29 Nisan 2013

It takes as much energy to wish as it does to plan.*

Dilek dilemek...

Kendimi bildim bileli bu konuya bir ilgim var. Bazen saplantı denilebilecek boyutlara uzanıyor, bazen de "gelip geçici bir hevesmiş canım, bitti geçti." diyeceğim kadar azalıyor.

Dürüst olmak gerekirse, insanın, Allah'tan / Tanrı'dan / Evren'den / Meleklerden bir şey dilemesine karşı yaklaşımımın net olduğunu söyleyemem. Kuantum ile kafayı bozup doğru motivasyonla dilenen her şeyin gerçek olduğuna canı gönülden inandığım dönemlerim de oldu, kader denilen yazgının varlığını kabul ettiğim dönemlerim de... Bu konulara karşı ilgim yüzünden okuduğum kitapların etkisinden sanıyorum, o dönemlerde ne okuyorsam, yaklaşımım da okuduklarımın etkisi ile şekillendi.

Bu değişken yaklaşımlarıma rağmen, hiç değişmeyen bir tespitim oldu ki: Dilek dilemek insana psikolojik olarak iyi geliyor. Rahatlatıyor, umut veriyor, ne istediğini daha somut olarak görmeyi sağlıyor.

Bu nedenle de, dilek dileme ritüellerinin hepsini destekliyor, merak ediyor ve uyguluyorum. Türbe, kilise, dua, bir düşünce biçimi hiç fark etmez hepsine ilgiliyim. Çünkü bu ritüeller aracılığı ile o dönemde en çok neye öncelik verdiğimi, ne istediğimi somutlaştırmış oluyorum ve kendimi tanıyorum.

23 Nisan, tarihteki önemi ve tatil oluşu kadar, Aya Yorgi'ye gidip dilek dileme günü olduğu için de ayrıca anlamlı bir gün benim için.

O yüzden 23 Nisan'da Büyükada yolunu tutma planlarımızı yapıp, üstelik spiritüel dilek dileme etkinliğimize, bisiklet sürmeyi de ekleyerek, tatil gününü hem fiziksel hem de ruhsal bir aktivite günü olarak planladık.




Ben bütün gece "En erken vapurla gidelim. Sonra çokçokçokçok kalabalık oluyor." diye tutturduğumdan, vapur saatlerini kontrol ettik. Mr. Feelgood "Beni hiçbir kuvvet 6:50 vapuruna bindiremez." konusunda çok net bir tavır sergileyince 8:00 vapuru ile Büyükada yolu tutma konusunda uzlaştık.

Gelgelelim gece uyumadan önce, İngiltere vize başvurusunu yapmadığımızı hatırlayıp, onu aradan çıkarmaya karar verdik. Form inanılmaz detaylı olduğu için, ancak saat 3:00 gibi yatağa girebildik ve sabah çalan alarmlar pek umurumuzda olmadı. Sonuç olarak, ancak saat 11:00 gibi evden çıkabildik.




Ben bisiklete binmeyeli yıllar olmuştu.
Fenerbahçe'den, Bostancı'ya kadar bisikletlerin üzerinde gittik.
Tepede güneş... Çimlerde sohbet eden gruplar ve tek başına örtüsünü sermiş üzerine yayılmış kitap okuyan insanlar... Koşanlar, bisiklete binenler, balık tutanlar, ailecek sallana sallana yürüyenler... Pırıl pırıl görünen bir deniz... 

Sanki İstanbul'da değil de, yazlık bir yerdeymişim hissi...
Mestim tabii. 




Vapur yolculuğundan sonra Büyükada'ya ayak bastık. Hiç zaman kaybetmeden, yine bisikletlerin üstünde doğru Aya Yorgi'ye. Bisikletleri yokuşun başında bir yere kilitledikten sonra, hiç konuşmayarak 900 metrelik yokuşu tırmanmaya başladık.

Yokuş tıklım tıklım.




Mum alanlar, makara açanlar, "Tek celsede boşuyoruz." gibi sansasyonel çığırtılarla dilek sembolleri satanlar, yokuşu "Allah'ım bizi affet" diyerek çıkanlar, bir önceki sene diledikleri gerçek olmuş küp şeker dağıtanlar...




23 Nisan, Aya Yorgi Manastırı'na ismini veren Yorgi'nin isim günü. 

Efsanelerden bahsetmek gerekirse, bu kilisenin Bizans döneminde işgal altında kaldığında, kilise papazları kutsal eşyaları kurtarmak için toprağa gömer ve aradan yıllar geçtikten sonra, Aziz Yorgi'nin (St. George'un Yunancası) birinin rüyasına girerek, ona yokuşu çıplak ayakla, arkasına hiç bakmadan tırmanması gerektiğini ve çan sesleri gördüğü yerde toprağı kazmasını söyler. Bu kişi bunu yerine getirdiğinde gömülü eşyaları bulur. 

23 Nisan'da Aya Yorgi'de dilek dilemenin asıl ritüeli, hiç konuşmadan ve arkaya bakmadan, bir nevi meditasyon yaparak yokuşu çıkmak olmakla birlikte, yokuşun başında bir ağaca bağlanan makara ipini aça aça tepeye kadar çıkmak en popüler olan yöntem. Hiç koparmadan tepeye çıkanların dileklerinin gerçek olduğuna inanılıyor. 




Biz hiç konuşmadan yokuşu çıktığımızda, kilisenin kapısında şaka gibi bir kalabalık olduğundan, içeriye giremeyen insanlar artık dışarıdaki duvarlarda mumlarını yakıp dileklerini dilemeye başlamışlardı.



O yüzden kiliseyi boşverip, benim bu ritüeldeki en sevdiğim kısma geçtik direk: Yücetepe Kır Gazinosu'nun yolunu tuttuk.



Burası Büyükada'nın en yüksek noktasında bir restoran. Şahane bir manzara bakıyor.
Bir saatlik bir sıra bekledikten ve iyice acıktıktan sonra köfte, patates kızatması ve buz gibi bir biraya kavuşuyorsunuz.

Yıllardır çözemedim; buradaki köfte gerçekten çok mu lezzetli, yoksa yorulup bir de sıra beklerken çok acıktığım için mi bana bu kadar lezzetli geliyor?



Yücetepe Kır Gazinosu keyfinden sonra, aynen yokuşu inip, bisikletlerimizin tepesine tünedik. Bir ada turu yaptıktan sonra, klasiktir diyerek Prinkipo'dan dondurmalarımızı aldık, sahildeki mekanlardan birine tüneyip, ortalığın tenhalaşmasını beklerken birkaç kadeh daha tokuşturduk. 



Dileklerinizin akibeti için bir garanti veremem; ama İstanbul'a ve denize karşı, Ada'nın en yüksek noktasından bakarak köfte ve birayı indirmenin insanı gerçekten mutlu ettiği bir gerçek. 

Daha mutlu olmaya ihtiyaç duyduğunuz anlar için aklınızın bir kenarında bulunsun.


Dip Not: Ben bu adeti bilmiyordum, tüh kaçırdım derseniz, aynısı 24 Eylül'de de var, ajandalarınıza şimdiden işaretleyin, derim ben.

Dip Not 2: Başlık Eleanor Roosevelt'ten alıntı. 

24 Nisan 2013

Sersemlemek iyidir. Zihniniz bulanır, kalbiniz böylece berraklaşır. Yapmanız lazım gelenler ortadan kalkınca olmanız lazım gelen kadınlar olacaksınız.

Kadınlar, fizyolojik olarak mı yoksa hayatın üzerine yüklediği görevler yüzünden mi bilmiyorum, erkeklerden daha karışık varlıklardır. Daha çok dalgalanırlar ve daha çok değişirler.

İş hayatında erkek gibi olmaya çalışırlar; daha az duygusal ve mantıklı. Sonra sevgili rolüne geçerler, hafifmeşrep ve neşeli. Aynı zamanda birilerinin masum kız çocuğu, evlerinin sabırlı hamarat kadınları, varsa çocuklarının sabırlı özverili anneleri olurlar.

Sonra bir gün, bir yerde kaybolurlar. Bazen yolun başında fark ederler bunu, bazen kaybolmanın tedirginliği ile yıllar geçirirler farkında bile olmazlar.

Kendi benlikleri arasında kaybolmaktır bu, doğru yolun neresi olduğunu şaşırmak... 

Böyle zamanlarda güçlü kadınlar kaybolduklarını da yaralarını da kendilerine itiraf edemezler; bunlar hiç yokmuş gibi kaçmaya başlarlar.


Düğümlere üfleyen kadınlar, kaybolan kadınların kutsal kitabı tadında bir roman. 

Bambaşka ülkelerden gelmiş, bambaşka hayatlar yaşamış ve farklı karakterlerde üç kadın var: gazeteci, dansöz ve akademisyen. Üçü de kaybolmuşken, bu kaybolmuşluğu kendilerine yediremeyip hayata bir mola vermişken, bir otel terasında üçünün yolları kesişir. Yolu kesişenler sadece üçü olsa, birlikte birkaç güzel gün geçirip ülkelerine dağılacaklarken, Madam Lila ile tanışırlar.

Nereye, ne için gittiklerini bilmeden Ortadoğu'da akıl almaz bir seyahate çıkarlar. Gençliğinde çok canlar yakmış Madam Lila'nın her ülkedeki farklı adlarını, sevgililerini, hayatını keşfederken, aynı zamanda kendi içlerine gömüp yokmuş gibi davrandıkları yaraları da su yüzüne çıkar.



Bir kadın romanı, Dügümlere Üfleyen Kadınlar...

Şiirsel bir dilde, hayat dersleri içeren bir roman. 

Bir yandan konusu ve kurgusuyla merak uyandırıp, kendi içine çekerken; diğer yandan üslubu insanı çok yoruyor. 

Kitabın bir yerinde roman karakterlerinden biri "Azizim bak ben nerden baksan gazeteciyim. Gözünü seveyim önce hikayenin sonunu söyle, sonra ayrıntıları anlatırsın." diyor. Kitabın kurgusu da bu doğrultuda. 

Her bölüm önce sonunu veriyor, sonra tekrar başa dönüyor. Kitabın ilk başlarında oldukça çarpıcı ve merak uyandırıcı gelen bu üslup, kitabın ortalarından sonra okuyucu için külfete dönmeye başlıyor. 

Her şeye rağmen, bence her kadının okuması gereken bir roman bu. Aşk, annelik, cesaret, başarı, yalnızlık, asilik, erkek dünyası gibi pek çok konuyu, sıra dışı bir kurguda önünüze sunuyor. Üstelik gerçekten kendinizi Ortadoğu'da hissedeceğiniz karakterler, renkler, sokaklar ve lezzetlerle...



Kitaptan en sevdiğim cümleler:

- İlginç adamlarla tanışmak Paris birazdan bombalanacakmış gibi korkutsa da beni, ilginç kadınlarla tanışmak La Strada Operası'nda perde açılıyor gibi bir şükür duygusuyla dolduruyor içimi. 

- Sendeki aşk sende kalacak. Kimse ile ilgili değildi, kimse ile ilgili olmayacak. Aşk onunla ilgili değildi, olmayacak. Yerine başkası gelecek, aşk hep sende olacak. Gelecek olana yer aç.


- Belli ki dünyayla başa çıkabilen ama kalbiyle baş edemeyen bir kadındı.

- Duruşu öyle ki aniden hareket edecekmiş hop deyip ayağa kalkacakmış gibi. Yanındakileri sürekli tetikte tutması bundan. "Şimdi bir şey olacak" duygusu yaratan kadınlardan.

İnsanlara güvensizliğin sürekli kaygısına boşverip hayal kırıklığının anlık kederini tercih eden biri.

- İnsan o da eli iyi gelmişse hayatta kendini bir kere bütünüyle görür. Ömrün gerisi ya o sahneye yeniden kavuşmak için geçer ya da ondan kaçmakla.

- İnsanı en çok kendini hayal kırıklığına uğratmak mahveder.

- Başka kadınların çaresizliklerine öfkelenen kadınlar muhakkak kendi çaresizliklerine öfkeleniyordur.

- İnsan bir kez bir sınır geçince artık hangi sınırları ne kadar geçeceğini kestiremiyor.

- Sersemlemek iyidir. Zihniniz bulanır, kalbiniz böylece berraklaşır. Yapmanız lazım gelenler ortadan kalkınca olmanız lazım gelen kadınlar olacaksınız.

- Hayat nefesiniz kadar. Kadınlar, bu alem içinde başka bir alemde yaşarlar. İçine aşklarını, büyülerini üfledikleri bir alemdir bu. Erkekler biteviye o alemi hırpalar, yıkar. Kadınlar ise yeniden üfleyerek nefesleriyle kurarlar o alemi. Kadınlar erkekleri de üfleyerek var ederler. Bir erkek, bir kadının nefesi kadardır; başka hiçbir şey değildir.

- Kalbini bana hazırla. Yelkenlerini bana aç. Bana rüzgar getir ey güzel erkek! Taze bir nefes doldursun içimi.

- Sırf tenimizle yaptıklarımızı saysan bile biz seninle epey sevap işleyip koyduk kenara.

- Belli ki biz acıdan hamur değil, yol yapabilen tipleriz.

- Devenin kontrolün kimde olduğunu hiç unutmaması lazım. Kontrolün sizde olduğundan bir an şüphelenmeyin. Anlar. Hiç bir şey anlamazlar; ama bunu anlarlar. Erkekler gibi...

18 Nisan 2013

Adanalıyız, rakımızı şalgamla içer, kahvaltıda ciğer yer, ete doymayız!

Adanalı bir arkadaşınız varsa bilirsiniz, İstanbul'da nereye et yemeye götürseniz yaranamazsınız ona. Sürekli bir Adana sohbeti döner. Üstelik de sadece kebap ile sınırlı da değildir bu sohbet. Geçtiğimiz ay bir doğum günü partisinde iki Adanalı yan yana düştük, sanıyorum yemek muhabbetimiz iki saat kadar sürdü. "Gitmiş kadar olduk, yeter!" isyanlarına rağmen bitiremedik.

Bu muhabbete tanıklık eden herkese Adana yemek sohbetleri hep çok abartılı gelir. "Kebabı anladım da, bir muzlu süt ne kadar iyi olabilir ki? Muz ve süt işte!" denir. Kaşarlı biftek özlememiz, İstanbul'da hangi kebapçıya gidersek gidelim burun kıvırmamız anlaşılamaz. Taaaa ki Adana'ya gidene kadar!

Cumartesi öğleden sonra, dört kişilik ekibimizle (bir Adanalı ben, üç misafir) Adana yolu tuttuk. Hiç bir şeyi abartmadığımızı anladılar, "sözün bittiği nokta"larda sessiz sessiz tabaklarına baktılar. Bu vesileyle hazır daha tahammül edilmez sıcaklar başlamadan, bir Adana turu yapmak isteyenler için sıcağı sıcağına özet bir lezzet rehberi huzurlarınızda:




Cumartesi günü, annemden gelen tembihlerle bütün gün boyunca kahvaltı dışında bir şey yemedik, bir saatlik uçak yolculuğumuzla minicik, şehir merkezindeki havaalanına iniş yaptık. Adana şenlikleri dolayısıyla, taze portakal suyu ikramı ile karşılandıktan sonra, ilk istikametimiz tabii ki kebap oldu.

Eski Adana diye adlandırabileceğimiz kısımda yer alan Mesut, benim kebabını en beğendiğim adreslerdendir. İçeriye girince, kahvehane bozması sandalyeleri, masaları, oldukça rastgele ve eski dekorasyonu ile burun burun gelince "Nereye getirdiler beni?!" diye isyan etmeniz ve hayal kırıklığı yaşamanız olası.



Ama bunun kısa süreli bir tereddüt olacağının garantisini verebilirim. Öncelikle gözünüz duvarlarda asılı, burada yemek yiyen ünlüler fotoğraflarına takılacak. Hiç aklınızın ucuna gelmeyecek isimlerin bile burada yemek yemiş olması "Bir bildikleri vardır." diye rahatlatacak sizi. Sonra yeşillikler, ezme salata ve sadece o mahalleye özgü bir peynir gelecek önünüze.



Ardından rakı kadehlerinizin biri rakı ile ikincisi şalgamla dolacak. O an seveceksiniz orayı. Kebabını yedikten sonra, sevmenin bir adım ötesine de geçeceksiniz.

İstanbul'dan gelenlerin acılı, acısız, domatesli gibi kebap siparişi vermeye kalkması bir klasiktir; ama burada tek kebap vardır. Karar vermeniz gereken tek şey porsiyonudur. Yok acılısı Urfa, acısızı Adana filan İstanbul'da uydurulmuş kavramlardır. Adana'da tek kebap vardır, baharatı veya acısı bolsa eti kötü kokusu bastırılmaya çalışılıyor anlamına gelir. İstanbul'da kebap diye verilen şeylerden en büyük farkı da etinin makinede değil elde kıyılıyor olmasıdır. Ve Mesut, Adana'nın en iyilerindendir.




Bizim masada "Bu kebapsa, bizim şimdiye kadar yediklerimiz neydi?" mertebesine ulaşıldıktan sonra, masadaki her şey silinip süpürülünceye kadar uzun bir sessizlik oldu. Misafirlerimizi şırdan ile tanıştırmaya karar verdiğimiz ana kadar. Şırdan, kalın bağırsaktan yapılan, içi dolma gibi doldurulan bir Adana yemeği. Gece içkiden sonra şırdan yemeğe gitmek gibi bir adet vardır. Şırdanın şekli şemali de göreni o kadar şaşırtır ki, şenlikli esprilere konu olur.




Bizim masanın da kebaba gömülme sessizliği, masaya şırdanın gelmesiyle neşeli kahkahalara ve bel altı esprilere dönüştü. Üstüne de halka tatlı olarak da bilinen kerhane tatlıları mideye indikten sonra, ikinci istikametimizin yolunu tuttuk.

Bosnalı Otel'in terasına çıktık. İlk defa gittiğim bu konaktan bozma (veya öyleymiş gibi duran) oteli çok beğendim. Eski Adana'da Taş Köprü manzaralı konaklamak isterseniz aklınızın bir kenarında bulunsun.



Dilek fenerlerini daha yakından izlemek için boylu boyunca Zübeyde Hanım parkını geçtik, Türkiye'nin en büyük camii olduğu söylenen Merkez Camii'yi izledik ve Taş Köprü boyunca yürüdük.



İyi bir şey yapılmaya çalışılırken, dilek fenerlerinin yeterli sayıda olmaması ve düzgün dağıtılmaması sebebiyle oluşan karmaşa ve curcunayı izledikten sonra, oradaki asıl cazip şeyin dilek fenerleri değil, erikçi olduğuna karar verip, eriklerimizi yiye yiye Adana'nın daha modern bir kısmına doğru yol aldık.



Ziyapaşa'daki Munch'a oturduk. Güzel müzikleri, Leffe ve Guiness dahil geniş bira yelpazesi ile bizi tavladı. Hadi benim ilkokul arkadaşımın yeri diye çok objektif olamıyorum diyeceğim, misafirler de oldukça beğendi mekanı.



İkinci günümüze balkonda güneşin tadını çıkarıp kahve keyfi yaparak başladıktan sonra, Adana usulü kahvaltı için Birbiçer'in yolunu tuttuk. Birbiçer de yine eski Adana'da yer alan, ciğeri ile meşhur bir adres. Adana'da kahvaltıda bol soğanlı, ezmeli ciğer dürüm yemek de oldukça olağan olduğundan, kahvaltımızı bu şekilde yapmış olduk.



Adana'ya gelmişken uğramazsam olmaz adreslerden olan kuaförümün yolunu tutmak için, misafirlerimi annemin önderliğinde sokağa salıp, kendimi Doğan Abi'nin ellerine teslim ettim. Çok iddialıyım ama kendisinin bu ülke sınırları içinde en iyi röfle yapan beş kişiden biri olduğundan eminim. Röflelerim tazelendikten sonra, bizimkileri Tobacco Shop'ta yakaladım. Burası da Adana'nın en popüler  "bir içki içelim" adresi. Haftanın her günü ve her saati dolu. Mojitosu da oldukça lezzetli.




Birkaç bira, birkaç mojito ile güneşi batırdıktan sonra, şehrin bambaşka bir ucunun yolunu tuttuk.



James Bond'un çekildiği upuzum köprüyü geçerek, göl kıyısında Üst Kayıkhane isimli bir mekana konuşlandık. Demlikten çaylarımızı mideye indirirken, yine Adana'nın gözlemeye benzeyen meşhur hamurişi sıkmaları mideye indirdik. Mr. Feelgood, Adana'ya dair en az sevdiği şeyin gözleme olduğunu beyan etmiş olsa da, bence siz yine de tatmadan geçmeyin.




Pazartesi günü artık ekibin bir kısmı iş başı yapmak için geri döndükten sonra, Mr. Feelgood ve ben başbaşa anneannemin çavdar unundan yaparak yepyeni bir yorum eklediği puf böreklerini mideye indirip, anneannemin gençken İstanbul'da gece nerelere gittiklerini dinleyerek miskin ve uzun bir ev keyfi yaptık.




Midemiz tekrardan yemek istemeye başlayınca, şehir merkezine geri dönerek, Kazım Büfe'nin önüne dikildik. Bir muzlu süt söyledik, ikimiz için sadece bir tane, çünkü burada bir muzlu süt demek bir bardak değil, bir koca blender demek.

Muzlu süt herkes için evde süt ve blender ile şıp diye hazırlanabilecek bir içecek olduğundan, Kazım'ın muzlu sütüne olan arzum herkese saçma geliyor. Tabii ki içene kadar. O buz gibi, lezzetli ötesi ve sağlıklı içecek, "Bütün güzel şeyler ya pahalı ya da zararlıdır" tespitini çürütmek için yaratılmış gibi. Hem sağlıklı, hem de koca bir blender 4TL.

Muzlu sütün üzerine, şehir merkezinde biraz yürüdükten sonra, kaşarlı biftek için Volkan'ın yolunu tuttuk.



Akşam, Adana seyahatimizin kapanışı için son bir defa daha kebap sofrasına kurulduk.



Bu sefer, oldukça eski bir kebapçının şehir merkezine açtığı yeni şubesini hayırladık: Dostlar Kebap. Pastırmalı humus, çiğ köfte, fındık lahmacum ile pide ve ezme lezizdi.



Gecenin sonunda ikram olarak masamıza dizilen tatlılar ise aklımızı başımızdan aldı. Özellikle içi dondurma dolu helva offf! Adana'ya ayak basıp da bunu yemeden dönmeyin, o kadar!



Aylarca rejim yapmaya karar vererek, İstanbul'a döndük. Adresler ve lezzetler bitti mi derseniz, analı kızlı ve sarımsak soslu kuru patlıcan dolması gibi ev yemekleri, tava, otoparkta Kling Usta kebabı, dansözlü fasıl geceleri, bici bici, yağ mantısı gibi bu kadarcık güne sığmayan çok şey kaldı. Bir dahaki sefere artık!

Adana yollarını tutarsanız, bu listeyi yanınıza alın, saydıklarımı tatmadan gelmeyin.
Öperimmm. 

07 Nisan 2013

Not Defterim: Hamdi, Komodor, Mixer, Bal Badem, Takas Partisi, Kılıç Ali Paşa Camii ve Hamamı

Günlerden pazar.

Masamızda, Mr. Feelgood'un sabah bisikletiyle gidip aldığı kruvasanlar, sakızlı paskalya çöreği ve yine bisikletle soğumadan yetiştirilmiş kahveler...

Hepsine de, bir önceki gece Unter'de kafaları çektikten sonra, Karaköy'de sokakta bulduğumuz güzel çiçekler eşlik ediyor.




Müzikler,Londra otel rezervasyonu, evin içinde birbirimize komik kıyafetlerle defile yapmalarımız, film  derken gün bitiyor. Saat 20:00 oluyor. Eve dönmem lazım, duş almam ve ojelerimi değiştirmem lazım, gecenin bir vakti hava alanı yolu tutacağım. Gidesim gelmiyor. Onun kucağında, küçük kız çocuğu gibiyim gidiş vakti yaklaştıkça. Haftasonunun bitmesi mi, gerçek hayata dönmek mi, ondan ayrılmak mı bilmiyorum, buruğum çok.

Eve gelince fark ediyorum ki, "not defterim" yazılarından uzun zamandır yazmamışım. Geçen hafta boyunca yaptığım keşiflere buradan buyurun :)

1) Hamdi 

Hafta içi bir gün işten çıkmışız, Yogitam ile buluşmuşuz, Eminönü'ndeyiz. İstikametimiz Eminönü değil aslında, sadece geçiyoruz. Ama tam o sırada, uzun zamandır görüşmediğimiz bir arkadaşımıza rastlıyoruz, eh iki sohbet edelim diye, turistlerin yanına merdivenlere oturuyoruz, birer sigara yakıyoruz. Güneşin batış saati yakın ama hala güzelce ısıtıyor. Vapurlar, uzakta Galata Kulesi, Boğaz, tarihi yarım ada... Keyfimiz yerinde. O civarda ofisi olan bir başka arkadaşımızı da arıyoruz. "Merdivenlerdeyiz, birer sahlep kap, gel yanımıza." diyoruz.



O işlerini yoluna koyup, gelene kadar turistler de kalmıyor, güneş de... Dona dona, tek başımıza, Eminönü'nde merdivenlerde oturur buluyor bizi. "Hayrola?" diyor, "Cüzdanımızı çaldırdık, sana sığındık, bize yemek ısmarlıyormuşsun." diye takılıyoruz. 


Biz işin geyiğindeyiz; ama kendimizi onbeş dakika sonra Hamdi'de buluyoruz. Önümüzde leziz patlıcanlı kebaplar, beytiler. Bir yandan karnımız tıka basa doyarken, diğer yandan arkadaşımızın Çin hikayelerine gülmekten karnımıza ağrılar girene kadar gülüyoruz. 

Gelelim Hamdi'ye... Terası hem Boğaz, hem de tarihi yarım ada manzarası sunan bir kebap lokantası burası. Organize İşler diye bir film vardı, H harfli tabakların olduğu bir terastan muhteşem bir İstanbul manzarası görünüyordu ya; işte o H, bu Hamdi'nin H'si.

Dışarıdan her ne kadar salaş bir yer gibi görünse de, aldanmamak lazım. Haftaiçi, haftasonu hep dolu olduğu için rezervasyon yaptırmak şart. 


Uzun zamandır gitmemiştim, gitmediğim gibi bahsetmemiştim de... Havalar da güzelleşmişken, terasında bir kebap keyfi yapmak aklınızın bir kenarında bulunsun. 




2) Komodor: 



Karaköy mekanları büyük bir hızla çeşitlenip çoğalırken, adım adım açılış sırasıyla hepsini hayırlamak gibi bir hobi geliştirdik. Karaköy'ün en yenisi Komodor'a da bu hafta yolumuzu düşürdük.

Muhit ile karşılıklı duruşları, bir ara sokağa serptikleri karşılıklı masaları ile çok güzel bir ara sokak olmuş. Bana güzel kitlesi, tatlı kalabalığı ile Asmalımescit'in ilk güzel günlerini anımsattı bu sokak.

Komodor'un oldukça sadece bir menüsü var. Menülere bakınca, salatalar da cazip; ama komşu masalara gelen pizzalar o kadar harika görünüyordu ki, tercihimizi direk pizzadan yana yaptık.

Logosu ile, koyu yeşil peçeteleri ile, anneanne usulu kulplu şeffaf bardakta kahve servisi ile çok nostaljik görünümlü yeni bir mekan burası.

Pizzalara gelince Ege otları ve peynirleri ile yapılan Milas'ı da; incirli cevizli Tatlı Sert'i de çok beğendik biz.


Alkol servisleri şimdilik yok. O yüzden biz karnımızı doyurduktan sonra Unter'in yolunu tuttuk. Guinness ve Jagerinha'ları devirmek için. Mr. Feelgood ile lafa da öyle bir dalmışız ki, orada da sadece kokteylleri değil, beş saati devirmişiz.

3) Her zaman dışarıda pizzaları götürmüyoruz ya, bu hafta Fikri Mühim'den Nesfit Ballı Bademli geldi ofise. Tam da şöyle acıkmaya başladığımız akşam üstü saatlerinde.


Ofisçe tattık, oldukça da beğendik. Kahvaltılar ve hafif geçiştirilmek istenen öğünler için aklınızda bulunsun derim ben.

4) Mixer - Parasız Saadet:

Hem dolap temizliğine vesile olsun, hem kafa değişikliği olsun diye, cumartesi günü Mixer'deki giyisi takası etkinliğine katıldık.



Malum, hepimizin dolabında oldukça iyi durumda olan ama ya bedenimiz değiştiği, ya canımız sıkıldığı için giymediğimiz bir sürü kıyafetimiz vardır. Bu etkinliğin konsepti, bunları değiştirmek.


Herkes maksimum 10 parça kıyafetini yıkayıp, ütüleyip götürdü, etkinliğe. Verdiği her parçanın karşılığında girişte bir kupon kazandı. Sonra da bu kuponlarla ya beğendiği kıyafetleri aldı, ya sangria içti ya da atölyelere katıldı.






 Ben birkaç harika parça yakaladım, üstelik de dolabımdan giymediğim 10 parçayı da elemiş oldum.Bir sonraki etkinliği yakalamak isterseniz, Facebook grubu için TIK!

Ayrıca benzer bir mantıkla yaratılmış olan Chucha Boutique'e de bekleriz.

5) Kılıç Ali Paşa Camii:

Önünden kaç yüz kere geçmişimdir kimbilir, buna rağmen şimdiye kadar bir gün olsun içine girip bakmadığım bu Mimar Sinan eserine sonunda bu hafta adım atmış oldum.

Sizin de eminim böyle önünden onlarca kez geçip, içine adım atmadığınız bir yerler vardır. Bir değişiklik yapmaya ne dersiniz :)



Kapısındaki yanlış yazılmış, "please"e gıcık olduysam da (Evet, herkes İngilizce bilmek zorunda diye bir şey yok; ama İngilizce uyarı yaptırıyorsan da, açıp bir sözlüğe bakmak bu kadar mı zor!); içerisi oldukça havalıymış bunu görmüş oldum.

Ayrıca hemen yanındaki hamam bundan beş ay kadar önce yenilenerek hizmete girmiş. Ahşap ağırlıklı dekorasyonunu çok beğendim ben. Burnumuzun dibinde güzel bir hamamımız olmuş. Yaz gelmeden, bronzlaşmadan, buraya bir yolumu düşürmeyi aklımın bir kenarına yazdım ben, gittikten sonra izlenimlerimi daha detaylı olarak aktarırım elbette.

Şimdi benim için yavaş yavaş Ankara zamanı.

Keyifli bir hafta olsun!

Pinterest'im

Instagram'ım