmeme gerek kalmadan, "Buyrun, hoşgeldiniz." diyerek içeri aldı.


Mimari açıdan kuşkusuz en etkileyici olan Müslüman Bölgesi'ydi. İçeride başı açık tek bir kadın bile yoktu ve hatta yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz kıyafetteyken, yürürken eteğimin altından azıcık ayak bileğim görünüyor diye  kınandım. Şaşkınlıkla "Ne yapabilirim ki?" diye sorduğumda, yaşlı bir teyze eteğini kaldırarak altından giydiği taytı gösterdi, sonra beni dizinin dibine oturtup dualar okudu.











Sıcaktan bayılmak üzereydim ve bir an önce başımı açıp, üstümdeki hırkayı çıkarmaya ihtiyacım vardı. Ayrıca, bütün bu gezintiden sonra midemiz gurulduyordu ve istikametimiz tabii ki belliydi. Yeryüzündeki en iyi falafeli yapan Abu Shukri'nin yolunu tuttuk.


Burası bilmezseniz, mutlaka önünden pas geçip gideceğiniz, karanlık eski püskü bir dükkan; ama falafeli ve humusu o kadar lezzetli ki; gerçekten onu yemek de bir çeşit ibadet kabul edilebilir.








Kendilerini inanılmaz adamış halde ibadet eden insanları görmek, daracık sokakların birinden döndüğünüzde bütün ortamın değişmesi, Hristiyan, Müslüman ve Yahudi bölgelerinin yalnız ibadet ettikleri binaların değil, insanlarının, kokularının, dükkanlarının bambaşka olması gerçekten çok etkileyiciydi. 

Kutsal yerleri gezmek kadar, Küdüs'ü çevreleyen kapıların her birinden çıkıp içeri girmek de oldukça etkileyici ve şaşırtıcıydı; çünkü kapının hangi dine ait bölgeye açıldığına bağlı olarak o kadar farklı ülkelere gitmiş gibi oluyorsunuz ki... Bir kapıdan içeri girdiğinizde gül suyu kokusu alıyorsunuz, diğerinden girdiğinizde sandal ağacı tütsüsü... Birinden girince sebze meyve pazarları karşılıyor, diğerinden girince meydanında bira satan marketlerin olduğu bir Ortaçağ Avrupa kasabası... Bir sokakta İsa heykelleri dizi dizi satılırken, diğerinde kırmızı bileklikler arasında kalıyorsunuz. 

Diğer yandan sesler bu kapıları, bu sınırları umursamaksızın karışıyor. Aynı anda ezan ve kilise çanları duyuluyor. Buranın ne kadar inanılmaz olduğunu oradan çıkıp normal hayatınıza döndüğünüzde daha net kavrıyorsunuz.



Bir de bir yerde, yolumuzu şaşırıp mezarlığın içinden yürümek zorunda kaldık. Dağların üstlerine kadar uzanan uçsuz bucaksız mezarların arasında oturup bir sigara içmek ve hayatı sorgulamak olağan üstüydü.

Bütün kutsal noktalarda hep aynı şey için dua ettim. Sevdiklerime sağlık, kendime hayat amacımı bulabilmeyi diledim. 

Ve Jerusalem'den ne kadar etkilendiğimi ancak birkaç gün sonra idrak edebildim. Gerçekten... Jerusalem'e gittikten sonra, tekrar aynı insan olarak çıkmanız pek olası değil. Günlerce aklınıza Jerusalem'den görüntüler geliyor, alakasız işlerle uğraşırken aslında bir yandan da orayı düşündüğünüzü fark ediyorsunuz. Mutlaka ve mutlaka herkesin deneyimlemesi gereken bir şey olduğunu düşünüyorum.



Jerusalem'e gidecekler için tavsiyeler:

- Central station'ın yanındaki otobüs durağından sürekli kalkan 480 numaralı otobüsler ile oldukça konforlu biçimde Jerusalem - Tel Aviv arasında yolculuk yapmanız mümkün. İndiğiniz yerden sonra tramvay ile dört durak giderseniz -ki bu mesafeyi yürümeniz de mümkün- Jerusalem'in kapılarından birine ulaşıyorsunuz.

- Mescid-i Aksa'yı görmek istiyorsanız, mutlaka yüzünüz hariç hiçbir yeriniz görünmeyecek bir kıyafet yanınızda olsun. Pasaportunuz olmazsa içeri girmeniz mümkün değil; ayrıca çeşitli duaları okumak şeklinde bir teste tabi tutulabileceğiniz aklınızda olsun.

- Abu Shukri'de falafel yemeyi kesinlikle atlamamalısınız. Gerçekten olağanüstü lezzetli.

- Sakın ola ki yarım günlük turlardan biriyle gitmeye kalkmayın, hiç bir anlamı olmaz. Tel Aviv'den kalkan bu turlara oldukça rağbet var; ama Jerusalem'in atmosferini solumak için yarım gün kesinlikle yetersiz.

- Sokaklarında kaybolmaktan endişe etmeyin, her sokağın bambaşka kokusu ve ortamı olması, kendinizi bir anda çatılarda, bir anda evlerin içinde bulmanız çok keyifli olacak.

- Elinizi kolunuzu sallaya sallaya giderseniz, hiçbir şey anlamadan geri dönersiniz. Mutlaka sizi gezdirecek bir rehberle anlaşın veya kapsamlı bir kitap alın. Çünkü oradaki her bir taşın, her bir binanın, her bir sokağın anlamı var. Ne olduklarını bilmezseniz, pekala önlerinden geçip gidersiniz.

Işıkla kalın!


Pinterest'im

Instagram'ım