03 Mart 2010

HİStanbul

Ön not: Bu yazıyı okumaya başlamadan önce arka fondan şu şarkıyı açmanız tavsiye edilir.

Bugün adliye stajımı başlatabilmek için gerekli evrakları toplamaya adadım kendimi. Kadıköy'de vergi dairesi, nüfus müdürlüğü, adliye, noter arasında mekik dokurken bir anda bir gerçekle yüzleştim: Artık Kadıköy, Taksim'den daha güzel.

Bir zamanlar Asmalımescit Refik'ten ibaretken, 360, Midpoint ve House Cafeler filan henüz açılmamışken, Nişantaşı ve Suadiye severler "Iyyy Taksim'e gitmem" diye Taksim'e burun kıvırırken ben resmen bir Taksim aşığıydım. İstanbul = Taksim'di benim için. Zaten Cihangir'de yaşıyordum. Yemek yemek, alışveriş yapmak, kitapçıya gitmek, keyif kahvesi içmek, gece dışarı çıkmak, kızlarla dedikodu buluşmaları, sinema fasılları, her cuma Roxy, her çarşamba Mojo gibi sebeplerle sürekli Taksim'deydim.

Taksim'den sadece iki sebeple uzaklaşırdım: Pazar günleri kahvaltı ve yürüyüş için sahile gitmeyi hiç aksatmazdık, bir de cumartesi geceleri Etiler'de canlı müzik dinlemeye giderdik. Her hafta ya Serdar Ortaç, ya Hande Yener, ya Alex, ya Arto olurdu. O zamanlarda bile çıkışta mutlaka hepbirlikte Taksim'e döner gecemizi Bambi'de bitirirdik.

Taksim o günden bugüne çok değişti, gece hayatı çok güzelleşti, Asmalımescit bir vaha oldu, yetmedi bir de Sokak Projesi ile bambaşka bir sokağa da renk geldi. Pi zincirleri, Küçükbeyoğlu, Otto, Groove, Babylon'un muhteşem programları derken gece çıkmak = Taksim oldu. Bir zamanların "Nişantaşı'ndan başka yere gitmem şekerim"cileri bile Asmalımescit'i mesken tuttu.

Bir İstanbul şarkısı daha.

Ama bugün Kadıköy'de dolaşırken fark ettim ki, gecesi güzelleşirken gündüzü çirkinleşti. Eskiden minik butikler, ayakkabı tamircileri gibi kendi halinde dükkanlar, değişik değişik cafeler vardı. Onların çoğu Topshop, Bershka, MAC gibi bilindik markaların mağazalarına veya Midpoint, Starbucks, House Cafe gibi zincir cafe/ restoranlara dönüştü. Taksim hala çok kalabalık, hala her çeşit insan var; ama bir nevi Cevahir'in caddede olanı.

Kadıköy'de ise hala birbirinden değişik çantacılar, takıcılar, butikler, cafeler, kırtasiyeler, 2. el eşya satanlar, 50 yıl öncesinde zamanı durdurmuş pastaneler var. Karafırın ve simit sarayı dışında unlu mamülcüler bile var. Çeşit var özetle. Gitmem gereken yerler sebebiyle ara sokaklardan da geçtim, o kadar keyifli geldi ki.

Hele minicik bir yerden cevizli poğaça aldım, tuzlu sade poğaçanın içine ceviz parçaları koymuşlar. O kadar lezzetli olmuş ki. Poğaçamı yiyip, rıhtımda yürürken işlerimi halledebilmek için beklediğim sıraları, bugün ajansa gidememiş olmam yüzünden hocamdan "kendi işine saygı" maili almanın ağırlığını attım üzerimden.

Bir İstanbul şarkısı da burada.


Eğer daha basit bir şekilde İstanbul dozu almak istiyorsanız da bünyeye, Garajistanbul'da Histanbul'u izleyin. Mehmet Alabora ile Sibel Tüzün'ün oynadığı bu oyun, son zamanlarda izlediğim en sıkı en sıradışı oyundu.

İki oyuncunun dışındaki bütün karakterler iki panelin üzerinde el çizimi ile oluşuyor. Tiplemeler ve seslendirmeler olağanüstü. Kemal Gökhan Gürses yazmış, çizmiş ve seslendirmiş. İstanbul'da karşılaşabileceğiniz ve büyük ihtimalle sinir olacağınız bütün tiplemelere burada kahkahalar atıyorsunuz. Mehmet Ali Alabora'nın performansı çok iyi, özellikle de osmanlıca / eski türkçe bir rep parça söyleyişine, aman be anlamındaki el hareketine bittim.

Sibel Tüzün içinde İstanbul geçen bütün parçaları çok farklı ve güzel yorumluyor. Zaten oyun Duman'ın İstanbul'unun çok farklı ve çok güzel bir yorumu ile açılıyor. Ayrıca bir kadın hiç mi yaşlanmaz?

Ay bitmeden mutlaka gidilmeli bu oyuna.


Ve bu gecelik son İstanbul şarkısı.

Dip Not: Bizi organize edip oyuna götüren Karin'e kocamann öpücükler!! Bir sonraki etkinliği sabırsızlıkla bekliyorum

Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım