30 Ekim 2014

Roma'da Alternatif bir gün: Pyramid, Riso, Lungotevere, Yahudi Mahallesi, Nonna Betta, Kosher Cakes

Bir imparatorluğun merkezi olmuş Roma'nın turistik açıdan oldukça zengin bir şehir olduğu tartışma götürmez. Milattan önce 27 yılında inşaa edilen Pantheon, Roma İmparatorluğu'nun kudretinin sembolü olan amfitiyatro Colosseum, 137 basamaktan oluşan ve 19. yüzyılda sanatçıların buluşma noktası olan İspanyol Merdivenleri, Vatikan, pek çok filmde yer almasıyla romantizm denildiğinde ilk akla gelen tarihi yerlerden biri olan Fontana Di Trevi başta olmak üzere, ziyaret edilmesi gereken yüzlerce tarihi noktası var.

Ama mümkünse bunları ziyaret etmek için cumartesi veya pazar günü dışında bir gün tercih edin. O kalabalıkta ne tadını çıkartabilirsiniz, ne fotoğraf çekebilirsiniz, ne de insan selinden herhangi bir şey görebilirsiniz.


Hafta sonu Roma'daysanız ve bu turist kalabalığından kaçmak istiyorsanız, pazar günü için en ideal kaçış Porta Portese. Pazarın yanı sıra, o civarda da görülmesi gereken pek çok güzel bina ve lokallerle oturup keyif çatabileceğiniz cafeler mevcut. 



Onun dışında metroya atlayıp, Pyramid durağına gidebilirsiniz. Burada milattan önce inşaa edilmiş Pyramid of Cestius bulunuyor. Orijinalinde dört sütun ve iki bronz heykel bu piramide eşlik ediyormuş, ancak onlar şu anda Musei Capitolini ile Pizza del Campidoglio'ya alınmış.

Çok olağanüstü bir tarafı olmasa da, bir Avrupa şehrinin ortasında piramitle burun buruna gelmek oldukça enteresan.


Bu bölge fazla yoğun turistik bir bölge değil. Gelir seviyesi çok yüksek olmayan, özellikle de şehre gelen göçmenlerin yaşadığı bir kısım. Via Marmarata üzerinde 113 numarada bulunan Asya mutfağı servis eden Riso, curcunadan kaçmak için oldukça huzurlu ve şık bir ortam sağlıyor.



İtalya'dayken Asya yemeklerine yumulmak bizim açımızdan ilgi çekici bir konsept değildi; ama yorulan bacaklarımızı bu sessiz ortamda dinlendirmek ve şaraba boğulmuş bünyemizi bitki çayı ile rahatlatmak için ideal bir ortam sundu.


Dinlendikten sonra Tiber nehri kıyısı boyunca uzanan Lungotevere üzerinden yürüdük. Bu yolu kesen, nehrin iki kıyısınu birbirine bağlayan pek çok tarihi köprü mevcut. En ilgi çekeni nehrin ortasındaki Tiber Adası'na ulaştıranı.



Efsaneye göre bir zamanların nefret edilen tiranı Traquins Superbus'u kızgın Romalılar M.Ö. 500lü yıllarda bu nehre atmışlar, tiranın vücudu etraftaki bütün çerçöpü ve tozu çekmiş ve Tiber Adası oluşmuş. Resmi kaynaklara göre ise, ilacın ve iyileşmenin tanrısı Aesculapius'un tapınağı buradaymış.


Tarihi anlamlarını bir kenara bırakırsak, bugün kaykaylı gençlerin showlar yaptığı, herkesin coşkuyla onları izlediği, hareketli ve güneşli bir bölge.

Adanın tam tersi istikametine, nehirden uzaklaşan sokağa girdiğinizde ise Yahudi Mahallesi'ne ulaşıyorsunuz. Burayı da Buket tavsiye etmiş ve "Gidin ve Roma'nın en fotojenik yerini görün." demişti. Bizi mest eden bir tavsiye oldu.

Sokağa girdiğimiz gibi, bembeyaz örtüleri ile dikkat çeken Koşer restoranı Nonna Betta'nın cazibesine kapılıp hemen oturduk. Bir grappa, bir aperitivo söyledik.


Aslında karnımız aç değildi; ama menünün Beyrut esintili oluşu ilgimi çekti. Tadımlık bir felafel, bir de bal kabağı çiçeğinden yapılmış Fiori Di Zucca söyledik.



Garsonlar çok içten ve komiklerdi, servis şıkır şıkırdı, yediklerimiz de lezizdi. Aklınızın bir kenarında bulunsun.

Yahudi Mahallesi'ne gelince, gerçekten çok fotojenik ve çok keyifli bir mahalle. Gittiğime ve sokaklarında yürüdüğüme çok mutlu oldum.









Ayrıca, buradaki Kosher Cakes mağazasına da mutlaka bir uğrayın. O boyaları dökülmüş binanın altında bir masal evi gibi. Malesef kurabiye kutularının güzelliğini çekemedim, fotoğraf çekmek yasakmış.


Buradan yürüyerek, Corso Vittorio Emmanuele II'ye çıkabilir, hediyelik eşyalar alıp, market alışverişinizi tamamlayabilirsiniz.





Çok şık kitapçılar da var. İtalyanca bilmememe rağmen, kitapçıları da gezdim ve gerçekten sırf gidip oralardan kitap alışverişi yapabilmek için İtalyanca öğrenmeye karar verdim. :)



Akşam yemeğinden önce, Fontana Di Trevi'ye gidip para atmak istiyorduk. Bilirsiniz oraya gidip para atan herkesin bir daha Roma'ya bir daha mutlaka yolunun düşeceğine inanılır. Ben Roma'ya ilk gittiğimde, gece evsizlerin o suya girip atılan dilek paralarını topladığına şahit olmuş olsam da, buna hala inanıyorum. Çünkü Roma'ya her gidişimde para attım ve çok kısa bir süre içinde tekrar yolum Roma'ya düştü.

Gelgelelim çeşme tadilattaymış, zavallı turistler susuz çeşmeye anlamsız bir köprü ile gidip, anlamsız fotoğraflar çekiyorlardı. Bu aralar Roma'ya tarihi bir gezinti yapmak istiyorsanız, bu nedenle biraz erteleyebilirsiniz. Ben daha önce Fontana Di Trevi'yi görmemiş olsaydım çok üzülürdüm bu duruma.

Para atmak yerine bir dondurma yuvarlayarak kendimizi avuttuk. Ne olursa olsun, Anatole Broyard'ın dediği gibi: Rome was a poem pressed into service as a city.


29 Ekim 2014

Roma'da endorfin için istikmet Porta Portese, Suppli için Pizzarium

Sabahın beşinde alarmlarımız çalmaya başlıyor. Hiç ertelemeye almadan, yataktan fırlıyoruz; çünkü o alarmlar Porta Portese için çalıyor. Şimdiye kadar gördüğümüz ve bildiğimiz en büyüleyici pazar için...

Daha hava karanlıkken evden çıkıyoruz, bir taksiye biniyoruz, "Porta Portese" diyoruz. Taksici yüzümüze garip garip bakıyor, "Pazar yok ki." diyor. Eyvah! Roma'ya gelmek için her zaman bir sürü sebep bulunabilir; ama bizim bir kere daha Roma'ya gelmemizin asıl sebebi gerçekten Porta Portese.

Yok ne demek! O güzelim çantaları nereden bulacağız? Kucağımızda antika avizelerle uçağa binemeyecek miyiz?  Fiyatının arkasında üç sıfır olmayan kuzu derisi montlar yok mu yani? Sabahın beşinde hiç homurdanmadan bizi yataktan kaldıran, enerji bir anda çekiliyor vücudumuzdan.

"Nasıl yok?" diye soruyorum korka korka. Artık kurulmuyor mu? Bir resmi tatile mi denk geliyor? Başka bir yere mi taşındı?

"Hayır, bu saatte kurulmaz ki pazar. Sekizde filan gitmeniz lazım." diyor. Rahatlıyoruz, ağzımız kulaklarımıza çekiliyor. Türkçe "Salak! Bilip bilmeden konuşup, ödümüzü kopardın."; İngilizce olarak "Gidelim." diyoruz.

Çünkü biliyoruz, en güzel parçalar sekize kadar silinip süpürülüyor. Ne kadar erken o kadar iyi. Biz o tezgahlara ilk elini süren olmak istiyoruz. En güzelleri başkaları seçtikten sonra işimiz yok pazarda.


Pazar bir sınav. Pazar, sabrını, pazarlık yeteneğini, ürünün kalitesinden anlama kabiliyetini, defoyu şahin gibi yakalayabilme kapasiteni ölçen bir sınav. Sınavdan başarıyla geçersen, başka kimsede olmayan, harika güzel parçaları, oldukça uygun fiyatlara yakalamış oluyorsun. Çuvallarsan ya "Ay burada da hiç bir şey yok." diye homurdanıyorsun, ya da saçma sapan hiç kullanmayacağın parçalar almış ve gereksiz para harcamış oluyorsun.

Porta Portese ise, bu sınavın en zorlularından. Bir kere, çok ama çok büyük bir pazar. Bütün tezgahlara zaman ayırmanın imkanı yok. Çin malı ürünler, İtalyan parçalar, eskiler, yeniler, kaliteliler, dandikler hepsi bir arada sergileniyor. Eğer seçme yeteneğin varsa, burası gerçekten bir vintage mekkesi.


Daha güneş yeni yeni doğarken, her tezgahın başında insanlar teşhirdeki eşyaları kurcalamaya başlıyor. Bizim ilk el attığımız tezgah bir çantacı, henüz karanlıkta, ne renk olduğunu bile anlamadan çantaları incelerken, "Halimize bak." diye kahkahalar atarak güne başlıyoruz.











Roma'ya ayak basan herkesin bence bir pazar gününü Trastevere'de kurulan bu pazara ayırması gerekiyor. Çünkü;

* Gerçek deriden harika çantaları en çok 50 Euro'ya alabilirsiniz. Bugün deri bile olmayan ortalama çantaların fiyatlarını düşünürseniz, bu harika bir fiyat. Üstelik de çantanızın benzeri bile kimsede olmayacağından, her yerde elinizdeki çantaya bakan ve hatta nereden aldığınızı soran yüzlerce kadın olacak. Deneyimle sabittir.

*  Kış düğünlerinde şıkır şıkır elbisenizin üstüne trençkot gerçekten olmuyor, kürk alabilirsiniz. Hayvan hakları diye cırlamayın hemen, sahtesinden alın. O kadar ucuzlar ki, giymeseniz bile riske atabilirsiniz.

* Şehir merkezin turistik mağazalarda satılan Çin malı ıvır zıvırların hepsini burada çok daha ucuza alabilirsiniz.

* Evinize hoş ve sıra dışı bir aksesuar kapabilirsiniz. Kaşıklar, tablolar, avizeler...

* Fotoğraf çekmek için harika bir ortam sunuyor.

* Pazar sabahı Roma'da yapılabilecek daha iyi bir şey yok.


Pazarda yorulunca, hemen pazarın kenarında kurulan Taja e Coci'ye oturuyoruz. Birer kahve yudumlayarak, pazarın kalabalığını birkaç adım geriden izlemek de keyifli oluyor.

Sonra kendimizi yine pazarın kollarına bırakıyoruz.


Bir yerden sonra aldıklarımızı taşımak çok zor geliyor. Yolun kenarından bir market arabası kapıp, ganimetlerimizi içine dolduruyoruz. Pazarda gezinenlerin çoğu oraya oldukça sık gelen İtalyanlar. Bir veya iki parça alıp çıkıyorlar. Biz gözümüz dönmüş halde, elimizde market arabası pazarın sokaklarında yürürken, insanların bize bakışları gerçekten görülmeye değer.

Alışverişimiz bittikten sonra, çıkışta bir kenarda duruyoruz, market arabamız ile. Taksi ile mi gitsek, tramvaya mı binsek diye düşünürken, bir bakıyoruz, adamın biri bizim market arabasının içine eğilmiş, eşyalarımıza bakıyor.  Tam o sırada bir kadın da annemin elindeki montuma el atıyor. Annem atmaca gibi kadından montumu kurtarıyor. Ardından kahkahalarla gülmeye başlıyoruz.  Market arabamızın içindeki eşyalarla bizi satıcı sanıyorlar!!



Hemen pazar ganimetimize elini daldıranları savuşturup, pılımızı pırtımızı toplayıp bir taksiye atlıyoruz. Eşyalarımızı eve bırakıp sonra yine kendimizi sokaklara vuruyoruz. Herkes dönüp dönüp bize bakıyor. Alışveriş ile endomorfin salgılarımız zirve yapmış olmalı. :)


Çok açız, sevgili Buket'in benimle paylaştığı Parla Food'da pazar günleri açık restoranlar listesi bulmuştum, o listeyi açıyorum. Pizza ilgimizi çekiyor ve Pizzarium'un yolunu tutuyoruz.

Metro hattında Cipro durağında indikten sonra birkaç adımda Pizzarium'a ulaşabilirsiniz. Via della Meloria 43 numarada bulunuyor. Gitmesi kolay; ancak yemeğe ulaşmak o kadar hızlı olmuyor; çünkü önünde upuzun bir sıra var. Buradan pizza, suppli, taze ve organik meyve suları ve bira alabiliyorsunuz. İçeride masalar yok, seçtiklerinizi aldıktan sonra, kapının önündeki minik taburelerin üstüne tüneyip, yemeğinizin keyfini çıkartıyorsunuz.



Niyetiniz gerçek bir İtalyan pizzası yemekse, buranın en doğru adres olduğunu söyleyemem. Pizzanın ana vatanı Roma değil, Napoli zaten, atlayın bir hızlı trene, Napoli'ye gidin, Da Mighele'de pizza deneyin.

Pizzarium'daki, daha çok Milano'da bulunan, en güzellerini Princi'nin yaptığı kalın hamurlu, seçtiğiniz parçanın gramı ölçülerek satılan kare pizzalardan. Ama buradaki suppli gerçekten leziz. İstanbul'daki restoranlarda risotto topu olarak servis edilen anlamsız atıştırmalıkları unutun, alakası yok.

Özellikle bal kabaklı ve mantarlı olanı şiddetle tavsiye ediyorum. 




Keşfederek kalın!

23 Ekim 2014

Roma 1. gün: Alışveriş, Pastificio, Angelina, Rene, bol şarap, bol bira, bol sohbet

Yıllar içinde, benimle birlikte seyahat anlayışım ve seyahatten beklentilerim de çok değişti.

Hayatımın uzun bir döneminde, seyahat etmek benim için müze gezmekle aynı şeydi. Gittiğim şehirlerde, tek amacım gezebildiğim kadar çok müze gezmek oluyordu. Bir noktadan sonra aynılaşmaya başladılar. Sanat tarihi ve akımları hakkında derin bir bilgiye sahip olmayınca, aralarında bağlantı kurma ve kıyaslama gibi iddialı açılımlarda bulunamadım. 

Bu arada üniversiteli oldum. Seyahat ettiğim her yerdeki alkol çeşitlerine ve gece hayatına odaklanmaya başladım. O dönemde gittiğim bazı şehirlere ilişkin tek deneyimim gece kulüpleri oldu örneğin. Bu gün dönüp geriye baktığımda saçmalık gibi gelen bu ilgi, o yıllarım için hayatımdaki en anlamlı şeydi.

Sonra turistik olan her şeyi aşağıladığım, alternatifin peşinde koştuğum bir dönem başladı. 

Hepsinden ayrı ayrı keyif aldım. Ufkum genişledi, keşfettim, şaşırdım, büyülendim, yadırgadım... Artık ortaya karışık seyahatler beni tatmin ediyor. Biraz turistik kısımlarını görmek, yiyebildiğim kadar çok lokal lezzetlerini tatmak, sokaklarında anlamsızca yürüyüp insanları seyretmek, değişik veya çok özel müzeleri varsa onları gezmek ve alışveriş sokaklarını görmek istiyorum. 

Bütün bu değişen seyahat anlayışımda, değişmeyen tek şey, çılgınlar gibi yürümem oldu. Benimle seyahate çıkan herkesi en başından "Ben çok fazla yürürüm." diye uyarsam da, tam olarak neyi kastettiğimi ancak birlikte seyahate çıktığımızda anladılar. Spor meraklısı Mr.Feelgood bile sekiz günün sonunda "Sen normal değilsin, yeter artık, biraz uzan, dinlen." demeye başladı şaşkınlıkla.


Annemle Roma'daki ilk günümüzü, geçen seneki en favori adreslerimizi bir kere daha ziyaret etmeye ayırdık. Güzel sokaklarda gezerek, acele etmeden sokak gösterilerini izledik, ekimin sonunda değilmişiz gibi parıldayan güneşin içimizi ısıtmasına kendimizi bıraktık.









Roma'daki en uzun alışveriş caddesi Via Del Corso. Bu cadde boyunca nispeten makul fiyatlı mağazalar sağlı sollu cadde boyunca uzanıyor. Ama asıl havalı vitrinler, iddialı tasarımlar ve sıradışı sunumlar görmek isterseniz, bir paralelinde İspanyol Merdivenleri'nin önünden uzanan Via Del Babuino doğru adres. Metronun Spagna durağı, sizi bu caddenin üzerine çıkartıyor.



Karnımız acıktığında Pastificio'nun yolunu tutuyoruz. Pastifico, bir ucu Via Del Babuino, bir ucu Via Del Corso'ya çıkan Via Delle Croce üzerinde bulunuyor. Bu sokaktan geçen sene şurada ve şurada bahsetmiştim.

Pastificio'yu, öğle saatlerinde önündeki upuzun kuyruktan tanıyabilirsiniz. Sabah dükkanı açıyorlar, arka kısımdaki atölyede taze makarnayı hazırlıyorlar ve öğlen 1:00'de satışa başlıyorlar. Geçen sene gittiğimizde, yalnız iki çeşit makarna çıkıyordu ve bu makarnalar bitince içeriyi temizleyip kepenkleri indiriyorlardı. Galiba talep varsa, makarna da çok olsun demişler, bu sene makarnalar bittikçe, yeni çeşitleri tak tak çıkartıyorlardı.


Pastificio'da oturacak bir yer yok. Ya makarnanızı içerideki tezgahlara koyup ayakta karnınızı doyuracaksınız, ya da bizim gibi, paketinizi alıp İspanyol Merdivenleri'ne kurulup, lezzetle kendinizden geçerken, çılgın turist kalabalığına tepeden bir bakış atacaksınız.





Karnımızı doyurduktan sonra, tekrar ayaklanıyoruz, Termini istikametine doğru yürümeye başlıyoruz. Ekim ayında olmamıza rağmen, güneş bizi şaşırtıcı şiddette yakınca, bir anda karşımıza çıkan ve kuytu serinliğe kurulmuş Angelina'da bir espresso molası vermeye karşı koyamıyoruz.




Ardından Spagna'dan metroya binip, Termini durağına gidiyoruz. Geçen sene fiyatları yüksek olduğu için alıp almamak konusunda tereddüte düştüğüm, sonra da bütün kış boyunca ayağımdan çıkarmadığım el yapımı deri ayakkabılar satan bir ayakkabıcı bulmuştuk. Bir çift daha almadığıma pişman olmuştum, bu pişmanlığımı gidermek var aklımda.




Spagna metrosundaki duvar resimlerine de bayıldım. Sahi bizim metrolarımız niye hala bu kadar karaktersiz ve tek tip diye düşünmeden edemiyor insan.








Biraz yürüyerek kilisenin karşısındaki sokaktan giriyoruz ve bizim ayakkabıcı Rene işte karşımızda! Ne yazık ki, Çin işi ürünler İtalya'da da her yeri işgal etmeye başlamış, bizim o güzelim ayakkabıcımızın sol vitrini hala İtalyan işi ayakkabılarla doluyken, sağ tarafı tamamen Çin işi, kötü dikişli ve sahte deriden ucuz ayakkabılar kaplamış. 



"Çok yakında mağazayı kapatıyoruz." diye açıklıyor satıcı adam. Sanki kendimi bilgim bileli gelip buradan ayakkabı alıyormuşçasına üzülüyorum; ama kapanış sebebiyle o kadar indirimli ki her şey. Geçen sene bir ayakkabıya verdiğim paraya, bir ayakkabı, bir de bot alıp çıkıyorum.

Yakın zamanda Roma'ya yolunuz düşerse bu mağazayı bulun. Çorap gibi inanılmaz rahatlıkta, tam işte giyilebilecek ve Türkiye'de kesinlikle bulamadığım, hem zarif görünen hem de az topuklu şahane ayakkabılar alabilirsiniz.


Alışverişin verdiği mutlulukla, hemen sokağın köşesindeki bir pub'a atıyoruz kendimizi, buz gibi Peroni'leri söylüyoruz. Muhabetimiz koyu, laf lafı açıyoruz, kahkahalarımız ortamı şenlendiriyor. Tam hesabı ödemek için kalktığımızda, bir İtalyan erkek grubu kollarını açıyor, "Ooo, gidiyor musunuz?" Evet, diyorum. "Gitmeyin, gitmeyin." ısrarlarına aldırmayıp, yürümeye başladığımızda, bağırarak ikinci soru geliyor. "Fransız mısınız?" "Hayır, Türküz." Arkamızdan Türkçe "Sizi seviyoooruuuz!" diye bağıran bir İtalyan erkek grubunu bırakarak, başka bir turistik meydan olan Piaza Del Popolo'nun yolunu tutuyoruz.




Telaşımız yok, kafamız da keyfimiz de, muhabbetimiz de güzel. Gece yarısına kadar İtalyan şaraplarını ardı ardına devirirken, hayattan, ilişkilerden, gelecekten, geçmişten laflıyoruz. O akşam o şaraplar ve o sohbet ile, uzun zamandır İstanbul'da beni yoran, üzen, bıktıran, şevkimi kıran her şeyi tamir ediyorum. Enerjimi, yaratıcılığımı, fikirlerimi şarj ediyorum. Ben uzakta olmayı çok ama çok seviyorum.

Pinterest'im

Instagram'ım