09 Mart 2013

Yalvarırım bana aşktan söz etme, mama shelter, bosphorus brewing company, muhit, çiya, kadıköy sahne, jehan barbur

Sabahları uyanmak benim için büyük bir eziyet. Dokuz saat çalışmak değil, çalışmaya 8:30da başlamak zorunda olmak dert.

Geceleri uyuyarak geçirmek müsriflikmiş gibi geliyor bana. Onlar benim en üretken ve en alıcı olduğum saatler çünkü. Kaç defa gündüz saatler harcamama rağmen bir türlü toparlanmayan dilekçeler, gece bir saatte final haline geldi kim bilir. Hep geceleri ders çalıştım, yazılar yazdım, kitaplar okudum, fikirler geliştirdim, kararlar aldım. Gündüzler bence sıradan işlerin saati: devlet dairelerindeki işlerin bitirilmesi, maillerin okunması...


Benden iyi bir şey çıkacaksa gece çıkar. Hep öyle olmuştur. Sessiz, uzun ve yalnız gecelerde hep iyi işler çıkarmışımdır.





O sabah garip bir şekilde alarmdan önce uyanıyorum. Kaslı kolların arasında, 'happiness is only real when shared' dovmesinin üzerindeyim. Araya giren zamanlar, farklı şehirde geçirilen günler, şunlar bunlar, gerçekten özlemişim onunla uyanmayı. Neredeyse dört ay olacak, hala bana sarıldığında çıldıran bir kalbim var. Öpücükler, sokulmalar, kahve ve nutellalı ekmek ile güne başlıyorum.

Günlerden pazartesi! Sendromun izi yok.

Sabah sabah manasız bir neşe var üstümde. Kendimi hafif, tam, keyifli ve özgür hissediyorum. Metrobüste birisi kalkıp yerini bana veriyor, adliyede duruşma beklerken pat diye bir mübaşir önümde diz çöküp benimle konuşmaya başlıyor, karşı duruşma salonundan hiç tanımadığım birisi çıkıp "Ooo avukat hanım bugün nasılsınız?" diye halimi hatırımı soruyor. Bir acayip, bir garip, bir olağanüstülük var. 

Bir erkek tarafından mutlu edilmiş kadınların salgıladıkları bir hormon var galiba diğer erkekleri çeken, diye düşünmeden edemiyorum. 

Hepsinden daha da güzeli dışarıda güneş var.

Hafta böyle başlıyor ve o yoğunlukta nasıl olduğunu anlamadan bitiveriyor. 



Farkediyorum ki, bu aralar Mushaboom'u da pek ihmal eder olmuşum. Halbuki okumalara, keşfetmelere, gezmelere, seyahat planlarına tam gaz devam ediyorum.

Hazır hava güneşli güneşli giderken ve haftasonu gelmişken, buyurun bakalım İstanbul'da yeni neler var:

1) Mama Shelter: 

Fransız orijinli otel zinciri Mama Shelter'ın İstanbul'da açılacağı daha İstiklal Caddesi'ndeki inşaat devam ederken konuşuluyordu fısır fısır. 

Hiç de tarihi dokuyu korumayarak ve üstelik kaçak katlarla ortaya çıkan Demirören Alışveriş Merkezi'ni içindeki Virgin nedeniyle sevmiş olsak da, o da kapanınca çirkin alışveriş merkezimizle başbaşa kalmıştık.

Ve evet söylentilerin aslı astarı varmış; üstü Mama Shelter olarak 15 Mart'ta hizmet vermeye başlıyor. Restoranı ondan önce açıldı bile!

Demirören'in sol tarafından girince, döner kapılı otel girişi karşınıza çıkıyor, asansöre atlayıp 4. kata çıkarsanız, Mama Shelter huzurlarınızda. 




Ana yemek seçenekleri oldukça kısıtlı, bir çeşit balık, bir çeşit tavuk, bir çeşit et mevcut menüde. Seçeneklerin bolluğuna alışmış benim için, aç kalma nedeni oldu bu durum. 

Buna rağmen en kısa zamanda yolunuzu düşürün derim ben. 

Sırf Philip Stark imzalı dekorasyonu deneyimlemek için bile gidilebilir.

Karnınız tok gidin, tebeşirlerle boyanmış siyah tavalı ferah mekanda Taksim'de olduğunuzu unutun, can simitleri ile renklendirilmiş barda oturup içkinizi yudumlayın. 

Sıkış tıkış masalardan, hiç tanımadığımız insanlarla dip dibe oturmaktan ve birbirinin aynısı dekorasyondan sıkılmıştık, o yüzden Mama Shelter epey hoş geldi bize.


2) Muhit: 

Karaköy aldı başını gidiyor, birbirinden güzel yerler ardı ardına açılıyor.
Ama malesef tuttuk ya şımarırız anlayışı da onun peşinden gidiyor. 

Son zamanlarda bizim favori kahvaltı istikametimiz Ops'tu. Ops'ta kahvaltımızı edip, üzerine Karabatak'ta kahvemizi içtik mi, keyfimize diyecek olmuyordu. Ne zamanki gidip de Ops'u tıklım tıklım bulmaya, "Dört kişiyiz, şu iki masayı birleştirir misiniz?" dediğimizde, "Yok olmaz." gibi bir tavırla karşılaşmaya başladık, favori listemizden sildik attık. 

Yeni keşiflerimizden biri Muhit oldu. Karaköy'den ziyade Tophane'deki nargilecilere daha yakın bir konumda. Daha salaş, kahve gibi bir havası var. Çok fazla seçenek yok, ama servis güzel, ortam keyifli. Hepsinden önemlisi tavır sıcak ve güzel. 

Hani Karaköy'de bir yerlere giderseniz, hoşunuza gitmeyen bir tavırla karşılaşırsanız diye söylüyorum, tereddütsüz Muhit'e gidin, daha klasik bir esnaf tavrının tadını çıkartın.





3) Bosphorus Brewing Company: 

İstanbul'a göç eden bir İngiliz'in İstanbul'da İngiliz birası eksikliği çekmesiyle ortaya çıkıyor Bosphorus Brewing Company. 


Son zamanlarda yolunu tutmaya alıştığımız istikametlerden farklı olarak Gayrettepe'de. İşten çıkan gelsin mantığıyla sanıyorum. 





Push Here For Beer yazılı kapı ile keyifli bir karşılama yapıyor. 


İçeriye girince gerçekten bir pub ile karşılaşıyorsunuz, uzun ahşap bir bar ve yemek yemek isteyenler için büyük masalar var.


Menüde yemeklerle biralar arasında eşleştirme yapılmış olması, hangi yemekle hangi bira iyi gider diye yol gösterilmesi benim çok hoşuma gitti.






Ama yemekler fiyatları ile kıyaslayınca, yeterince iyi değil. Vogue kıvamındaki bir fiyatlama bence bir pub için gereksiz yüksek. Bu yazıda her yer için aynı şeyi söyler buluyorum kendimi ama buraya da tok gidin, biraların keyfini çıkartın. 

4) Haset Husumet Rezalet (Arter) & Ara Cafe:



Arter'deki Emre Baykal küratörlüğünde açılan serginin adı "Haset, husumet, rezalet." 

Kışkırtıcı ve merak uyandırıcı bir isim. Sergi, 12 sanatçının şiddet ve nefret gibi olumsuz duyguları konu edinmiş olan eserlerinden oluşuyor. 

Dışarıdan bakınca, labirent gibi devam eden ve ilk bakışta ne olduğu anlaşılmayan fotoğraflar da serginin adı ile uyumlu bir şekilde hem kışkırtıyor, hem de merak uyandırıyor. Aslında tamamı, gazetelerde görmüş olduğumuz, Türkiye'nin yakın tarihinde meydana gelen olaylara ilişkin görseller. Ancak rontgene basılmış olmaları, onlara başka bir vuruculuk kazandırıyor. Renkler yok, kıyafetler, objeler ve insanlar arka planda kalıyor. Diğer yandan yaralar, kurşun izleri, kan, afişler, yazılar ve gözler üzerinize üzerinize geliyor. Alışılagelmişin dışındaki bu format, dikkatinizin konu ile doğrudan ilgisi olmayan detaylara kaymasını engelliyor. Gazetelerde gördüğümüzde artık tepki vermeyecek kadar alıştığımız olayların içerdiği şiddeti, Hale Tenger'in "Böyle Tanıdıklarım Var -II" adlı eserinde görmezden gelmek mümkün değil.





Bir üst kata çıktığınız zaman, CANAN'ın eserlerinin alanına girmiş oluyorsunuz. "Yalvarırım bana aşktan söz etme", yetmişli yıllardaki porno film furyasının afişlerinden oluşuyor. Filmlerin  "Ah deme oh de!", "İsmet bu ne kısmet" gibi isimleri ve afiş tasarımlarının (161) yüzünüzde bir gülümsemeye yol açacağı şüphesiz. Ancak odanın ortasına asılmış bornozun arka tarafına düştüğünüzde, gülümsemeniz yüzünüzde donuyor. 1992'de intihar eden Sener Sehiz'in mektubundan alıntı ve "Ben fahişe olmak için yaratılmamışım, hassas ve duygusalım" cümlesini içeren bir nakış işlemesi var bornozun arkasında. Az önce sizi eğlendiren afişlere bir başka gözle bakmaya başlıyorsunuz, odadan kaçmak istediğinizde, "Şeffaf Karakol" durduyor, kadına şiddeti görmezden gelmenize müsade etmiyor.


Kadına şiddetin doğrudan ev denilen mahremiyet sınırları içinde gerçekleşmesi nedeniyle, diğer şiddet türlerine kıyasla engellemenin de oldukça zor olduğu ve son dönemdeki artışı göz önünde tutulduğunda CANAN'ın eserleri muzur, çarpıcı ve yaratıcı olduğu kadar da güncel ve hatırlatıcı olmuş oluyor.






Güzel bir sergi, mart ayı boyunca da açık, İstiklal Caddesi'ne yolunuz düşmüşken bu sergiyi pas geçmeyin derim. Hatta sonrasında da Ara Cafe'nin yolunu tutun. Uzun zamandır hiç bozulmayanlardan, hala keyifli olup, hala leziz yemekler ve tatlılar servis edenlerden. Yediğim tahıl salatası, son zamanlarda yediklerimin en lezzetlisiydi. 

5) Çiya: 


Her yere tok gidin dedikten sonra yemeklere yumulun diyebileceğim bir adres vermezsem olmaz tabii.


Çiya ne zamandır yolumu düşürmeye niyetlendiğim adreslerden biriydi aslında, elime geçen pek keyifli Arka Sokak Lezzetleri diye bir kitap ile de tekrardan aklıma düştü. Mr. Feelgood ile Kadıköy'de buluştuğumuz bir gün tutturdum gidelim gidelim diye.  





Adana'da doğup büyümüş, sık sık Antep, Urfa, Hatay gezmiş biri olarak Güneydoğu mutfağını bilir ve severim. İstanbul'da Anadolu mutfağı adı altında, oldukça yağlı ve salçalı,  kötü malzeme kullanılmış lezzetsiz yemeklerin servis edilmesine alıştığımdan Çiya'da da ne gördüysem saldırmadım, temkinli davrandım.


Ne yediysek lezizdi! Salata tabağındaki her şeye ve kuru patlıcan dolmasına bittik. 

Sürekli pizza, sushi, salata, soslu tavuk filan yemekten sıkıldıysanız, buradaki yemeklere bayılacaksınız.



6) Kadıköy Sahne:

Evet İstanbul'da canlı performans sahneleri var ve sık sık konserler yapılıyor. Ama talebe bakınca, yapılanların yetersiz kaldığı bir gerçek. Konserler mekanları hep tıka basa dolu. Sahneyi ne görüyoruz, ne müziğin tadını çıkarabiliyoruz. Konsere mi geldik, savaşa mı belli değil. Yüzlerce insan aşarak bara ulaşmaya çalışıyoruz, sonra bardaki çarpışmadan sağ çıkarsak sahneyi görmeye çalışıyoruz. Konser bir keyiften ziyade, bir mücadeleye dönüşüyor.


O yüzden İstanbul'un çok daha fazlasına ihtiyacı olduğu bir gerçek.


Yepyeni bir canlı performans sahnesi olan Kadıköy Sahne'ye karşı bu yüzden oldukça coşkulu yaklaştık. Dün akşam yorgunluktan ölen bir 'emekçi kadın' olmama rağmen, bu coşku ve Jehan Barbur dinleme arzusuyla kendimizi Kadıköy Sahne'ye attık.


Ve İstanbul'da gerçekten uzun zamandır ilk defa, bara ulaşma savaşı vermeden, tuvalet kapısında saatler beklemeden, eziyet çekmeden keyifle konser izledim. 


İçerideki kalabalık tam kıvamındaydı. Ne boştu, ne üstüste altalta. Mr. Feelgood ile barın önündeki taburelere oturduk. Hem rahatça içkimizi aldık, hem de oturduğumuz yerden rahatça konseri izledik. Ses sistemini de pek beğendik.


Böyle kalacağını ümit ederek ayrıldık konserin sonunda.


Yazıyı da dün geceden dilime dolanan bir şarkıyla kapatayım o zaman: Gidersen bana da bir dengini bırak.



Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım