29 Aralık 2010

Aşkla seyahatle dedikoduyla hukukla alkolle koca bir sene daha devirdik iyi mi?

Her yeni yıla girerken yepyeni kararlar alanlardandım ben de. Listeler hazırlar,  erteleyip durduğum şeylere el atma konusunda kendi kendime söz verir ve yeni yılın daha ilk ayı bitmeden de hem listeyi hem de kendime verdiğim sözü unuturdum.

2010 yılı başlarken (tam olarak sağdaki gibi görünüyordum :) ) kendi kendime bambaşka bir söz verdim. Bu sene yapılacak işler listesi hazırlamayacaktım. Sadece bütün bir yıl boyunca hiçbir şey yapmadan tek bir gün bile geçirmeyecektim. Tabii ki keyif çatmalar "hiçbir şey yapmama"ya dahil olmayacaktı. Ne de olsa keyif veren tembellikleri arada sırada olduğu sürece çok faydalı bulanlardanım ben.

Ve 2010 yılının sonuna geldiğimizde,  geride kalan günlere bakıyorum ve tereddüt bile etmeden çok güzel bir yıl geçirdim diyebiliyorum. Hayatımdaki en güzel en dolu dolu geçmiş sene oldu demek bile yerinde olur hatta.

Öğrencilik yıllarımı olabilecek en dolu dolu şekilde geçirdiğimi inkar edemem. Bu yıllarda hem bol bol seyahat ettim, hem farklı sektörlerde iş deneyimlerim oldu, hem harika insanlarla tanıştım, hem de gece hayatı konusunda bir dönem epey uzmanlaştım. Ama artık bu periyodun bitme zamanı gelmişti. 2010'un ilk çeyreğinde kahve ve çikolatadan oluşan bir beslenme menüsü ile yarasalar gibi gündüz uyku gece ders çalışma şeklinde yaşayarak İstanbul Hukuk Fakültesi'nden mezun olmam yılın en büyük olaylarından biriydi benim için.

Yine 2010'un ilk aylarında Young Guns projesinin bir parçası olma şansını yakaladım. Fikir olarak şahane olup, uygulama kısmında batan bu projenin ilk başlarında iş hayatına, sosyal medyaya ve pazarlamaya dair pek çok şey öğrendim. İş "ne bir şey öğrenebiliyoruz, ne de para kazanıyoruz" şeklinde zaman ısrafına dönüşmeye başladığında tatsızlaşmadan herkesin projeden elini ayağını çekmesi de isabet oldu. Sonuç olarak bana harika arkadaşlar ve bir sürü deneyim bıraktı.

Deneme yanılma yoluyla çalışmayı düşündüğüm bütün sektörlerde büyük hayal kırıklıkları yaşadıktan sonra, malesef oldukça yaygın olan avukat stajyeri = köle anlayışından fersah fersah uzak, kurumsallık konusunda gerçekten örnek alınası bir avukat ortaklığında çalışmaya başladım. "Avukatlık yapmayı düşünmüyorum" diyen ben, bu iş sayesinde "Kesinlikle yapmak istediğim işin avukatlık olduğuna eminim." der oldum. Tamamen tesadüf eseri başladığım bu ofiste yaklaşık 9 aydır gerçekten işimi çok severek çalışıyorum.


Hatta yıllık iznimin tamamını tamamen gönüllü olarak hukuka harcadım ve Europa University Viadrinna'da İnsan Hakları Hukuku Programı'na katıldım. Dünyanın her tarafından müthiş insanlarla gündüz son derece ciddi ders çalışarak, akşamları Polonya votkalarının dibine vurarak çok eğlenceli bir (kısa) öğrencilik de orada geçirmiş oldum. 

Bütün bunların arasında mezun olduktan sonra yapmak zorunda olduğum stajımın da bütün sıkıntı ve disiplin kurulluk oluşlarıma rağmen, ilk periyodunun neredeyse sonuna geldim.


Bütün bunları yazınca sanki bütün senemi ders ve işle geçirmiş gibi oluyorum biliyorum; ama aslında hiç de öyle olmadı. Şubat ayında AEGEE'nin eventi ile Abant, Kartalkaya, Sapanca, Bolu'daydım, mart ayında Young Guns ekibi ile Eskişehir'e gittik, nisan ayında yaz sezonunu başlatmak için hala kahkahalarla andığımız bir sürü an yaşadığımız Büyükada kaçamağımızı yaptık, mayıs ayında kebaba yumulmak için Adana'ya gittim, yine aynı ay Polonya'da bir arkadaşımı İstanbul'da ağırladım, haziran'da kardeşimin doğum günü şerefine Çeşme'ye gidip yeni Babylon'u hayırladık, temmuzda Sapanca'ya bir huzur kaçamağı yaptım, yine temmuzda Dalyan Club'a dadanıp her haftasonu havuz keyfi yaptık, temmuzun son haftasonu Ağva'ya kaçtım ki bu da herhalde sene boyunca yaptığım en sarhoş en çılgın ve en anlamlı seyahat oldu benim için, ağustosta Sedef Adası ve Büyükada maceramız oldu tamamen spontane bir biçimde, ağustosta bir de Altınorfoz'a ailecek tatile gittik, ağustosun en son  haftasında Ağva ekibi ile birlikte Bozcaada yolları tuttuk, eylülde kapağı bütün engellere rağmen yurtdışına atmayı başardım ve Berlin, Frankfurt, Postdam, Slubice hattındaydım, kasımda süpriz katılımlarla birlikte Adana ve Hatay'da bir yemek turu yaptık ve aralıkta Aşk'ın doğum günü için Ada'daydık.

Böylece insanın seyahat etmek için tek ihtiyacı olan şeyin yeterli istek olmasını da kendime kanıtlamış oldum, çünkü bütün sene boyunca çalışıyordum ve bütün bu kaçamaklar haftasonu, bayram tatili, 19 mayıs, 23 nisan, 30 ağustos gibi haftasonu ile birleşen tatillerle yetinerek yapıldı.


Facebook'ta "Seminer Konferans Toplantı Duyuruları" grubunu kurdum ve "Nasıl her şeyden haberin oluyor?" diye sitem edenlerle ve hatta beni hiç tanımayanlarla haberdar olduğum etkinlikleri paylaşmaya başladım.

Chucha Boutique projesini hayata geçirdim, böylece dolabına sığamayan ama yine de giyecek bir şeyi olmayan dişiler arasındaki kıyafet döngüsüne benim de bir katkım olmuş oldu.

İstanbul'da da geceler evde pineklemekle geçmedi çoğu zaman. Kaç defa dışarıya çıktım, kaç yüz partiye katılımcı oldum bilmiyorum. Histanbul, Shopping & Fucking, Punk Rock, Malafa ve Mağara Adamı oyunlarını izledim. IAMX, Infected Mushroom, Nil Karaibrahimgil, Jay Jay Johanson, MFÖ, Caz Vapuru, Imogen Heop, Teoman, Medeski Martin & Wood, Scorpions, Parov Stealar ve Müslüm Gürses gittiğim konserlerden ilk aklıma gelenler. Taksim'de izlediğim birbirinden harika canlı performanslar da cabası.

Ha bir de bu arada Anadolu Yakası'ndan yeniden Avrupa Yakası'na göçtüm ve kendime sıfırdan bir yuva kurdum.
Son zamanlardaki uykuculuğumun nedeni de bütün sene boyuncaki uykusuzluğum olsa gerek! :)

2010 bana diploma, iş ve ev getirdi. Bunların hepsi öyle ya da böyle er ya da geç sahip olmayı beklediğim şeylerdi. Ama bir de Aşk getirdi ki, onun varlığından ben çoktan umudu kesmiştim! O kadar iyi geldi ki... Aradan aylar geçmesine rağmen, hala kapı zili çaldığında heyecanlanıyor olmak, bir insanın hem sevgilin, hem dostun, hem eğlence partnerin olabilmesi benim yazma kabiliyetimi aşar.

Tabii ki 2010'un her saniyesi kahkaha dolu her şey yolunda giderek geçmedi. Kaybettiklerim oldu, isteyip alamadıklarım oldu, göz yaşlarım aktı, umutsuzluğa kapıldım, sık sık isyan ettim, her şeyi bırakıp kaçmak istedim, yanlışlar yaptım, kırdığım insanlar oldu, çaresiz kaldığım anlar,  "Kendi kendime neler ettim boşu boşuna bir telaş / Kaç kere ölmek istedim ama sevişirken yavaş yavaş / Sabah oluyor yeni bir tuzak" diyen MFÖ'yü yüzlerce kez dinledim... Ve bu anlarımda hep kızlar yanımdaydı. En mahremlerimizi, en ağırından en basitine dertlerimizi bölüştük, devam etmek konusunda birbirimizden güç aldık... 2010'u onlarla kapatmak istedim o yüzden, yılbaşında hepimizin ayrı bir planı olması ihtimaline karşı biraz erkenden birlikte kutladık yeni yılı. Çok güzeldi. (Yukarıdaki fotoda o gece aramızda olmasına rağmen bir tane ayakta fotoğrafını yakalayamadığım için Sinem chucham yok malesef. Kendisini gecenin en kafası güzeli seçtik.)
Bir erkek arkadaşım da en az kızlar kadar derdimi çekti, gerçi onun hangimizin arkadaşı olduğu konusunda Aşk ile kavga ediyoruz. Kendisi bizi bırakıp Tayland'a yerleşmeye karar vermiş olsa da :)) 

Ve bu blog... Her başına oturduğumda beni aldı götürdü başka diyarlara, en güzelinden ruh hallerine...
En başta ne halt yiyor olursam olayım arkamda olduklarını bildiğim ve hissettiğim ailem olmak üzere, bu yılıma kenarından köşesinden bulaşan herkese gerçekten çok teşekkür ediyorum. Sizin için bu sene nasıl geçti bilmiyorum, kötüyse de üzerine bir kadeh devirin bir sigara yakın bitsin, yenisi başlıyor. Kendinize bütün sene boyunca elinizden gelenin en iyisini yapacağınıza söz verin ve inanın: 2011 çokçokçokçok güzel olacak!

24 Aralık 2010

"Bu şehirde ne varsa hepsi sana benziyor..."


 Tempo24'e yazdığım ilk yazılardan birinde "Müslümcü" olduğumu açıklamıştım. Enteresan mailler almıştım bu yazıdan sonra. "Kadınlığımı bastırmayı reddediyorum", "Prensle işim yok benim derdim öpücükle" gibi geleneksel kalıplara baş kaldıran yazılar yazdığım, bir yandan da Avrupa'daki seyahatlerimi anlattığım için modern ve hatta biraz geleneksellikten uzaklaşıp yozlaşmışlıktan nasibini almış bir genç kız profili çiziyordum ve bazı kişiler Müslüm Gürses dinliyor olmamı bana "yakıştıramamışlar"dı. Bazı kişiler de benim gibi "Müslüm Gürses"in apayrı bir kategoride olduğunu, değil arabesk türkçe sözlü şarkıya bile tahammül edememelerine rağmen Müslüm Gürses'in şarkılarını bayıla bayıla dinlediklerini söylüyorlardı.

Müslüm Gürses'i yaptığı müziğin dışında da beğenirim ben. Genellikle dalga geçmek ve açık yakalamak için kendisine sorulan siyasi, felsefi konularda çok güzel cevaplar vererek karşısındakini dumur etmesine bayılırım bir kere. Ayrıca bir zamanlar "Müslüüüüm anamı s.k babam ollll!"diye haykırıp kendini jiletleyen bir dinleyici kitlesine sahipken, bugün bizim nesile de bizim dinlediğimiz şarkıları kendi yorumuyla hayran bıraktırarak dinletebiliyor olması da bence çok büyük bir başarı.



Özetle ben Müslüm Gürses'i hep severdim, ama benim için sonra çok daha özel bir anlam kazandı: Gerçekten Aşk, tesadüfleri seviyormuş ve ben, "Aşk"ım ile iptal olan Çubuklu Hayal Kahvesi'ndeki Müslüm Gürses konseri sayesinde tanıştım. Ve böylece Müslüm Gürses bizim için ayrı bir anlamlı oldu.


Dün gece de 44'44 Project'in Ghetto'da yaptığı Pavyon Gecesi vardı. Ortada ne kadife perdeler vardı, ne kolonya dağıtan kızlar. Ghetto pavyona dönmemişti, aynen bildiğimiz Ghetto'ydu; ama Müslüm Gürses şahaneydi. Bir kere daha canlı canlı gördüm, Müslümcü kitlenin çeşnisini. Her yaştan insan vardı içeride, takım elbiselisi de, jean giymişi de...

Şahane konserden sonra, sahnede Günah Keçisi diye bir fragman dönmeye başladı. Eski Türk filmlerinin bütün kötü adamları bir aradaydı bu fragmanda. Ve ardından Şahin K, evimizin ( = Taksim :) ) pek sevgili DJ'i Görkem ile birlikte DJ kabinine geçti. Dansları ile bize çok eğlenceli bir gece yaşattı. :))

Müslüm Gürses'in son albümünden bir Şebnem Ferah cover'ı da benden size gelsin: 


Müslüm Gürses - Sigara 2010 Orijinal Klip
Yükleyen MDteam. - Diğer müzik videolarına göz atın.

21 Aralık 2010

2010 ruh hallerimin bilançosu

Facebook'ta "My year in status" diye bir application var, bir sene boyunca yazmış olduğunuz iletilerden seçtiklerinizi ardarda diziyor. Ruh halleri arasında yolculuk, sağdan soldan yaptığınız alıntıların güzel bir kolajı oluyor, ben çok sevdim. Üstelik de yazıp unuttuğum pek çok şeyi toplu halde bulmak çok güzel oldu.


Bazen çok uysal ve evcil olmuşum "şu anda hayattan tek beklentim sıcacık mis gibi tarçın kokulu bir sahlep" veya "sırtına güneş vurmuş kedi mutluluğu" gibi huzur çağrıştıran iletiler yazmışım.

Bazen de tam tersine inanılmaz bir enerjiyle dolmuşum, gezmişim, çalışmışım, yazmışım: 
"Hepiniz ayağınızı denk alın, yarın son sınavıma girip biraz dağ havası soluyup bahar sezonunu başlatıyorum"

"Şubat ne güzel ay! if film festivali, istanbul fashion week, aşk günü, kartalkaya, kapadokya, tek ders sınavı, Young Guns'ın şaha kalkışı..."

"Güne 6da başlamak, iki işte birden çalışmak.. uyku? beni terk ettiğin için mutluyum."

"Haftanın 8. günü de varmış, üstelik 36 saat sürüyormuş."

" Hayat ellerine sağlık beni de büyüttün. Canı sıkıldıkça birkaç tekila shot atıp sabahlara kadar dans ederek kendine gelen ben artık bangır bangır müzik açıp çarşaf değiştirip yer silerek rahatlıyorum."

"Yine bana geldiler: film festivaline gidelim, bozcadaya gidelim, unifestlere gidelim, açık hava konserlerine gidelim, buz gibi biraları tokuşturalım, bronz tenli olalım, en lezzetli dondurmalar mideye insin, eve hiçhiçhiç girmeyelim istiyorum"

"Rezervasyonsuzlar ağva'da serisinin devamı 'cemgü neyaptı' rehberliğinde bozcada yalnızca saatler sonra başlıyor."

"Daha bronz, daha sarışın, daha sıkı, daha yazlık, daha uykusuz."

" Sabah erkenden işe gitmesi gereken iki deli, gecenin dördü, yağmurlu havada sahil, bitmeyen muhabbet, tiramisu, beyaz şarap ve david garett"

"gözüme votka kaçtı"

" cumalara, tekila shotların 1,5 euro, haftasonu grup tren biletlerinin 5 euro olmasına, Berlin'de sabaha kadar dans eder, oradan hoop başka şehre geçeriz fikrine kimsenin itiraz etmemesine hastayım"

"adrenaline junkie! bungee jumping filan hikaye. koyun bakalım aşk defterinizde milat olan bir adamla babanızı aynı eve, görün adrenalini"

" HUDOC, kahve, facebook, l&m mint stick, universite, uykusuzluk = moot court hazırlıkları"

" cuma günlerinin, güzel ayaklı güzel ayakkabılar giyen kadınların, duştan yeni çıkmış gibi kokan adamların, kaslı kolların, beyaz t-shirtların, günün ilk birasının hastasıyım."

" bir şişe viski, bir şişe tekila, yıllar sonra şişe çevirmece: kahkahanın ve kafanın dibi."

"bütün gün güneşlenerek çeşitli kadın dergileri okumaya alışmışken, kendini pat diye ofiste bilirkişi raporları ve dava dosyaları karşısında bulmak! nescafe kesinlikle kutsal bir şey"

"bir kadına söylenebilecek en güzel laf: Hadi alışverişe gidelim!"

" evet. yaptım. harcadım. kaçtım. içtim. eğlendim. saçmaladım. olabilir. o da olmuş olabilir. sefam olsun."

" trene atlayıp gidip durmanın bilinmeyen cazipliğiyle, aidiyet hissettiğin her şeyi özlemeye başlamanın çelişkisi. hayat ne kadar karışık, alkol ne kadar kurtarıcı."

" erkek düşünür ve yapar, kadın gülümser ve alır." 

" ağır ceza stajı gözlemlerim:  istanbul'daki kır saçlı, hala yakışıklı orta yaşlı Richard Gere'msi adamların hepsi tutuklu. neymiş? çıtırlardan aynen devammış."

" boşanma konusunda araştırma yaparken bir hukuk forumuna düşerseniz görüyorsunuz ki, kimse boşanıyor olmanın derdinde değil. Erkekler daha nafakaya hükmedilmeden 'nafakayı nasıl indiririm'in, kadınlar 'ne zaman yeniden evlenebilirim'in derdinde. hayat, ne kadar komiksin."

 
Bir de tabii ki okuduğum kitaplardan, şarkı sözlerinden, izlediğim filmlerden, orada burada hoşuma giden laflardan alıntılar yapmışım. Birbiriyle alakası olmayan, 2010 yılının çeşitli zamanlarında iletim olmuş onlarca güzel söz huzurlarınızda:

"more tequila, more love, more anything. more is better"

"Bakma gör, koklama nefs et, yeme lezzet al, dokunma hisset." (Barbaros Şansal)

"Kadınlar yalnızca kendilerine yapılanlara değil, yapılmayanlara da sinirlenirler." (Ahmet Altan)

"Kendimle çelişiyor muyum? ne güzel, kendimle çelişiyorum. Çok genişim demek ki içimde her şeyden var."

"21. yüzyılın modern ve bekar kadınları olarak kırmızı gece lambasını mum ışığına, ucuz birayı yıllanmış şaraba, evinde diş fırçamızı bırakmayı romantik aşk sözcüklerine tercih eder mi olduk; yoksa gün geçtikçe yüzyılın romantizm dilencileri haline mi geliyoruz?"

"Life isn't about finding about yourself. Life is about creating yourself." (Bernard Shaw)

"Be yourself, everyone else is already taken." (Oscar Wilde)

"My life has no purpose, no direction, no aim, no meaning, and yet I'm happy. I can't figure it out. What am i doing right?" (Charles M. Schulz)

"There are some days when I think, i'm going to die from an overdose of satisfaction." (Salvador Dali)

" Hayatım içimden geçen cümleler içinde geçti."

"Çünkü bilirsin rakı içen kadın, herkesle rakı içmez ve seninle rakı içiyorsa, senin için kalbinde en az yüz elli mterekare yer vardır."

" Bir anarşist gibi hissediyor, bir aristokrat gibi acı çekiyor, bir küçükburjuva gibi kaçıyorum."

" Kaç filme yarısında girdin, kaç filmin yarısında çıktın; kaç aşka süpriz başlangıç yaptın, kaç aşkın ortasında bir 'game over' hissi kapladı içini?"

"Kutsal melekler ısırır, öksürür ve ağlarlar... Dönme dolaplara binerler, pamuk helva yerler ve de hiçbir şey hatırlamazlar."

" Aşk ve hukuk aslında çok benziyor: Kavram olarak romantikler, ama uygulamada her ikisi de adamı hasta ediyor."

" Bizden bir yol olmaz, yırtık kalp dikilir mi? Bak yine bombok olduk seviyorum seni!"

" Good night everybody, good body everynight."

" When you're happy like a fool, let it take you over!*"

" Sometimes you climb out of bed in the morning and you think, I'm not going to make it, but you laugh inside, remembering all the times you've felt that way." (charles bukowski)

" i want to spend the rest of my life everywhere, with everyone, one to one, always, forever, now."

14 Aralık 2010

Allah kimseyi rakısız, Brezilya fönsüz bırakmasın!

Malum geçen hafta Dünya Rakı Haftası'ydı, o yüzden rakı duasının son dizesi yazının başlığı oldu.
Ama ben anlatmaya Brezilya Fönü'nden başlayacağım, çünkü blogta bundan bahsettiğimden beri  memnun olup olmadığımı, nasıl yapıldığını ve saçımı yıpratıp yıpratmadığımı soran mailler alıp duruyorum.

Annem "Brezilya Fönü diye bir şey yaptırdım, mucizevi bir şey. Hemen sana da yaptıralım." demeseydi muhtemelen ben böyle bir şeyi duymuş bile olmayacaktım. Dört gün boyunca hergün 1-2 saatinizi kuaföre ayırmanız gerekiyor ve bu süre boyunca saçınızı yıkamanız ve toplamanız yasak, o yüzden ben bayram tatilini seçtim yaptırmak için.

Birinci gün sıvı keratini, saçınızı incecik parçalara ayıra ayıra bütün saçınıza sürüyorlar. Çok ağır ve yoğun bir kokusu var. Biber gazı solur gibi oluyorsunuz, gözleriniz yaşarıyor ve genziniz yanıyor. Sonra yine saçınızı ince ince tellere ayırıp presliyorlar. Merak etmeyin, kuruduktan sonra o yoğun ve kötü koku da kalmıyor saçınızda.

Sonraki üç gün boyunca yaptıkları tek şey saçınızı tutam tutam ayırıp preslemek oluyor. Bu süre boyunca tek sıkıntı saçınızı yıkayamıyor olmak. Dördüncü gün son bir kere daha presledikten sonra arındırıcı bir şampuan ile yıkıyorlar saçınızı! Ta-da artık düz saçlısınız!

Yıpratma meselesine gelince; mesela ben haftada en az bir kere saçını presle evde veya kuaförde fön çektirerek düzleştiren biriydim. Bir aydır sadece yıkıyorum ve fönle kurutuyorum. Keratin zaten saça zarar veren bir şey değil, şampuanlar içinde keratin içeriyor diye reklam yapıyorlar bangır bangır. Benim saçım Brezilya Fönünden sonra daha sağlıklı oldu, yıpranmak şöyle dursun. 

Gerçekten düz mü oluyor saçım? Bana da her yıkadığımda saçım eski haline gelecekmiş gibi geliyordu, ama bir aydır iki günde bir yıkıyorum saçlarımı. Sabırlı olup fönle tarayarak kurutursam baya baya fönlü gibi oluyor, eğer ona üşenirsem ıslak saçla dolanırsam bile kesinlikle kabarmıyor. Fönlü gibi olmasa da yine açık bırakıp gezilebilecek bir şekilde kalıyor.(Bu yazıda daha aşağıdaki fotoğraftaki saçlarım mesela)

Özetle çok memnunum ben, saçımı şekle sokmak için uğraşma derdinden kurtuldum. Altı ay dayanır mı ondan emin değilim, hepbirlikte göreceğiz.

Yaptırmaya niyetlenirseniz de en pahalı en kokoş kuaförden ziyade en sabırlı en işi şişirmeyecek olanı seçin. Çünkü marifetten ziyade sabır isteyen bir işlem. Preslemeyi şişirirse büyük ihtimalle Brezilya Fönü'nüz sizi hayal kırıklığına uğratır. 

Kış geldi, ben gerçekten uykucu bir insan oldum; ama yine de bir şeyler keşfetmeye devam ediyorum.
Dünya Rakı Haftası kapsamında annem ve arkadaşları ile ben ve arkadaşlarım Samatya'da Ali Haydar Usta'ya gittik. Hani şu İkinci Bahar'ın Ali Haydar Usta'sına... Meze tabağı kötüydü, Antep Mutfağı'nda Amerikan salatasının işi neydi mesela anlayamadık biz. Ama Rakı Haftası konsepti ve muhabbetlerimiz şahaneydi. Üstelik de Samatya bu kadar zamandır İstanbul'da yaşayıp hiç bilmediğimiz bir yerdi, orayı da görmüş olduk.Rakı duamızı masamızın en büyüğü olan Haşim Abimize ettirdik, ilk kadehleri tokuşturduk. :)

İçelim ab-ı hayatı neşe saçsın bedene
Allah rahmet eylesin rakıyı icat edene
Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin
Allah kimseyi rakısız yere düşürmesin

Oradan çıkışta hoop Sibel Tüzün' e zıpladık. Son zamanlarda en eğlendiğim performansı karşısında şaşırdığım kişi oldu. Şarkı seçimleri çok güzel, 50'lerden 2000'lere kadar düzenli bir kronolojik sıra ile geliyor. En güzel espri de her şarkıda o döneme ait bir kıyafet giyiyor veya aksesuar takıyor. Mutlaka bir dinlemeye gidin derim ben.

Bu aralar iki konsere daha gittim ve ikisi de beni hayal kırıklığına uğrattı. Biri Jülide Özçelik. Yogitamın doğum gününde o çok seviyor diye konserine gittik. Şahane caz şarkılarının yerine Karadeniz türküsü benzeri şarkılar söyledi. Ama Cem Yılmaz'ın Av Mevsimi'nde söylediği gibi çok keyifli ve güzel bir türkü değildi. Hayal Kahvesi bu gece türkü bar olmuş, diye dalga geçti hatta Aşk. Biz de Jülide'yi bırakıp Arnavutköy'e Bodrum Mantı'ya gece gece mantı keyfi yapmaya gittik.
İzlediğimiz diğer konser de Teoman'dı. Ortam çok güzeldi, dopdoluydu, herkes hepbir ağızdan Teoman'ın şarkılarını söylüyordu. Ama Teoman'ın sesi, ondan önce dinlediğim konserine kıyasla gerçekten çok kötüydü. Teoman'ın hastasıyım ama sadece şarkılarını evde dinlerken.

Kış gelse de sokaklar da hala güzel.
Ama ev daha güzel. Hele ki güzel şarap, evde birbirinden çok sevilen iki misafir varsa...

08 Aralık 2010

Ada ada söyle bana var mı bizden romantiği?

Doğum günlerine olan ilgim ve onlara yüklediğim anlam her geçen yıl biraz daha azalıyor. Dışarı çıkmak ve parti düzenlemek için özel bir sebebe ihtiyaç duymayacak bir düzende yaşayan, hayatının olağan akışında sürekli bir partileme ve kadeh tokuşturma  hali olan insanların ortak kaderi sanırım bu. Doğum günümde bana muhteşem bir süpriz hazırlayan ve koşturma içinde bir türlü görüşmeyi başaramadığım bütün arkadaşlarımı da bu süprize dahil eden Aşk, bana bu sene uzun zamandır yaşamadığım kadar anlamlı bir doğum günü yaşatmıştı. (Meraklısı buraya buyursun :) )

Aralık ayı yaklaştı benim elim ayağıma dolanmaya başladı. Aşk'ın doğum günüydü ve ben de ona çok güzel bir gün yaşatmak istiyordum. Parti organize etmek değişik bir şey olmayacaktı, çok sıradışı bir hediye bulamadım, haftaiçine denk geldiği için şahane bir tatile çıkmak da ihtimaller arasında değildi. Tam bu sırada "İstanbul'a en yakın en romantik otel" diye anılan Aya Nikola hakkında bir yazı çıktı karşıma.


Büyükada'daydı, iş çıkışı vapurla gidebilir, güzel bir balıkçıda keyifli bir akşam yemeği yiyebilir, romantik otelimizde beyaz şarap kadehlerimizi tokuşturur, güzel ve farklı bir gece geçirdikten sonra sabah vapuruyla aynen İstanbul'a dönüp iş başı yapabilirdik.

Kulağa şahane geliyor değil mi? Ben de bu planı yaptıktan sonra kendimle gurur duymuştum. "Kotardın bu işi de Sezo, harika bir sevgili olma yolunda büyük adımlarla ilerliyorsun" demiştim kendi kendime. Doğum günü hediyesini öğlen ofisine bıraktım ve hediye paketine iliştirilmiş bir not ile 19:30'da Kabataş iskelesinde buluşmayı önerdim.

19:30'da iskelede olabilmek için ofisten iskeleye koştur koştur gittim. Aşk ile çok keyifli kikir kikir bir vapur yolculuğu yaptık. Sonra haftaiçi ve akşam olduğu için bütün restoranların kapalı olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldık ve Aşk'a doğum günü yemeği olarak kaşarlı kavurmalı tost yedirdim. Otele giderken yol üzerinde market bulamadığımız için içki ve yiyecek stoğu yapamadık ve otelde "yenilenme bahanesi" ile hiçbir şey yoktu. Neyse ki bir şişe beyaz şarap bulundu. Sonra ben bütün gün koşturmuş olmanın etkisiyle sızıverdim ve Aşk bütün şişe şarabı tek başına içti. Bu kadar uğraşıp bunu yapabilmiş olmanın o anda beni ne kadar üzdüğünü anlatamam. Ama artık Aşk ile aramızda her gün geyiği yapıp gülünecek bir anıya dönüştü.

 

Bu konudaki yeteneksizliğimi kabul edip,bundan sonraki bütün programlarımızı Aşk'ın yapmasına karar verdim. O yüzden bizi bırakıp otelden bahsetmeye başlıyorum.

Web sitesine girerseniz, köşe yazarlarının yazdıklarını okursanız ve fotoğraflara göz atarsanız gittiğiniz zaman gerçekten hayal kırıklığına uğrarsınız. Bir kere kesinlikle fotoğraflardaki masalsılığa sahip değil otel. Yani ilk bakışta belki; ama içinde zaman geçirdikçe o masalsılığın aslında bir anlık göz boyama olduğu ile yüzleşmek zorunda kalıyorsunuz. Bütün o rengarenkliği sağlayan, bütün otele bağlanmış uçuşan şeyler aslında en adisinden tül. Odamızda klima vardı, ama klimanın kumandası yoktu. Üstelik de klimanın su gideri için olan hortumu dışarıya gitmiyordu, odanın içindeki bir toprak vazoya sarkıtılmıştı ucu. Odadaki her şey toz içindeydi. Banyoya temel ihtiyaçlar için bir şeyler bırakmışlardı, ama aslında hepsi işe yaramayacak şeylerdi. Hiçbir şeye sarılı olmadan açıkta duran hijyeniklikten uzak bir ped mesela. Şampuan bile yoktu banyoda. Çok şık antika mobilyalar vardı. Ama onların da detaylarında yine bir zevksizlik hakimdi. Örneğin banyoda çok güzel antika çinili bir ayna vardı. Bir kenarındaki çinili kısım kırılmış herhalde, son derece zevksiz çiçekli bir duvar kağıdı ile kaplamışlar o kısmını.

Otel kötü demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Tam denizin kıyısındaki lokasyonu, dalga sesleri ile uykuya dalmak ve dalga sesleri ile uykudan uyanmak İstanbul'da geçirilen günlerin arasında o kadar iyi geliyor ki!! Bizim kaldığımız odada yatak asma kattaydı, böylelikle yatakta yatarken hiç başımızı bile kaldırmadan muhteşem bir deniz manzarası görüyorduk. Dalga sesleri ve bu manzara birleşince denizin üzerinde kalıyormuşuz hissi veriyordu.

Otel gerçekten masalsı olabilecek bir potansiyele sahip olsa da işletme olarak gerçekten çok eksik. Acaba ben mi çok takılıyorum diye düşündüm, forumlara ve puanlara baktım, müşterilerin çoğu benzer şikayetlerde bulunmuş. Nefis bir manzarayla güne başlamak ve dalga sesleri ile başka alemlere gitmek için gerçekten ideal, ama gitmeye niyetlenirseniz eksiksiz bir hizmet beklemeyin, detaylara takılmayın derim ben. Masalsı bir otelde masaldaymış gibi bir ağırlama beklemeye değil, kafa dağıtıp huzur bulmaya gidin. 

PS: Ey Aşk, çokçokçok seviyorum seni! :)

Pinterest'im

Instagram'ım