29 Eylül 2011

Acelesi vardı. Gençliğine geç kalmıştı.

Elif Şafak'ın romanlarını keşfettiğimde ortaokuldaydım. O son yazdıklarından çok daha sıkı romanlar yazıyor, ödüller alıyor olmasına rağmen çok az kişi tarafından tanınıyordu. Eski kelimeleri kullanış şekli bazı kişileri büyülerken, bazılarına zor geliyordu. Çok iyi hatırlıyorum, lisede Bit Palas'ı okurken, elimdeki kitabı görenler "Bu da kimmiş?" diye soruyordu. Daha o yıllardan "ne yazsa okurum" listeme girdi Elif Şafak. Gerçekten de o günden sonra piyasaya sürdüğü her kitabı çıkar çıkmaz alıp okudum.

Daha sonra "Baba ve Piç" romanı yüzünden yargılanmasının (reklamın iyisi kötüsü olmazı doğrular bir örnek daha) ve biraz da yaptığı evliliğin de biraz etkisiyle birkaç yıl içinde oldukça popüler bir yazara dönüşüverdi.

Bana sorarsanız hala çok iyi bir yazar olmasına rağmen, kitapları İngilizce yazıp Türkçe'ye çevir(t)iyor olması o muhteşem dili yok etti. Galiba Elif Şafak'ı bu kadar çok kişiyle paylaşmaktan rahatsız olacak kadar eski, sadık ve kıskanç bir okurum ben. Artık o kadar popüler ki, yeni bir kitap çıkarttığı anda herkesin dilinde, elinde. Yeni bir kitap çıkardığını raflarda görüp mutlu olmayı özlüyorum.

Bu yaz başında İskender raflardaki yerini aldı veyaz boyu bütün tatilcilerin milli kitabı oldu. Nereye gitsem, şezlongların yarısında bu kitap mevcuttu. Bense okumayı erteleyip durdum sebepsizce...

Ve geçen hafta bir duruşma için Bodrum'a giderken attım İskender'i çantama. Havalanına gidiş geliş, havalanı bekleyişi, Bodrum'da havalanından adliyeye gidiş-geliş, duruşma beklemesi derken epeyce kendimi oyalamam gereken zaman vardı, İskender bunun için biçilmiş kaftandı.
Aşk ilişkileri ön planda bu romanda. Anadolu'daki bir köyden, İngiltere'ye göçen bir ailenin ekseninde ve bu ailenin fertleri ile gönül ilişkileri yaşayanları da kapsar biçimde, farklı ilişkileri, farklı durumları, farklı bakışları, farklı kültürlere göre nelerin kabul edilebilir olduğunu anlatıyor bu kitap. Çok güzel bir kurguyla... Melankolik sayılabilecek bir kitap, çünkü hep 'yasak'lar ve 'engel'ler var hepsinin ilişkilerinde. Sonsuza kadar mutlu yaşadılar yok aynen gerçek hayattaki gibi. Kadınlara yapılan namus baskısının ailenin her ferdinin hayatını mahvedebileceğini ve bu kısıtlamanın aslında herkesin de mutluluğunu kısıtlıyor olduğunu o kadar güzel anlatıyor ki...


"Bir oğlan çocuğundan erkek çıkaracak iki şey vardır bu dünyada. Unutma! Birincisi bir kadının aşkıdır. İkincisi de başka bir adamın nefreti."

"Takvim yetersiz bir icat. Dedikleri gibi zaman uçup gidiyorsa eğer, uçuş hızı hep aynı değil ki. Keşke haftanın her gününü ayrı değerlendirmenin bir yolu olsaydı. Mesela o-kadar-berbat-olmayan bir günü beyaza boyar, bir puan verirdik. Üstünden-tren-geçmiş günler kırmızı ve iki puan olurdu. Bebat bir gün de siyah ve üç puan. Bu hesaba göre peş peşe otuz berbat gün geçiren bir adam, o-kadar-berbat olmayan günlerle dolu bir ay geçiren birine nazaran üç kat ağır yaşar. Böyleleri bir senede üç sene yaşlanır."


25 Eylül 2011

Erkek gibi olmaya çalışmak, bir kadını harcamaktır.


Muzicons.com


Cumartesi sabahı için erken sayılabilecek bir saatte uyandım. Elim telefonuma gitti, tatlı bir mesaj bulmak için,yoktu. Güzel bir kahve, iyi bir kahvaltı üzerine evde yapılması gereken işleri hallettim. Günün yarısı bitmiş oldu böylece. Duş alıp, kremlenip, giyindikten sonra Nişantaşı'na çıktım. Gezme tozma planlarının demirbaşı yogitam ve yakın bir tarihte evlenecek olan, sayılı bekar günlerini yaşayan Melo ile, biraz alışveriş yaptık. Kendimize birer topuklu ayakkabı aldıktan sonra, mutlu mesut Zamane Kahvesi'nde yemek yedik, Cafe Nero'nun geniş bahçesine gittik, kahvelerimizi yudumlayarak, işlerimizden ve ilişkilerimizden bahsettik. Potansiyel gelinimiz eve gelecek misafirlerini karşılamak için yanımızdan ayrıldı, biz de kendimizi Limonata'nın terasına attık. Gözlerimizi kapatıp, rasgele birer kokteyl seçtik. Çilek coconut bisküvi martini benim, melon passion bellini yogitamın oldu. Manzaraya karşı, cumartesinin şerefine kadehlerimizi kaldırmışken, Gizemcim de bize katıldı. Bütün haftanın yorgunluğu uçtu gitti, keyfimiz yerine geldi.
21:30'da "I don't know how she does it"i izlemek üzere sinemadaki koltuklarımıza kurulmuştuk. Sarah Jessica Parker her zamanki gibi çok sempatik, Pierce Brosnan yaşına rağmen inanılmaz yakışıklı. Filme gelince... Sanatsal olarak çok üstün bir film olmasa da, esprili ve zekice replikleri ve hiçbir yere yetişememekten yakınan kadınları da tavlayacak bir konusu var. Sarah Jessica Parker finans sektöründe çalışan, sürekli seyahat etmesi gereken, hiç doğru düzgün tatili olmayan, iki çocuk annesi evli bir kadın. Hem işini çok seviyor, hem ailesini... Ne işindeki zor projelerden vazgeçebiliyor, ne oğlunun ilk saç kesimini kaçırmak istiyor, ne kızını çalışmayan annelerin çocuklarından eksik bırakmak... Her şeye birden yetişebilmek için oradan oraya koşuyor, sürekli tamamlaması imkansız yapılacaklar listeleri yapıp duruyor. Sonuçta ortaya klişelerden mümkün olduğunca kaçınmış, izlemesi keyifli bir film çıkmış.

Filmden çıkıp eve doğru yürürken, filmin etkisiyle kendi hayatımı düşündüm. Yorucu ve ciddi bir sektörde çalışıyorum, ama haftasonlarım olağanüstü durumlar haricinde boş. Elimdeki işi bitiremediğim zaman eve geldikten sonra birkaç saat daha çalışıyorum, şehir dışında duruşmaya gitmem gerektiği zaman evden sabaha karşı 4:00 gibi çıkmam gerekiyor; fakat bunlar da o kadar da sık olmuyor. Genel olarak hayatımda iş evet büyük bir yer kaplasa da, başka işleri kotarmama yetecek kadar zaman bırakıyor aslında geriye. Buna rağmen hayatımda bir süredir büyük bir sıçrama gerçekleştiremiyorum. Evimi tam anlamıyla çekip çeviremediğim gibi, hayat tempoma bir ilişki eklemeyi de uzun vadede beceremedim, yapmak istediğim pek çok şeyi de erteleyip duruyorum.

Kulağımda tatlı bir melodi, kendi hayatımı ve alışkanlıklarımı uzun zamandan sonra bu kadar dürüst sorgularken, aklıma geçen hafta bugün, benim çılgın 50lik versiyonumda aldığım mail geldi. Kanada'da 2 ay kalıp,bir Brezilyalı beyin cerrahı sevgili edinip,2 kazak örüp 200 dolara satıp,kanadanın altını üstüne getirip  bir ay  da Newyork’a gitmiş, hatta Newyork’tan bir haftalığına Meksika’ya geçmiş, hem hayatın tadını çıkarmış, hem de iyi bir kariyere sahip harika bir kadın...

"Herşey böyle bir ‘olasılığın var olduğunu’farketmemle başladı.." cümlesi beynimde yankılandı.

Eve geldim, kendisinden aldığım ve "çok teşekkür ederim" demenin çok kuru kalacağından korkarak bunu bile diyemediğim, harika hediye paketimi açtım. İçindeki güzel defteri çıkardım. Gecenin bu saati olmasına aldırmadan yazdım. Ne olduğumu, ne olmak istediğimi, neler yaparsam mutlu olacağımı, nasıl bir insan olmayı kesinlikle istemediğimi...

Önünüzde koca bir pazar günü var. Durun bir düşünün. Yaşamak istediğiniz bir hayatı mı yaşıyorsunuz? Hayatınızdaki hangi konularda dengeyi tutturabildiğinize, hangilerini değiştirmeniz gerektiğine inanıyorsunuz? Hangi yönlerinizle barışmanız, hangilerini değiştirmeniz lazım?

Üzerine de açın bu aralar en sevdiğiniz şarkıyı, güzel bir Türk kahvesi yapın kendinize.O kadar iyi gelecek ki...En keyiflisinden bir pazar olsun ;)

Şarkı Notu: Kleerup ft. Lykke Li - Until We Bleed

18 Eylül 2011

İstanbullaşmak, limo-murat 131 ve sahaf şenliği




Muzicons.com

İçimde birbiriyle çelişen iki büyük şey var: "gitme arzusu" ve "İstanbul aşkı". Bu hafta iş sebebiyle iki sabah, 5:00'te evden çıkıp Yenikapı Feribot iskelesinin ve Sabiha Gökçen Havalimanı'nın yolunu tuttum. Büyük bir keyifle, mutlu mutlu. Adana'ya gitmişken Mesut'ta kebabımı yedim, Yalova'ya gitmişken adliyede bu blogu takip eden pek güzel ve tatlı bir çıtır ile tanıştım ve dönüş feribotunu beklerken Yürüyen Köşk'te denize karşı sigara böreği ve çay mideye indirip kitap okudum. Yani dağ başına gitmesi gerekse mutlu gidenlerdenim ben. Diğer yandan İstanbul'a dönünce de mutlu oluyorum. Bundan tastamam yedi yıl önce İstanbul'a taşındığımda İstanbul'u karış karış fethetmeye çok kararlıydım. Bir yandan tarihini anlatan kitapları, bir yandan TimeOut ve İstanbulLife dergilerini okuyordum, ders çalışır gibi notlar alarak, harita üzerinde işaretleyerek... O kitaplardan birinde bir cümle vardı: "İstanbul'dan sıkılan hayattan sıkılmış demektir."

Bu şehirde, yeni bir şey keşfetmeden, bildiği aynı 5 mekana giderek, aynı yolları kullanarak, bildiklerinden başkasını denemeye üşenerek onyıllar geçiren milyonlarca insan yaşıyor; ama diğer yandan hevesi olan için keşfedilecekler ve yapılacaklar hiç bitmiyor. Pazar gününü fırsat bilip yeni birşeyler deneyimlemek isterseniz, kendinizi İstiklal Caddesi'ne atın. Kalabalığa söylenmeyin, bir yere yetişmeniz gerekmiyor, etrafınızı gözlemleye gözlemleye (İstiklal'in en çirkin binası Demirören'i görmezden gelebilirseniz kendinizi daha iyi hissedersiniz tabii) Galatasaray'a kadar yürüyün. Galatasaray'ı geçtikten sonra sağ tarafınızda kalacak SALT, dalın içeriye.


İlk katta Ahmet Öğüt'ün "Modern Denemeler"i karşılayacak sizi. Murat 131'ler modifiye edilerek yapılmış limuzin çok esprili. Siz önünde Lada yazmasna aldanmayın. Mirafiori Türkiye'de Tofaş tarafından Murat 131 olarak üretilirken, İspanya'da Seat, SSCB'de ise Lada markası altında piyasaya çıkmış.

15 Eylül 2011

Lütfen beni anla, topuklu ayakkabılarım, koyu göz makyajım ve clutch çantam olmadan ben çok yalnızım.

Pazartesi, kendine özel sendromu bile olan bir gündür. Haftasonu mayışıklığından ve sorumsuzluğundan sonra işe dönmek insana zor gelir. Bir de genellikle haftanın en yoğun günü olur, biriken işler bitirilir, bütün hafta planlanır...

Benim için bu hafta pazartesi, mesai oldukça erken bir saatte başladı:  05:00'te Havaş'a binmiş, havalanına doğru yola çıkmıştım. Elimde romantik komedi kıvamında bir kitapla: Erkek Dedikodusu!



Muzicons.com
Pera ve Derin, biri kız tarafının, diğeri erkek tarafının yakın arkadaşı olarak, bir düğünün bekarlar masasında birbirlerini bulurlar. Geçmişleri, ilişkileri, tarzları ve para harcama biçimleri birbirinden çok farklı bu iki kızın ortak bir hayali vardır: Mis gibi bir sevgili bulmak. Bekarlar masasına düşen üç erkekten Can ve Cem ile flört etmeye başlarlar. Hayat ikisini de tam tersi istikamete (bir gözde bekar, bir evli, mutlu, çocuklu) savururken, siz de kendinizi geçmişlerinde yaşadıkları ilişkilere de uzanan 325 sayfalık bir erkek dedikodusunun içinde buluyorsunuz.

Bu kitap da yine dizüstü edebiyat serisinden. Dizüstü edebiyat serisindeki kitaplar genellikle blog yazılarının derlemesiyken, bu diğerlerinden biraz farklı. Yine yazarlar blog yazarı, ancak bu seferki kitap kurgu bir roman. O yüzden diğer kitaplar gibi buram buram gerçek hayat değil, daha çok romantik komedi gibi bir kıvamı var.

"Size sürekli peluş oyuncak alan tuhaf bir sevgiliniz mi var? Dert etmeyin ve hemen yanınıza bir avuç dolusu elyaf alıp sevgilinizin yanına gidin. Gözlerini kapatıp ağzını açmasını sağlayın ve elyafı ağzına doldurun. Şimdi o güzel yüzünü aynaya çevirip sorun: "Sence sevimli misin şu an?" Şimdi sevgiliden gelecek peluş oyuncaklara veda edebilirsiniz canlarım. Eöö evet, sevgilinize de."

"Halet-i ruhiyeniz mi bozuk? Depresyonda mısınız? Sevgilinizle ayrıldınız, ailenizle kavga ettiniz ya da işsiz mi kaldınız? Buhranlar geçirip kendinizi duvardan duvara vurmak istiyor, en yakın köprüden aşağı mı atlamak istiyorsunuz? Tüm bu kötü şeylere son veren mucize ürün artık piyasada! Şimdi eşofman altlarınızı çekin ve derhal kızkıza bir kahvaltı organize edin. Almanya'da yapılan bilimsel bir araştırma kızkıza yapılan kahvaltıların en ağır depresyonlara bile iyi geldiğini ispatladı."

"Her normal kadının yaptığı gibi ayna karşısında geçen her saniyesini kendini inceleyerek geçirdi. Her kadın aynıydı. Milyonlarca kez kendi anatomilerini inceleseler bile kendi anatomileri asla akıllarında kalmazdı, o görüntünün sürekli güncellenmesi gerekirdi."

11 Eylül 2011

Hukuk fakültesinden dört senede mezun olan hayatından dört sene, beş yılda mezun olan yalnızca bir sene kaybeder.



Muzicons.com
Hayatımda yepyeni bir başlangıç...

İnsan hayatındaki dönüm noktalarının bazılarını o anı yaşarken fark etmez. Aradan zaman geçtiğinde geçmişini gözden geçirme fırsatı bulabilirse,  görür değişimin başladığı noktaları. Bazı dönüm noktalarını ise görmezden gelmek mümkün değildir, bütün hücrelerinde hissedersin.

Yıl 2004. Üniversite sınavından oldukça iyi bir puan almışım, aklımda okumak istediğim bölüm hakkında en ufak bir tereddüt bile yok: "İstanbul'da hukuk okumak istiyorum." Ama hangi üniversitede ona bir türlü karar veremiyorum. Annem ve babam ile okulları geziyoruz, öğrencilerle, hocalarla görüşüyoruz, İstanbul Üniversitesi mi, Bilgi Üniversitesi mi? İkisinin avantajlarını ve dezavantajlarını tartıyoruz.

En son noktayı babam koyuyor: "Kızım İstanbul Üniversitesi'nde okursan, okula vereceğim parayla seni her sene yurtdışında bir dil kursuna veya sertifika programına yollarım." diyor. Adı gibi biliyor neyi seçeceğimi. Aynısını yıllar yıllar önce de yapmıştı. Anadolu Lisesi sınavlarından önce... Benim zamanımda anadolu lisesi sınavlarına ilkokuldan mezun olununca girilirdi. Benim sınava gireceğim yıl bir yayla evi inşaa ediyordu, kendisine de üst kata bir tavanarası çalışma odası yapmıştı, okuduğum romanlardan mı etkilendim nedir benim de bir tavanarası takıntım vardı. "Anadolu Lisesi'ni kazan, tavanarası senindir" dedi, kazandım, yaklaşık altı yıl da tavanarasındaki köşkümün sefasını sürdüm.

Üniversitede de aynısı oldu. İstanbul Üniversitesi'ni seçtim, babam da interrail, work&travel, Cambridge'te değişim ve çeşitli sertifika programları finansörlüğümü üstlenerek sözünü tuttu. Maddi açıdan sıkışık olduğu dönemlerde bile...

Hukuk fakültesine başladığım ilk yıl İstanbul Üniversitesi için çok iyi bir not ortalaması tutturmuştum. Kafam hukuka basıyordu. Yazmak ve okumak. Şu hayatta sevmekten hiç vazgeçmediğim iki şey bunlar olmasının büyük payı vardı galiba. Ders notu fotokopisi çektirmek için bir arkadaşımla Taksim'de buluşup, bir pasajda fotokopici ararken, bir piercing vitrini yüzünden fotokopi çektirmeyi unutup, göbeğimi deldirmişliğim bile var. O sınavdan 100 almış olmam da benim hukuk fakültesi dönemimin bir efsanesidir, göbeğimizde beynimizle alakalı bir çakra mı var diye düşünürüm. :)

02 Eylül 2011

Mobilya almasanız da ilham alın ;)


Muzicons.com

Ben Cihangir'de bir öğrenci için rüya, babam için kapıcı dairesi olan ilk tek yaşadığım evimi kiraladığımda İstanbul'daki ilk Ikea yeni açılmıştı. O zamanlar şimdikinden kat be kat daha ucuzdu. Öğrenci evlerine anne evinin eskilerini postalayan zihniyeti reddetmiş, her şeyimi Ikea'dan almıştım.

O günden bu güne üç ev daha değiştirdim, Ikea eskisinden daha pahalı hale geldi; ama hala mobilya denilince aklıma ilk gelen yer orası. Gidip mobilya almasam bile fikir alıyorum.

En son taşındığım ve yaklaşık bir yıldır yaşadığım ev (ki kendisine bu blog ile aynı adı taktım: Mushaboom) içlerinde en çok özendiğim ev oldu. Taşınmadan önce ben binlerce dekorasyon dergisi ve blogu karıştırdım, mimar olan babam ve onun arkadaşları seferber oldu, bir sürü minik detayda didiştik, kendi beğendiklerimde ısrarcı oldum ve evi gerçekten sıfırdan yarattık. Mutfak bile evin içinde yer değiştirdi! Sonra annem, annelere özgü evin bütün havasını değiştiren dokunuşlar yaptı. Sahiplenme hissi az gelişmiş olan benim bile sahiplendiğim bir kutu ev çıktı ortaya.

O dönem sanıyordum ki, bundan sonra paramın çoğunu eve yatıracağım, sürekli dekorasyon dergileri karıştırmaya devam edeceğim ve yazdığım yazılarda dekorasyon konusu çok ağırlık kazanacak...


Öyle olmadı. Ya da olamadı. Hayatımın çok yoğun bir dönemiydi, öğrencilikten tam zamanlı çalışmaya  geçişe alışıyordum, her boş zamanımı sevgilimle geçirmek istiyordum, hep yapmam gereken binlerce şey vardı, kronik bir yogunluk ve tembellik sinmişti üzerime. Elbette eve ufak tefek bir sürü şey aldım, evde bütün bir kış kalabalık gruplar toplanarak pek keyifli zamanlar geçirdik, kutu kadar olmasına aldırmadan bir projeksiyonla minik bir sinema, bir fritöz ile pub yarattık. Ama taşınırken "Daha sonra şunu şunu yapacağım, bunu alacağım." dediğim hiçbir şey ile uğraşmaya bu bir sene içinde vakit bulamadım. Vaktim olduğunda da ihtiyaç duymadım, çünkü aşık olduğunda bir yatak, bir sürü gazete, bir fincan kahve varsa her şeyin var demek oluyordu.


Kardeşimin de üniversiteyi kazanması, Mushaboom'da yeni bir hareketlenmeye vesile oldu. Evde yapılması gereken değişiklikleri ve eksikleri saptadık, IKEA yolu tuttuk, önce leziz köfteden yedik, sonra işe koyulduk. Mobilyalarımız henüz bugün teslim edildi, montajı yapılmadı, o yüzden onlardan bahsetmek için henüz erken.

Benim kağıt biriktirmek gibi bir hastalığım var. Bir yazı olur, bir cümle olur, benim bir kenara karaladığım bir şeyler olur, güzel bir görsel olur hemen saklıyorum. Böylece evin çeşitli köşelerinde gazeteden ve dergiden kesilmiş parçalar ile benim notlarımın yazılı olduğu kağıtlardan oluşan yığınlar oluşuyor zamanla. Sonra onları ne okumaya fırsatım oluyor, ne de atmaya kıyabiliyorum. Üstelik de korkunç dağınık duruyorlar.

Hatta benim bu blogu yazmaya başlama sebebim de tam olarak daha fazla kağıt karalamamaktı! Daha fazla kağıt yığını yaratmak yerine bir blogum olsun bari demiştim bundan tam üç yıl önce! (bkz: bu blogun ilk yazısı)

Annem bulaşıcı hamaratlığı ve bazen Nazileri aratmayan diktatörlüğü ile bana evdeki bütün kağıt ıvır zıvırlarımı düzenlettirdi. Bu koca bir günümü aldı, ikea'nın depolama üniteleri de işe şıklık kattı. Sonuca ben bile inanamadım:


 O kağıt yığınlarından muhteşem fikirler, sözler ve keşfedilmek üzere alınmış notlar çıktı, hepsini hepsini paylaşmak istiyorum, ama önce en son ikea katoloğuna göz atma fırsatı olmayanlar için benim en sevdiğim fikirler ve ürünler:

1) Mağaza formatında bir yatak odası. Kıyafetlerine tapan her kadın, uyadığında onları görmekten zevk alacaktır. Benim hiçbir zaman normal sayıda kıyafetim olmadı, chucha boutique avantajıma rağmen devasa dolaplara bile hep sıkış sıkış sığabildim. Ama aşağıdaki gibi bir yatak odasını beğenmeyecek bir kadın tanımıyorum. :)

Pinterest'im

Instagram'ım