30 Mart 2010

Hayatın bir kıvamı var


"İçimizdekiden bir ses sürekli konuşur ya hani, mantığımızı ön plana alır o sesi bastırıp dururuz, en sonunda o sesin de şevki kırılır, hayallerden ve planlardan vazgeçip, "Mutsuzsun. Berbat bir hayat yaşıyorsun." diye söylenip durmaya başlar. Bunun sonucunda da sokaktaki mutsuz, sağında solunda olup bitenleri bile fark edemeyen, vapurda harika manzarayı görmeyen, yolda bacaklarına sürtünen yavru kediyi tekmeleyen insanlardan biri olup çıkarız.

Ya da tam tersine o sesin söylediklerini can kulağı ile dinleriz; ama saçma gelir, "Yok artık, bu da yapılır mı şimdi?" denilir. Yine de mantığın çenesi kapatılıp, içten gelen sesin dediği yapılırsa; o ses "Beni dinle her şey güzel olacak." demeye başlar. O kadar güzel bir histir ki bu, insanın içi içine sığmaz, hayatın her detayı birbirinden daha güzel görünür gözüne, sürekli gülümser, insanlar "Ne güzel ya hep gülümsüyorsun sen" derler.

Ben genellikle içinden gelen sesi dinleyenlerden olduğum için hep aklıma eseni yapmakla, mantıksız işlere kalkışmakla, şuursuz davranmakla eleştirilmişimdir. Hayatın bir akışı olduğuna ve bizim o akışa karşı koymaya kalktığımız sürece yorulduğumuza ve sonunda yenik düştüğümüze inanmışımdır. Oysa ki hayatın akışına uyum sağlarsak, dalgaların keyfini çıkarmaya başlarsak, onun bizi güzel yerlere belki biraz daha fazla dolanarak ama hiç yormadan götüreceğine...

Ki birine oturup hayatımdaki birbirinden alakasızmış gibi görünen parçaların aradan zaman geçtikten sonra nasıl birbirine bağlandığını anlattığımda hep "Sen çok ballısın" diyorlar, oysa ki ben sadece hayatı ve içimden gelen sesi dinliyorum. Gerçekten.

Dün yoğun bir iş gününün ardından eve gelmiş, eşofmanlarımı bile giymeye üşenmiş, bilgisayar başında takılıyordum. Mail cevaplama, facebook'a bakınmacak, gtalk'ta muhabbet moodundayken, birisiyle çok derin sohbete daldık. Saat 00:00'da karşımıza iki seçenek çıktı: Ya birlikte bir yerlere gidip bu sohbeti canlı canlı yapacaktık, ya da çalışan insanlar olmanın sorumluluk bilinciyle yarım saat daha laflayıp yataklarımıza yatıp uyuyacaktık.

Çok tanımadığım bir insan, ertesi gün iş, dışarıda yağmurlu bir hava, saat olmuş 12 ve "Saçmalama yahu!" diyen bir mantık. "Uyuyup da ne yapacaksın?! Hadi olduğun gibi at kendini sokağa" diyen bir iç ses. Tabii ki iç sesimi dinledim!

Sahilde manzaraya karşı oturmak, tiramisu yemek, şarap içmek, en tatlısından bir sohbet ve birlikte çok eğlenebileceğimiz biriyle tanışmış olmanın detayları bana kalsın. Keşfettiğim bir albümü sizinle paylaşayım: Davis Garrett.

Sabahın 4:00'ünde eve dönmüş, evin kapısının önünde bu albümdeki "Ain't no sunshine" versiyonunu dinlerken bir kere daha emin oldum: İçteki sesi dinlemek lazım!!! =)

27 Mart 2010

Biraz da İstanbul'u keşfedelim!


Annem İstanbul'a geldiğinde birlikte ilk günümüze başlamak için vazgeçilmez ve kesinlikle değişmez bir ritüelimiz vardır: Sabah erkenden kalkarız, ağzımıza bir lokma bir şey bile koymadan Bahariye'deki Mango Outlet'in yolunu tutarız. Bizden başka hiçbir müşteri yokken ve bütün kabinler bizimken tadını çıkara çıkara talan ederiz orayı. Şimdiye kadar hiç elim boş çıkmadım oradan ve aldığım her şeyi de tepe tepe kullandım. Annemle de en son yılbaşı alışverişinde birlikte gitmiştik oraya.

Mango Outlet'ten çıktığımızda zaten en az iki saat geçmiş olur. Hemen sokaktaki beyaz önlüklü ve eldivenli son derece beyefendi simitçiden sıcacık ayçekirdekli simit ve krem peynir alırız. Sokaktaki banklardan birine oturup kahvaltımızı ederiz, Deriden Outlet'e de bir göz attıktan sonra Starbucks'ta kahve içmeye gideriz.



Bu sabah da aynı şekilde başladı; ancak kahve keyfimize eşlik eden kitap bizi kışkırttı. "İstanbul Keşif Rotaları" mükemmel bir rehber kitap. Özellikle de şehri keşfetmeye dair şevkiniz tükenmeye başlamışsa ve kendinizi hep aynı yerden alışveriş yapar, aynı yerde yemek yer, aynı yerde eğlenir bulmaya başladıysanız mutlaka edinin derim.

Bundan beş sene önce İstanbul'a taşındığımda sınava çalışır gibi İstanbul'a çalışırdım. TimeOut ve İstanbulLife dergilerini kaçırmaz, bahsedilen bütün mekanları tek tek gezerdim. Bir gittiğim yere bir daha gitmek istemezdim. Zaman içinde "keşif"in yerini, "alışkanlık"lar almaya başladı. Hala keşfedilecek şahane yerler olduğunu hatırlattıkları için bu rehberi hazırlayanlara çok teşekkür ediyorum.

Bu gün de bu rehberi karıştırırken Arden gözümüze takıldı. Üstelik de oldukça yakınımızda, Moda Caddesi'ndeydi bu butik. İstanbul Keşif Rotaları kitabında aynen şöyle diyordu: "İhraç fazlası ürünleri ince bir tasarım anlayışı ile bulup bir araya getiren Arden Kürkçüoğlu tam bir moda tutkunu. Eline geçen her farklı tasarımın etiketinde gördüğü ismi arama motorlarına yazıp, bilgisayar başında saatlerini harcaması, kendisini indie tasarımcıların bilirkişisi haline getirmiş. Metrekarelerce alana yayılmış, içindeki üç beş parçaya aylık maaşınızı bağışlamanız gereken butiklere inat, Arden'de küçük alana geniş moda anlayışı -süper fiyat prensibi ile- başarıyla sığdırılmış. Özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinden çıkıp namı sınırları aşan parçalar ve moda devlerinin H&M'e özel tasarladığı şahaneleri tek sıfırlı fiyatlara satın almak ne saadet, ne bereket."

Elimiz kolumuz poşetlerle dolu vurduk kendimizi Moda Caddesi'ne. 81B numaradaki minik dükkan Arden'i bulduk ve içeri daldık. Dış görünüşü ve ilk içeri girdiğimde karşılaştığım her şey ortaya karışık askılar beni hayal kırıklığına uğrattı; ancak o askıları karıştırdıkça bulduğumuz parçaların hepsi efsaneydi. Kesinlikle Arden bundan sonra her fırsatta uğranacak, hatta sık sık yeni ne gelmiş, diye kontrol edilecek bir nokta. Yolunuzu düşürün diye öğütlemekle, kimse bilmesin güzel parçalar bana kalsın ve fiyatlar uçmasın diye düşünmek çelişkisini yaşıyorum şu anda. :)

Eve uğrayıp poşetlerimizi bıraktıktan sonra bir de caddeye göz atalım dedik. Marks& Spencer'in iç çamaşırlarında indirim var, bazı ürünler 20TL'ye düşmüş haberiniz olsun. Üç beş yıkamada rengi solan, teli fırlayan sütyenlerde muzdaripseniz Marks&Spencer'ın iç çamaşırlarını şiddetle tavsiye ederim. Kıyafetlerinde klasik çizginin aksine, iç çamaşırları oldukça da eğlenceli üstelik.

Kasaya geldik, bir de süprizle karşılaştık. Her 200TL'lik alışverişte Paşabahçe'den yemek veya kadeh seti hediye ediyorlarmış. Pek cici tabaklarım da oldu böylece.

İşin en güzel yanı, nefis cicilere kavuşmuş olmam ve yeni bir butik keşfetmem.
İşin en kötü yanı, şu anda yeni aldığım kıyafetlerimi koymak için dolabımda en ufak bir alan kalmamış olması. Hatta odamın ortasında da bir kıyafet dağı var. Hadi hadi hadi hadi chucha boutique'e bir uğrayın, benim yeni cicilerim için yer açılsın, siz de süper fiyatlara süper şeylere kavuşun. :)

25 Mart 2010

Eskişehir Rehberi

Topu topu iki gün geçirdim Eskişehir'de bir de utanmadan rehberini yazmaya mı kalkıyorum?
Aynen öyle! Hatta haftasonu değişik ve ekonomik bir şeyler yapmak isteyenler için gayet yeterli bir rehber olacağını da iddia ediyorum.


İstanbul'da yaşıyorsanız, Eskişehir'e en rahat ve hızlı şekilde tren ile gidersiniz. Giderken trenle, dönerken otobüsle döndüm. Fiyat olarak da, hız olarak da, konfor olarak da, manzara olarak da tren her türlü otobüsü yeniyor. İnterrail maceram sırasında uçaktan daha konforlusundan (Almanya'dakiler), leş ötesine kadar (Sırbistan sınır hattındakiler) her türlü tren ile yolculuk yapmış olmama rağmen Türkiye'de Pegasus kampanyaları ve Shop&Miles puanları sağ olsun çok uzun zamandır tren yolculuğu yapmamıştım. Beklediğimden çok daha temiz ve güzeldi trenler.


Eskişehir'e gittiniz de nerede kalacaksınız? Kesin orada okuyan bir öğrenci arkadaşınız vardır zaten de, onu rahatsız etmek istemeyip ucuz fiyatlı bir pansiyon arayışına girerseniz avcunuzu yalarsınız. Öğrenci şehri olduğu için ve turistik bir yanı olmadığından öyle temizce pansiyon, hostel filan yok. Biz "Büyük Otel"de kaldık, diğer otellere kıyasla daha ucuzdu. Odaları da hiç fena değildi hani.

En güzel yanı da gecenin sonunda herkesin gittiği çorbacıdan 10 adım mesafede olmasıydı. Hani İstanbul'da gece Bambi'de bittikten sonra eve gitmeye fena halde üşenilir ya, Bambi'den çıkıp, Kızılkayalar'a gelince eve gelmiş olmak gibiydi.


Zaten ulaşım çok kolay şehirde. Yürü yürüyebildiğin kadar. Hiç olmadı atla tramvaya. İstanbul'dan sonra en hoşumuza giden taraflarından biri bu oldu.

"Adalar" ve "Doktorlar Caddesi" şehrin en merkezi. Böyle çay kenarında yürüyüş yapmak, bir yerlerde oturup bir şeyler yiyip içmek için ideal.

Gelelim "Gezdim, gördüm, beğendim"lere:



Birbirinden farklı konseptleri olan bir zincir bu. Biri pub havasında, diğeri daha cafe vari, diğerinde kendini gerçekten başka bir ülkedeymiş gibi hissediyorsun... Terasında oturmuş buz gibi biralarımızı yudumlarken, neredeyse "Hadi güneşi kaçırmadan biraz daha güneşlenmeye gidelim" diyecektim.



2) TWENTY SIX

Tam "Adalar"daki bu yere restoran mı desem, gece klübü mü karar veremedim. Her şey ortaya karışık bir mekan. Yemeğinizi club müziği ve ışıkları eşliğinde son ses yiyorsunuz. "Buralara yaz günü kar yağıyor canım ölene kadar seni bekleyemem" diye eller havaya eşliğinde tavuklu fajitayi mideye indiriyorsunuz. O sırada fark ettim ki, İstanbul'da meyhaneler dışında neredeyse her yemek konseptli yerde en azından gece yarısına kadar son derece chill müzikler çalıyor. Sonra 22:00 gibi de canlı müzik başlıyor.


3) Up and Down



Üst katında oturuyorsunuz, mükemmel playlistler (Kesinlikle abartmıyorum, gerçekten uzun zamandır hiç bir yerde bu kadar çok sevdiğim parçaları ardarda duymamıştım. Kendi darmadağınık playlistlerimde bile...) eşliğinde rahat koltuklarda oturup içkilerinizi içip sohbet ediyorsunuz.

Dilerseniz alt katında da canlı müzik var. Biz cumartesi gecesi gittiğimizde çalan grup oldukça eğlenceliydi. Rihanna'nın, Justin'in şarkılarının rock coverlarında deliler gibi dans ediliyor. Ayrıca kesinlikle votka içiniz, bu kadar cömert bir barmen başka yerde yok. Bir bardak elma-votka içtim, sek votkaya 2 damla elma suyu damlatılmış gibiydi.


4) 222

Eskişehir'in gece hayatının kilit noktası. Kocaman bir mekan, içinde farklı konseptler var. Biz club olan kısmı "One Night"taydık. Kafamız mı çok güzeldi, ortam mı bombaydı, yoksa mekanın başarısı mıdır bilemiyorum; ama sağlam eğlendik.


Gitmişken çiğ börek de yediniz mi, oh işte mis gibi bir haftasonu geçirip gelirsiniz.

Biz Eskişehir'i gerçekten çok sevdik. Bize eşlik eden, Bırcı'ya, Büş'e, YoungGuns 1.1 finalistlerine ve Marketing Anadolu ekibine (tabii kahrımızı çeken Ufuk, Burak ve Şafak'ı biraz kayırarak) kocaman teşekkür ediyorum. Reunion artık Antalya'da, Side'de filan olsun derim ben, hazır UniFest'ler de başlıyorken! Evet evet bu bir çağrıdır. :)


21 Mart 2010

YoungGuns 1.1




YoungGuns ekibi olarak bu haftasonumuzu YoungGuns 1.1 sebebiyle Eskişehir'de geçirdik.

Bütün hafta sabah 6'da uyanmışken, cumartesi sabahı da 6'da uyanıp Haydarpaşa'nın yolunu tutma fikri kulağa çok cazip gelmiyordu; ama güneşli bir havada, deniz manzarası eşliğinde, rahat koltuklarda yayıla yayıla ve mükemmel esprilerle karnımız ağrıyana kadar kahkahalar ata ata yolculuk yaparken uykuyu unuttuk.

Eskişehir'e bayıldık, oldukça keyifli de bir haftasonu geçirdik. O yüzden bundan sonraki birkaç yazım Eskişehir konseptli olabilir. Şimdilik güzel mekanları, gece hayatını, ne kadar eğlendiğimizi bir kenara bırakıp gitme sebebimiz olan Kampüste Marketing ve YoungGuns 1.1'e geleyim.


Etkinlik mekanı çok güzeldi, Kahve Dünyası'nın sponsor olması ve sürekli güzel kahve içebilmek şahaneydi, etkinlik tıkır tıkır işledi,konukların karşılanmasında da planın akışında bir terslik olmadı. Ayrıca yine çok sevdiğim bir detay programın yaka kartlarının arkasında yazılı olması, sürekli bir plan taşımak zorunda olmamaktı. Şehri keşfetmek için oturumlardan kaytaran YoungGuns ekibini hoşgörüyle karşılayan ve her türlü yardım ihtiyacımızda bütün yorgunluklarına rağmen hemen imdadımıza yetişen organziasyon ekibine zaten bayıldık.


Bugün YoungGuns 1.1 için beş grup, daha önce İstanbul'da Project House'ta hazırlanmış oldukları WWF sunumlarını konferans salonunda bütün dinleyicilere sundular. Ve dinleyiciler de oy pusulalarına en favori iki grubunu yazıp, oy sandığına attı ve böylelikle birinci olan grup belirlendi. Kendilerini tebrik ediyorum! :)



Seçilen grup benim iki favorimden biriydi zaten. Diğer favorim olan grubun da fikirleri, özellikle facebook application'ı fikri şahaneydi doğrusu.

Bu arada birinci olan grup, sunuma hiç fire vermeden, bütün grup üyeleri ile katılan tek gruptu:



Bu arada düşünmeden edemedim acaba WWF yetkililerinin WTF?! (What the fuck?!)'tan haberleri var mıdır?

19 Mart 2010

Cuma günleri 19:00'dan sonra başlar ve asla gece yarısı bitmez!


İyi hislerle doluyum, darmağınık odamın inadına çok berrak bir kafadayım. Uzun zamandır ilk defa soru işaretlerinden arındım. Yukarıdaki resmi Tuğçeciğimin facebook profilinden aşırdım; çünkü bugünlerdeki hayat felsefeme cuk oturuyor!! :)

Hepinize de yavaş yavaş başlayan cumaya uygun bir şarkı armağan ediyorum: The Cure - Friday i'm in love! Saturday, wait / And Sunday always comes too late / But Friday, never hesitate... / I don't care if Mondays black / Tuesday, Wednesday - heart attack / Thursday, never looking back / It's Friday, I'm in love

Haftasonu da YoungGuns ekibi olarak Eskişehir'deyiz, sabahın 7sinde pijamalarımla Haydarpaşa'da olduğum andan itibaren fotoğraf makinem çalışmaya başlayacak. Hala yapmış olduğum Bolu- Kartalkaya- Abant- Gölcük seyahatlerini ve oralarda keşfettiklerimi paylaşamamış olsam da, Eskişehir seyahati o kadar sarkmayacak diye umuyorum.

Öpüyorummmmmmm

17 Mart 2010

Koca değil, eşlikçi arıyorum! =)))


Bu aralar herkesten "Nerelerdesin sen?", "Ne zamandır görüşemiyoruz?" cümlelerini duyuyorum. Pılımı pırtımı toplayıp dönüşü belirsiz yolculuklara çıkmış değilim. Öyle olsa bu blog aylarca sahipsiz kalırken, Facebook'tan birbirinden eğlenceli yüzlerce fotoğraf paylaşırdım.

Aynı plazanın -4. katında reklamcı olma yolunda yürüyor, 12.katında hukuk bürosu havası soluyorum. Sabah erken kalkma zorunluluğu + yeterli güven oluşturulamamış bir sevgili gece hayatıma sağlam bir darbe oldu, o kadar. Sokaklarda sabahlamıyorum, her gece her gece alkol tüketmiyorum artık. Böylece fark ettim ki, benim arkadaşlarımla görüşme biçimim hep alkollü gece etkinlikleriymiş. Onlar olmayınca, kimseyle görüşemez olmuşum.

Gitmek istediğim her telden bir sürü etkinlik olduğunu fark ettim, beni özleyenlere açık davet: Hadi ilginizi çekenleri seçin, birlikte gidelim!


YoungGuns ekibi olarak cumartesi sabah 7:00 treni ile Eskişehir'e göçüyoruz. İki gün boyunca Kampüste Marketing katılımcısıyız. Bu arada liseden zıpırlık yıllarından arkadaşım olan, inanılmaz özlediğim iki fıstıkla da kavuşmuş olacağım.

O yüzden kavuşma davetlerim ve etkinlikler önümüzdeki haftadan sonrası için...













1) Mata Hari Balesi: St. Petersburg Balesi’nin tecrübeli dansçıları ile Mariinsky Tiyatrosu’nun baş balerinleri Julia Makhalina İstanbul'a geliyormuş. 9-11 Nisan'da TİM'de.

2)
Gergely Boganyi Piyano Resitali: 14 Nisan'da Süreyya Operası'nda (itiraf etmeliyim ki Süreyya Operası'nın neresi olduğunu bile bilmiyorum :) )

3) Uluslararası İstanbul Film Festivali: Film biletleri bu cumartesi satışa çıkıyormuş, İstanbul'da olmayacağım. Umarım izlemek istediğim filmler için bilet bulmayı başarabilirim. Fazladan biletiniz olan her filme seve seve +1 olabilirim. Film üzerine şarap da benden! :))

4 & 5 ) Chill Out Festival & Infected Mushroom: Aynı gün olmaları bir talihsizlik mi mucize mi karar vermeye çalışıyorum.Chill-out festivalde bütün gün yayılarak demlenip akşam çok güzel kafayla infected isabet olur gibime geliyor; ama yorulup da imfected mushroom'a enerji kalmazsa endişesi de taşıyorum. (Infected Mushroom için biletimi ayırmış olan "hero"ya nasıl teşekkür etmeli, bu da düşünülmeli tabii ki bu arada.)

6) Balık ekmek jazz: Buna katılmazsam öyle böyle değil hakikaten fena içimde kalır.

7) La Scala'dan Simon Boccanegra Operası: Opera fanı bir insan olduğum söylenemez; ama operayı canlı olarak sinemadan izleme fikri ilginç. O yüzden gidesim var.

Hadi hadi hadi hadi hadi kim hangisine geLiyor benimle? Haber bekliyorum, hemencik biletlerimizi kapalım. Öperimmmmm =)

16 Mart 2010

Let us keep on dreaming of a better world

Che isimli bir erkek dergisinin yaptığı reklamları uzun bir süredir beğeni ile takip ediyorum. "Let us keep on dreaming of a better world" sloganı ile, gerçekten erkeklerin hayal edebilecekleri detayları çok eğlenceli bir biçimde yakalıyorlar.





Derginin verdiği hediyeler de reklamların bir çeşit bütünleyicisi:


Keşke kadın dergileri de "Partnerinizle ateşli saatler geçirmenin 10 yolu", "Bu sezonun moda parçaları" klişelerini aşıp bu kadar esprili olabilseler!

Günün şarkısı niyetine de viral çalışma olan, fikri cent huzurlarınızda: "Kibar yarim come together!" :)

15 Mart 2010

Kadın - erkek ilişkileri tüyoları #1

Biliyorum Okan Bayülgen izleyip blogunda, twitlerinde Okan Bayülgen'den bahsetmek artık suyu çıkan bir şey oldu. Program başladığı anda Ekşisözlük'te entry'lerin sayısında yaklaşık 10 artış oluyor.

Gelgelelim ben televizyon konusunda biraz cinsim. Evimdeki televizyonun başına -kesinlikle abartmıyorum- senede en fazla 3 kere otururum. Bilgisayarımın ekranı da çok küçük olmadığı için dizilerimi, filmlerimi bilgisayardan izliyorum. Zaten evde de çok fazla zaman geçirdiğim söylenemez.

Ancak misafirliğe gittiğimde izlenen bir şey varsa da uyum sağlar oturup izlerim. Arada sırada bu şekilde bazı programları keşfedip, izlemediğime pişman olduğum bile olmuştur. Cumartesi ve pazar gecesi Okan Bayülgen'i izleyip, gecenin bir yarısı yatakta en az How i met your mother izlerkenki gibi kikir kikir güldükten sonra takipçisi olmaya karar verdim. (Evet, ancak! Evet, günaydın bana!)

Bu bir yana, dün izlerken bir şeyi fark ettim, kadını yemeğe davet eden adamın, kadına "Nereye gidelim?" diye sorması hakkikaten yanlış bir şey ya. Kocaman bir eksi. "Bir ara bir şeyler yapalım mı?" sorusu da aynı şekilde. "Tamam yapalım" der kadın da, ama hiç bir şey yapılmaz sonunda.

Kadın- erkek arasındaki flörtik ilişkiler bakımından doğru olduğu kadar, arkadaşça ilişkiler bakımından da geçerli bu kural. Oturdum düşündüm, bazı arkadaşlarımla onları gerçekten çok seviyor olmama rağmen bir türlü görüşemezken, bazı arkadaşlarımla tıkır tıkır görüşüyoruz. Neden?

Çünkü "Buluşalım, çok özledim.", "Bir yemek yiyelim." gibi belirsiz davetler çok havada kalmaya müsait. Onun yerine "İlhan Erşahin konserine gidelim mi?", "Alice gösterime giriyor hadi izleyelim.", "Süper bir yer keşfettim çikolatalı suflesi leziz.", "Tam senlik bir oyun ilanı gördüm. Bu cuma boş musun?" gibi teklifler sonucunda hep buluşuluyor, hep de çok keyifli zaman geçiriliyor.

Bir kadını bir yere çağırıyorsanız, ona "Nereye gidelim?" diye sormayın. Onun fikrini almaya çalışıp kibarlık yaptığınızı sanıyor olabilirsiniz. Ama organizasyonu yapma sıkıntısını ona devretmiş oluyorsunuz. Kibarlık yapmak istiyorsanız, "X'e gidelim, ne dersin?" diyin. Onun aklında daha iyi bir yer varsa, o da kendi aklındakini söyler zaten.

Oturun araştırın, sorun, bilen bir arkadaşınız yoksa bile Google mucizesi var. "Bir ara bir şeyler yapalım" demekle bir yere varılmıyor, güzel bir film, güzel bir restoran, güzel bir konser bulun.

Sonra da bana teşekkür niyetine bir kutu çikolata yollayabilirsiniz :O


13 Mart 2010

Birkaç günlüğüne tatil ve keyif moodu

Sabiha Gökçen'e en son tadilat halindeyken ve o tadilattaki hali bayram kalabalığı ile birleşmişken gitmiştim ve bol bol homurdanmıştım. "Kaybolma ihtimali sıfır olan, her şeyi elimle koymuş gibi bulabildiğim sakin havalanının da Atatürk'ten bir farkı kalmayacak. Kalabalık ve karışık olacak" diye öngörmüştüm. Yanıldığıma o kadar sevindim ki!

Gerçekten çok güzel olmuş. Ferah, aydınlık ve her yeri bulması da oldukça kolay. Ayrıca asıl beğendiğim iki nokta oldu: Tuvalet takıntılı bir insan olarak, tuvaletlerini çok beğendim. Zevkli ve şık olmuş. Artık her yerde karşımıza çıkan uyduruk beyaz kapılar yerine ahşap görünümlü bir materyal kullanmışlar. İkinci bayıldığım şeyse Gloria Jeans'in check-in'den sonra, güvenlikten geçtikten sonraki kısımda olması. Kapılar açılıncaya kadar kahve keyfi yapmak mümkün.

Bu seyahatim keyfiyetten ziyade, oldukça ciddi hastalanarak bizi korkutmuş anneannemle (evet yukarıdaki fotoğraf anneannemin evel zaman içinde fabrikatör eşi, afet halleri :) ) zaman geçirmek içindi. Anneannemi beklediğimden çok daha sağlıklı, sadece biraz ilgi ister şekilde bulunca, benim için de onun dizinin dibinde geçirilecek ve boool boool keyif yapma fırsatlı günlere dönüştü.
Eski albümlere bakmak, çene çalmak, bakım fasılları, güzel yemekler, moda dergileri ve köpük romanlar... Bu ruh halimi özlemişim. Acele yok, yetiştirilmesi gereken işler yok, keyif bol.

Sex and the city'nin yazarının son romanını ("Beşinci Cadde 1 Numara") da silip süpürdüm. Edebi bir değer biçmeye tabii ki kalkmak bile hata olur; ama eğlenceli bir roman. 500 küsür sayfa su gibi akıp gidiyor.
Sex and the city'de aşkın peşinde koşan bekar kadınların aksine, bu romanda çoğu evli, paranın ve saygınlığın peşinden koşan karakterler başrolde. Para ve saygınlığa sahip olmanın en somut göstergesi de Beşinci Cadde 1 numaradaki apartmanda bir daire sahibi olmak. Bu yüzden de oldukça farklı karakterleri kendi etrafında topluyor apartman. Filmler, kitaplar, cinayetler, bloglar, dedikodular...
Şehir tabii ki Candace Bushnell'in bütün romanlarında olduğu gibi New York. Tasarım elbiseler, seks ve eğlenceli tespitler de bol kepçeden. Tam güneşlenirken okumalık bir roman aslında.




Bir de Pegasus Magazine'i okurken dikkatimi çekti, bir saç rengi insanı ne kadar değiştirebiliyor:


Bu arada Project House'ta hayatının en ilginç periyotlarından birini yaşayan YoungGuns adaylarını da bu keyfe rağmen kıskanmıyor değilim. Neler oluyor acaba orada?

10 Mart 2010

Cumartesi kafamdayım!




Aman be!

Son günlerde ne kadar mesaj kaygılı bir bloga dönüşmüşüm yahu ben böyle.
Yazmışım da yazmışım, gömülmüşüm derin meselelere. Blogun adına "Bir doz" koymuşken bu kadar da çelişilmez ki! Sevgilim bile şikayetçi benden zaten "garipleştim" diye.

Kütüphaneden Sex and the city'nin yazarı Candace Bushnell'in "Beşinci Cadde" kitabını aldım. Son derece eğlenceli bir chick lit! Bugün eve dönerken resmen trafik olsun da biraz daha çok okuyabileyim diye düşünürken yakaladım kendimi.

Neyse ki yarın yolculuk zamanı, Havaş'ta, tek başıma havalanında bekleme periyodunda, uçakta bol bol okurum. Keyifli metinler + gitme bağımlılığım sebebiyle girmiş olduğum yoksunluk krizini azıcık da olsa geçirebilecek kısa bir yolculuk + bol kebap beni kendime getirir. Saçımı da boyatırsam, bir de ben dönene kadar şu kış geri geldi havaları da biz zahmet artık defolup giderse değmeyin keyfime! :)



Young Guns hakkında pek çok soru cevapladım şimdiye kadar; ama nasıl olduysa neredeyse hiç fotoğraf paylaşmamışım. Şahane bir ofisimiz var, fotoğraflardan görebileceğiniz gibi bazen çok eğleniyoruz, bazen çok ciddi çalışıyoruz.



Hadi bir de harika havadis vereyim: YoungGuns olarak, girdiğimiz konkurlardan ilkini aldık ve 2010 yılında Cumartesi Şarapları'nın dijital ajansı olduk. Eğlenceli işler çıkartıp sizi de keyiflendireceğiz. Çok kısa bir zaman sonra her gün cumartesi kafasında olacaksınız. Hazır mısınız?

(Ara not: Yapılacak etkinliklerden herkesten önce haberdar olmak isteyen bloggerlar benimle iletişime geçebilirler :) )













Ajansımızdaki neredeyse her an Onur Büyükçağlar tarafından fotoğraflanmaktadır, bu yazıdaki bütün fotoğraflar da onun arşivinden aşırılmıştır. Kendisine çok teşekkürler :)

Pinterest'im

Instagram'ım