26 Mart 2013

Bir sabah uyanmış ve hayatımda her şeyin yerli yerinde olduğunu bütün hücrelerimle hissetmiştim.

Hayatla savaşmaktan vazgeçip huzur dolduğunda yazamıyorsun.

Kelimeler seni terk ediyor. Yüzünde muzip bir gülümsemeyle baş başa kalıyorsun.





Yazmak için kendinle, biriyle veya hayatla bir derdin olması lazım.


Kafa patlatıyor olman lazım ki, beynindeki kelimelerin bir kısmını parmaklarınla dökmek zorunda kalasın.

"Hadi bir şeyler yazayım" niyetiyle yazılmıyor. 

Bazen, eğer yazmazsan, düşüncelerinin bir kısmını boşaltmazsan, beynin patlayacakmış gibi hissedersin.  Uyuyabilmek, insanlarla diyalog kurabilmek gibi basit şeyleri yapabilmek için bile, öncelikle beynindekilerin bir kısmını yazıya döküp, hayata yer açman gerekir. 

Yoksa bedenin bir yerlerdeyken, zihnin bambaşka bir yerlerde dolanır.

Tasarlamadan, planlamadan alırsın kağıdı böyle zamanlarda ve bir bakarsın ki farkına varmadan yüzlerce kelime yazmışsın. 

İlla edebiyat harikası, muhteşem bir metinden bahsetmiyorum 'yazmak' derken. Karmaşık düşüncelerin, elden gelen en düzenli halde okunabilir bir formata dönüştürülmesinin her türlüsünden bahsediyorum.



Bugün içimden geldi, kendimde geçmişe yolculuk yaptım. Eski yazılarımdan başlayıp bugüne kadar geldim. 

Okurken, bazen kahkahalalar attım, bazen duygulandım. Hayatımın belli dönemlerini hiç hatırlamadığımı fark ettim. Bazı yazılarım, kızımın günlüğünü okuyormuşum gibi saçma geldi, bazı yazılarımla gurur duydum. 


Böyle olduğum noktadan geriye doğru, o günlere ait kelimelerle bakınca gördüm ki, ben hep bir savaş halinde olmuşum. 


Hüzünlü bir savaş da değil benimki, tarih yazmakla da alakası yok. Daha çok bir meydan okuma; kendi kendimin sınırlarını, hayatımdaki insanların tahammül sınırlarını test etme diyebiliriz buna. 

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okurken, üstelik de not ortalamam harikayken; dört senede mezun olmaya direnmişim. O dönemde sırf okulu uzatmak için her şeye burnumu sokmuşum: Part-time işlere, gönüllü organizasyonlara, seyahat planlarına, değişik adamların hayatlarına...

Daha sonra, fakülteden mezun olduktan sonra da avukat olmaya direnmişim. Bambaşka işlerde çalışmışım. 

O günlerde aynen şöyle yazmışım:

 "Avukatlık yapmak istediğimden bile emin değilim zaten. Daha çok para, daha büyük ev, 30 tane daha ayakkabı, daha çok marka kıyafet gibi şeylerin mutlu etmediğini adım gibi biliyorum. Elbette benim evimden daha güzel evler var, elbette hayat standartlarım bundan daha yüksek olabilir, elbette daha çok param olabilir. Ama şu anda olanlar benim mutlu olmama ve hayattan keyif almama yetiyor. Neden ben maddi şeyler daha fazla olsun diye başka güzel şeyleri feda edeyim ki?!  Belki hiç bir şey tam olmayacak; ama hayatı işinden ibaret bir kadın olmaktansa kocaman bir hayat yaşayıp daha küçük sıfatlar taşıyan bir kadın olmayı tercih edeceğimden artık eminim."

Daha sonra tam da herkes benden hiç beklemiyorken, avukat olmaya karar vermişim, ruhsatımı aldığım günlerde bu yolda mutlu mesut ilerlerken bile sorgulamışım kendimi;

"Değişiyorum. Büyüyorum. Sıradanlaşıyorum.

Tembellik yapmanın, koşturmadan keyfini çıkara çıkara yaşamanın ne kadar harika olduğunu unutuyorum. Her saniyemi bir şey yaparak değerlendirmek istiyorum. Kendimi daha az dinliyorum. Daha az işimle alakası olmayan şey okuyorum. Yazılarım niteliğini kaybediyor."



Sonra döngüye kapılmışım, unutmuşum kendime verdiğim bütün sözleri, çok çalışır, yüksek lisans yapar, hiç seyahat etmez, planlı, düzenli, çizgili, sınırlı bir hayat yaşar bulmuşum nasıl olduğunu anlamadan. O dönemde uzun bir ilişkiye nokta koyunca, fark etmişim bu durumu.


Fark ettiğim zaman, kendime itiraf olarak yazdığım yazı oldukça güzel özetlemiş o senemi:

"Diğer yandan insan bir başladı mı kendini kaptırıveriyor. Hayatındaki her şey daha da mükemmel olsun istiyor. Daha.Daha.Daha.Daha.Daha çok!

Bundan bir buçuk yıl kadar önce ajandama şöyle bir not düşmüşüm, 24 yaşındayım. Harika bir sevgilim, çok seksi bir yoga hocam var. Uluslararası bir hukuk bürosunda stajyer avukatım. Şu anda her şeye sahip olduğumu düşünüyorum.

Sonra... Bir de ev aldım.
Sonra... Stajımı bitirdim, avukat oldum.
Sonra... Yüksek lisansa başladım.
Sonra... Aldığım derslerin hepsini verdim.
Sonra... Bir sürü harika seyahate çıktım.
Sonra...
Her şey o kadar mükemmel olsun istemeye başladım ki, en ufak bir aksilikte sinirlenen, üzülen bir kadın oldum.
 

Sabah erkenden uyan,ofise git çalış çalış, koşa koşa okuldaki derslere yetiş, okuldan eve gel, bütün zamanını sevgilinle geçirmek iste, başka arkadaşınla tatile çıkarken konsere giderken ona utana sıkıla söyle keyifsiz olduğundan keyfini yerine getirmek için çabala, arkadaşlarının planlara uyum sağla, "canım istedi yaptım" dediğin hiçbir şey olmasın hayatında."

Bütün bu süre boyunca değişmeyen tek bir şey olmuş, hayatıma harikalar yaratarak giren, daha sonra beni mutsuz etmeye başlayan adamlarla ilişkilerimi sırf birlikte geçirilen güzel günlerin hatırına sürdürmemek konusunda oldukça istikrarlı olmuşum. Hikayelerin sonu hayal ettiğim gibi gitmese de, hayalperest sayılabilecek bir romantikle bıkmadan, usanmadan, doğru adamı arayıp durmuşum.



Son dönemlerde direnişimin ve savaşımın bittiğini hissetmeye başlamıştım.


Öylesine, kendiliğinden, bilmeden, planlamadan, arzulamadan. Nasıl olduğunu anlamadan.

Bir sabah uyanmış ve hayatımda her şeyin yerli yerinde olduğunu bütün hücrelerimle hissetmiştim. Alışkın olduğum huzursuzluk ve sorgulama hissi yok olmuştu. Kelimelerim de onlarla birlikte.

Ne güzel biraz da huzurun tadını çıkarayım, demiştim.

Yanılmışım.

Galiba kabul etmem lazım. Ben hiçbir zaman bana verilenle yetinmeyi öğrenemeyeceğim.

Karşımdaki adam beni seviyor ne güzel yeter, diyemeyeceğim. Beni yeryüzündeki tek kadınmışım gibi hissettirmediği sürece bana yetmeyecek. Rahat çalışma koşulları var ne güzel deyip, çalıştığım iş ile bütünleşemeyeceğim, bu iş beni yeterince geliştiriyor mu, bana bir şeyler katıyor mu diye sorgulamaya devam edeceğim. Ne kadar gezsem de, yine ucuz uçak biletlerini kovalar bulacağım kendimi.

Veya bir gün sırf yorgunluktan vazgeçeceğim... 

Şu sıralar okuduğum kitapta, "Hayat nefesiniz kadar. Kadınlar, bu alem içinde başka bir alemde yaşarlar. İçine aşklarını, büyülerini üfledikleri bir alemdir bu. Erkekler biteviye o alemi hırpalar, yıkar. Kadınlar ise yeniden üfleyerek, nefesleriyle kurarlar o alemi. Kadınlar erkekleri de üfleyerek var ederler. Bir erkek, bir kadının nefesi kadardır; başka bir şey değildir." diye bir bölüm var, bayıldığım.


Merak ediyorum; benim nefesim ve kelimelerim nereye kadar...



16 Mart 2013

For my part, I travel not to go anywhere, but to go. I travel for travel’s sake. The great affair is to move.

Ben kendimi bildim bileli gitmeye hep biraz meyilli oldum.





İlkokuldayken, Çukurova Üniversitesi'nin yüzme takımında lisanslı yüzücüydüm. Takımla birlikte Türkiye içinde seyahat edip dururduk. Herkesin ev hanımı anneleri onlarla birlikte seferber olurken, ben tek başıma giderdim. Ailemi ilgisizlikle suçlayan da olurdu, "Şu sarışın minik tek başına gelmiş, her şeyini de hallediyor maşallah" diyen de... 

Şimdi fark ediyorum bunun ailemin bilinçli bir tercihi olduğunu ve bana hayatım boyunca eşlik eden "Ben tek başıma her yere gidebilir, her şeyle başa çıkabilirim." özgüveninin temelini attığını.

İlk tek başıma yurtdışına çıktığımda 12 yaşındaydım. Bir yıldır Almanca öğreniyordum, pekişsin diye Münih yakınlarında bir çiftlikte yaşayan Alman ailenin yanına gitmiştim. Kocaman havaalanı karşısında ne kadar etkilendiğimi hala çok net hatırlıyorum. Aylarca bütün derdimi Almanca ifade etmek zorunda kalmıştım, döndüğümde canavar gibi konuşuyordum. Şimdi pratiksizlikten yerinde yeller esse de...

Babamla bir pazarlık yapmıştık, anadolu lisesi sınavından önce. Eğer Anadolu Lisesi sınavında güzel bir okul kazanırsam, koleje vereceği parayla beni her sene yurtdışına yollayacaktı. Pazarlıkta herkes istediğini elde etti. Kendi tercihimle Uludağ yaz kampını veya Bodrum'u seçmediğim sürece hep gittim bir yerlere...

Yaşım çok büyük değil, ama Türkiye'de kısa zamanda ne çok değişiklik olmuş, bu seyahat anılarını düşündüğümde fark ediyorum. 

Viyana'ya ilk gittiğimde 15 veya 16 yaşındaydım. Her cafe'de bulunan ince uzun bardaklardaki kremalı soğuk kahveler aklımı başımdan almıştı. 


Şimdi İstanbul'da her köşe başına konmuş Starbucks'ta frappaciono adıyla mevcut bu kahveleri, çok kalorili diye burnumuzun ucuna koymuyoruz; ama o dönem filmli fotoğraf makinemdeki pozların bir kısmını sırf bu kahveleri çekmek için harcayacak kadar etkilenmişim, düşünün.


Üniversitede de devam etti bu gidişlerim. Sadece yurtdışı ile sınırlı da değil. Sürekli sebepler bahaneler buldum bir yerlere gitmek için.

Annemle babam benden kaç defa telefonda şöyle cümleler duydular kimbilir: 

"Ben bugün work&travel görüşmesine gittim, onaylandı. Yazın üç ay Los Angeles'ta Six Flags diye devasa bireğlence parkında çalışacağım.", 


"Hani fakülteden arkadaşım Simge var ya, biz onunla trenle Avrupa'yı dolaşmaya karar verdik bu yaz."



 "Ben iyiyim, merak etmeyin. Interrail bitti ama, uçakla İstanbul'a dönmek yerine buraya kadar gelmişken biraz da Sırbistan ve Bulgaristan'ı gezeyim, öyle geleyim, diyorum İstanbul'a", 



"Yazın ortasında sınava girmekten bunaldim. İzmir'e gidiyorum ben, birkaç dersim de kalsın artık napim, daha 20 yaşındayım, hukuk kitapları ile bir yaz devirmek için çok gencim."

 "Baktık San Diego, Meksika sınırında, araba kiraladık, Meksika'ya gidiyoruz, merak etmeyin."


 "Ben bir yaz okulu buldum, Yunan kültürünü öğreten. İki hafta sonra gidiyorum, iki ay da Atina'da Napflio'da filan olacağım."




 "Şimdi Sakız Adası'ndayım, feribotla Çeşme bir saatten az sürüyormuş burdan. İstanbul'a dönmek yerine oraya geçmeye karar verdim."

"Bayramda bizi unutun, benim çok sevdiğim bir grup vardı, Memo ile onların konserine İsveç'e gideceğiz. Gitmişken trenle Kopenhag'a da geçelim diyoruz."


 "Ben Özge'nin düğünü için Zürih'e gidiyorum, da öncesinde de Cenevre'de yaşayan bir arkadaşıma da uğrayacagım." 

"Hmmm, yokum ben haftasonu. Evet final haftam öncesi de, önceden planlamıştık. Yok, adaya değil Bolonya'ya gidiyorum."

"Alo? Ben Bozcada'dayım. Şarap ister misiniz?"

"Anneciğim sen bir sonraki haftasonu gel İstanbul'a biz o haftasonu Martha ile Beyrut'a gidiyoruz"


"Ben staj boyunca yaz tatili yapamadım ya, bir insan hakları semineri buldum, ofis izin verdi zaten, bir ay Polonya ile Almanya sınırında bir okula gideceğim"

Falan filan...

Herkesin hakkını vermek lazım. Ben hep araştırdım, buldum, ayarladım ama ailemden de bir kere olsun da klasik Türk ailesi tepkisi duymadım. Ne işin var orada, çok sorumsuzsun, bir düşünelim... Tam tersine hep destekleyici oldular, hatta maddi kısmını da üstlendiler çoğu zaman. Bazen dalga bile geçtiler, "Sesin cıvıltılı geliyor, hiç olmadığı kadar. Yerleş orada bir yerlere de, hepimiz rahatlayalım."

Bunları ben harikayım neler yaptım demek için anlatmıyorum. Seyahat etmek için zaman lazım. Ben okul ve iş çerçevesinde sınırlarımı zorladığım ölçüde gidebiliyorum. Benim etrafımda beni yüzle çarpacak kadar çok (ve üstelik sıradışı lokasyonlara) seyahat eden insanlar da var.

Ben bu yazıyı mutsuz insanlar için yazdım. Sen nasıl oluyor da, hiç depresyona girmiyorsun, bu neşenin kaynağı ne diye soranlar için...



İnsan seyahat ettiğinde, olağan alışkanlıklarından uzaklaşıyor. Beyni daha farklı çalışıyor, gittiği yerde gördüklerimden bir sürü ilham alıyor, kendi hayatına içinden değil dışarıdan bakma fırsatı buluyor, kendini daha iyi tanıyor, ne isteyip ne istemediğini daha net görebiliyor.

Hiç bir seyahatime karar almak için çıkmadım, ama geriye dönüp baktığımda görüyorum ki, her seyahatimden dönerken yanımda yiyecekler ve içkiler kadar kararlar da getirdim. 

Bazen minik gündelik kararlar, bazen radikal kararlar: Okuldan bu yıl mezun olacağım, çalışmaya başlayacağım, yüksek lisans yapmak istiyorum, daha profosyonel fotoğraf çekmeyi öğreneceğim, daha az para harcayıp daha çok seyahat edeceğim, hayatımdaki bu insan beni mutsuz ediyor aslında ayrılmalıyız, bu konu hakkında kitaplar okumalıyım, yogaya başlayacağım...


Psikologa karşı değilim, ama ortada fol yok yumurta yokken, antidepresan kullanan genç insanların sayısındaki artıştan rahatsızım. Sıkıştığınızda, bunaldığınızda, büyük bir karar almanız gerektiğinde gitmeyi deneyin. Başka sokaklarda yürümek, başka alışkanlıkları olan insanlara ayak uydurmak inanın çok iyi gelecek. İlla ki kalkıp Hindistan'a gitmenize de gerek yok; Antep'e gidin, Van'a gidin. Deneyin, en kötü ihtimalle bir şehir daha birkaç farklı hayat daha görmüş olursunuz.

Geçenlerde elime mutlu olmakla ilgili bir makale geçti. Yatağın solunda yatmanın, tam 6 saat 20 dakika uyumanın daha mutlu ettiğine dair iddialar içeriyor. Onları bilmem ama mutsuz olduğunuzda alışveriş yapanlardansanız, kıyafet yerine uçak bileti almayı deneyin, diyor. Daha uzun süre mutlu ediyormuş insanı.

Bence seyahatlerden de yiyip içebileceğiniz bir şeyler getirmek de bu mutluluğu uzatıyor. Örneğin şu anda İtalya'dan getirdiğim filtre kahvemin son bardağını içerken, yazıyorum bu satırları. 

Keyifle, seyahat planları ile kalın.



Dip Not: Başlık, Robert Louis Stevenson'dan.

09 Mart 2013

Yalvarırım bana aşktan söz etme, mama shelter, bosphorus brewing company, muhit, çiya, kadıköy sahne, jehan barbur

Sabahları uyanmak benim için büyük bir eziyet. Dokuz saat çalışmak değil, çalışmaya 8:30da başlamak zorunda olmak dert.

Geceleri uyuyarak geçirmek müsriflikmiş gibi geliyor bana. Onlar benim en üretken ve en alıcı olduğum saatler çünkü. Kaç defa gündüz saatler harcamama rağmen bir türlü toparlanmayan dilekçeler, gece bir saatte final haline geldi kim bilir. Hep geceleri ders çalıştım, yazılar yazdım, kitaplar okudum, fikirler geliştirdim, kararlar aldım. Gündüzler bence sıradan işlerin saati: devlet dairelerindeki işlerin bitirilmesi, maillerin okunması...


Benden iyi bir şey çıkacaksa gece çıkar. Hep öyle olmuştur. Sessiz, uzun ve yalnız gecelerde hep iyi işler çıkarmışımdır.





O sabah garip bir şekilde alarmdan önce uyanıyorum. Kaslı kolların arasında, 'happiness is only real when shared' dovmesinin üzerindeyim. Araya giren zamanlar, farklı şehirde geçirilen günler, şunlar bunlar, gerçekten özlemişim onunla uyanmayı. Neredeyse dört ay olacak, hala bana sarıldığında çıldıran bir kalbim var. Öpücükler, sokulmalar, kahve ve nutellalı ekmek ile güne başlıyorum.

Günlerden pazartesi! Sendromun izi yok.

Sabah sabah manasız bir neşe var üstümde. Kendimi hafif, tam, keyifli ve özgür hissediyorum. Metrobüste birisi kalkıp yerini bana veriyor, adliyede duruşma beklerken pat diye bir mübaşir önümde diz çöküp benimle konuşmaya başlıyor, karşı duruşma salonundan hiç tanımadığım birisi çıkıp "Ooo avukat hanım bugün nasılsınız?" diye halimi hatırımı soruyor. Bir acayip, bir garip, bir olağanüstülük var. 

Bir erkek tarafından mutlu edilmiş kadınların salgıladıkları bir hormon var galiba diğer erkekleri çeken, diye düşünmeden edemiyorum. 

Hepsinden daha da güzeli dışarıda güneş var.

Hafta böyle başlıyor ve o yoğunlukta nasıl olduğunu anlamadan bitiveriyor. 



Farkediyorum ki, bu aralar Mushaboom'u da pek ihmal eder olmuşum. Halbuki okumalara, keşfetmelere, gezmelere, seyahat planlarına tam gaz devam ediyorum.

Hazır hava güneşli güneşli giderken ve haftasonu gelmişken, buyurun bakalım İstanbul'da yeni neler var:

1) Mama Shelter: 

Fransız orijinli otel zinciri Mama Shelter'ın İstanbul'da açılacağı daha İstiklal Caddesi'ndeki inşaat devam ederken konuşuluyordu fısır fısır. 

Hiç de tarihi dokuyu korumayarak ve üstelik kaçak katlarla ortaya çıkan Demirören Alışveriş Merkezi'ni içindeki Virgin nedeniyle sevmiş olsak da, o da kapanınca çirkin alışveriş merkezimizle başbaşa kalmıştık.

Ve evet söylentilerin aslı astarı varmış; üstü Mama Shelter olarak 15 Mart'ta hizmet vermeye başlıyor. Restoranı ondan önce açıldı bile!

Demirören'in sol tarafından girince, döner kapılı otel girişi karşınıza çıkıyor, asansöre atlayıp 4. kata çıkarsanız, Mama Shelter huzurlarınızda. 




Ana yemek seçenekleri oldukça kısıtlı, bir çeşit balık, bir çeşit tavuk, bir çeşit et mevcut menüde. Seçeneklerin bolluğuna alışmış benim için, aç kalma nedeni oldu bu durum. 

Buna rağmen en kısa zamanda yolunuzu düşürün derim ben. 

Sırf Philip Stark imzalı dekorasyonu deneyimlemek için bile gidilebilir.

Karnınız tok gidin, tebeşirlerle boyanmış siyah tavalı ferah mekanda Taksim'de olduğunuzu unutun, can simitleri ile renklendirilmiş barda oturup içkinizi yudumlayın. 

Sıkış tıkış masalardan, hiç tanımadığımız insanlarla dip dibe oturmaktan ve birbirinin aynısı dekorasyondan sıkılmıştık, o yüzden Mama Shelter epey hoş geldi bize.


2) Muhit: 

Karaköy aldı başını gidiyor, birbirinden güzel yerler ardı ardına açılıyor.
Ama malesef tuttuk ya şımarırız anlayışı da onun peşinden gidiyor. 

Son zamanlarda bizim favori kahvaltı istikametimiz Ops'tu. Ops'ta kahvaltımızı edip, üzerine Karabatak'ta kahvemizi içtik mi, keyfimize diyecek olmuyordu. Ne zamanki gidip de Ops'u tıklım tıklım bulmaya, "Dört kişiyiz, şu iki masayı birleştirir misiniz?" dediğimizde, "Yok olmaz." gibi bir tavırla karşılaşmaya başladık, favori listemizden sildik attık. 

Yeni keşiflerimizden biri Muhit oldu. Karaköy'den ziyade Tophane'deki nargilecilere daha yakın bir konumda. Daha salaş, kahve gibi bir havası var. Çok fazla seçenek yok, ama servis güzel, ortam keyifli. Hepsinden önemlisi tavır sıcak ve güzel. 

Hani Karaköy'de bir yerlere giderseniz, hoşunuza gitmeyen bir tavırla karşılaşırsanız diye söylüyorum, tereddütsüz Muhit'e gidin, daha klasik bir esnaf tavrının tadını çıkartın.





3) Bosphorus Brewing Company: 

İstanbul'a göç eden bir İngiliz'in İstanbul'da İngiliz birası eksikliği çekmesiyle ortaya çıkıyor Bosphorus Brewing Company. 


Son zamanlarda yolunu tutmaya alıştığımız istikametlerden farklı olarak Gayrettepe'de. İşten çıkan gelsin mantığıyla sanıyorum. 





Push Here For Beer yazılı kapı ile keyifli bir karşılama yapıyor. 


İçeriye girince gerçekten bir pub ile karşılaşıyorsunuz, uzun ahşap bir bar ve yemek yemek isteyenler için büyük masalar var.


Menüde yemeklerle biralar arasında eşleştirme yapılmış olması, hangi yemekle hangi bira iyi gider diye yol gösterilmesi benim çok hoşuma gitti.






Ama yemekler fiyatları ile kıyaslayınca, yeterince iyi değil. Vogue kıvamındaki bir fiyatlama bence bir pub için gereksiz yüksek. Bu yazıda her yer için aynı şeyi söyler buluyorum kendimi ama buraya da tok gidin, biraların keyfini çıkartın. 

4) Haset Husumet Rezalet (Arter) & Ara Cafe:



Arter'deki Emre Baykal küratörlüğünde açılan serginin adı "Haset, husumet, rezalet." 

Kışkırtıcı ve merak uyandırıcı bir isim. Sergi, 12 sanatçının şiddet ve nefret gibi olumsuz duyguları konu edinmiş olan eserlerinden oluşuyor. 

Dışarıdan bakınca, labirent gibi devam eden ve ilk bakışta ne olduğu anlaşılmayan fotoğraflar da serginin adı ile uyumlu bir şekilde hem kışkırtıyor, hem de merak uyandırıyor. Aslında tamamı, gazetelerde görmüş olduğumuz, Türkiye'nin yakın tarihinde meydana gelen olaylara ilişkin görseller. Ancak rontgene basılmış olmaları, onlara başka bir vuruculuk kazandırıyor. Renkler yok, kıyafetler, objeler ve insanlar arka planda kalıyor. Diğer yandan yaralar, kurşun izleri, kan, afişler, yazılar ve gözler üzerinize üzerinize geliyor. Alışılagelmişin dışındaki bu format, dikkatinizin konu ile doğrudan ilgisi olmayan detaylara kaymasını engelliyor. Gazetelerde gördüğümüzde artık tepki vermeyecek kadar alıştığımız olayların içerdiği şiddeti, Hale Tenger'in "Böyle Tanıdıklarım Var -II" adlı eserinde görmezden gelmek mümkün değil.





Bir üst kata çıktığınız zaman, CANAN'ın eserlerinin alanına girmiş oluyorsunuz. "Yalvarırım bana aşktan söz etme", yetmişli yıllardaki porno film furyasının afişlerinden oluşuyor. Filmlerin  "Ah deme oh de!", "İsmet bu ne kısmet" gibi isimleri ve afiş tasarımlarının (161) yüzünüzde bir gülümsemeye yol açacağı şüphesiz. Ancak odanın ortasına asılmış bornozun arka tarafına düştüğünüzde, gülümsemeniz yüzünüzde donuyor. 1992'de intihar eden Sener Sehiz'in mektubundan alıntı ve "Ben fahişe olmak için yaratılmamışım, hassas ve duygusalım" cümlesini içeren bir nakış işlemesi var bornozun arkasında. Az önce sizi eğlendiren afişlere bir başka gözle bakmaya başlıyorsunuz, odadan kaçmak istediğinizde, "Şeffaf Karakol" durduyor, kadına şiddeti görmezden gelmenize müsade etmiyor.


Kadına şiddetin doğrudan ev denilen mahremiyet sınırları içinde gerçekleşmesi nedeniyle, diğer şiddet türlerine kıyasla engellemenin de oldukça zor olduğu ve son dönemdeki artışı göz önünde tutulduğunda CANAN'ın eserleri muzur, çarpıcı ve yaratıcı olduğu kadar da güncel ve hatırlatıcı olmuş oluyor.






Güzel bir sergi, mart ayı boyunca da açık, İstiklal Caddesi'ne yolunuz düşmüşken bu sergiyi pas geçmeyin derim. Hatta sonrasında da Ara Cafe'nin yolunu tutun. Uzun zamandır hiç bozulmayanlardan, hala keyifli olup, hala leziz yemekler ve tatlılar servis edenlerden. Yediğim tahıl salatası, son zamanlarda yediklerimin en lezzetlisiydi. 

5) Çiya: 


Her yere tok gidin dedikten sonra yemeklere yumulun diyebileceğim bir adres vermezsem olmaz tabii.


Çiya ne zamandır yolumu düşürmeye niyetlendiğim adreslerden biriydi aslında, elime geçen pek keyifli Arka Sokak Lezzetleri diye bir kitap ile de tekrardan aklıma düştü. Mr. Feelgood ile Kadıköy'de buluştuğumuz bir gün tutturdum gidelim gidelim diye.  





Adana'da doğup büyümüş, sık sık Antep, Urfa, Hatay gezmiş biri olarak Güneydoğu mutfağını bilir ve severim. İstanbul'da Anadolu mutfağı adı altında, oldukça yağlı ve salçalı,  kötü malzeme kullanılmış lezzetsiz yemeklerin servis edilmesine alıştığımdan Çiya'da da ne gördüysem saldırmadım, temkinli davrandım.


Ne yediysek lezizdi! Salata tabağındaki her şeye ve kuru patlıcan dolmasına bittik. 

Sürekli pizza, sushi, salata, soslu tavuk filan yemekten sıkıldıysanız, buradaki yemeklere bayılacaksınız.



6) Kadıköy Sahne:

Evet İstanbul'da canlı performans sahneleri var ve sık sık konserler yapılıyor. Ama talebe bakınca, yapılanların yetersiz kaldığı bir gerçek. Konserler mekanları hep tıka basa dolu. Sahneyi ne görüyoruz, ne müziğin tadını çıkarabiliyoruz. Konsere mi geldik, savaşa mı belli değil. Yüzlerce insan aşarak bara ulaşmaya çalışıyoruz, sonra bardaki çarpışmadan sağ çıkarsak sahneyi görmeye çalışıyoruz. Konser bir keyiften ziyade, bir mücadeleye dönüşüyor.


O yüzden İstanbul'un çok daha fazlasına ihtiyacı olduğu bir gerçek.


Yepyeni bir canlı performans sahnesi olan Kadıköy Sahne'ye karşı bu yüzden oldukça coşkulu yaklaştık. Dün akşam yorgunluktan ölen bir 'emekçi kadın' olmama rağmen, bu coşku ve Jehan Barbur dinleme arzusuyla kendimizi Kadıköy Sahne'ye attık.


Ve İstanbul'da gerçekten uzun zamandır ilk defa, bara ulaşma savaşı vermeden, tuvalet kapısında saatler beklemeden, eziyet çekmeden keyifle konser izledim. 


İçerideki kalabalık tam kıvamındaydı. Ne boştu, ne üstüste altalta. Mr. Feelgood ile barın önündeki taburelere oturduk. Hem rahatça içkimizi aldık, hem de oturduğumuz yerden rahatça konseri izledik. Ses sistemini de pek beğendik.


Böyle kalacağını ümit ederek ayrıldık konserin sonunda.


Yazıyı da dün geceden dilime dolanan bir şarkıyla kapatayım o zaman: Gidersen bana da bir dengini bırak.



Pinterest'im

Instagram'ım