28 Ağustos 2012

Tanrıça Athena'nın şehri: Ayakkabı ve frappe cenneti!

Sabah alarm sesi ile gözümü açtığımda, İstanbul'daki yatağımda uyanacağımı, kahve hazırlamak için su ısıtıcısının tuşuna bastıktan sonra, arka odadaki gardroplarımın kapağını açıp, o anda en içime sinen kıyafetleri geçirip, saatin erken veya geç olmasına bağlı taksiye atlayıp veya vitrinlere bakarak Osmanbey metrosuna yürüyerek ofisin yolunu tutacağımı sanıyordum. O yüzden alarmı ertelemek için biraz doğruldum yattığım yerden.

Denizi gördüm önce. Masmavi...

Biraz yukarıda yeni yeni doğan güneşi.
Ne uzun zaman olmuştu, güneşin doğuşunu izlemeyeli. Eskiden hep izlerdim, çünkü son dakikacı bir insan olarak sınav dönemlerimde sabahlara kadar ders çalışırdım. Sonra bir kahve yapardım, Cihangir'de yüksek giriş evimin camından bomboş sokaklara ve güneşe bakardım, uyumadan önce. Şans dilerdim kendi kendime. Sınav dönemim değilse zaten, ancak o saatlerde gelirdim eve, o geceyi düşünerek güneşin doğuşunu izlerken sızıp kalırdım.

Bir gemide olduğumu ve Atina limanı Pire'ye yaklaştığımızı ve hatırladım. Tatlı bir his yayıldı bütün vücuduma: Tatildeydim!



Biraz güneşi, biraz denizi, biraz yaklaştığımız karayı izledim. Zaman kaybetmemem lazımdı, Atina beni bekliyordu! Flip-floplarımı, t-shirtumu, mini eteğimi geçirip, kahvaltıyı ettikten sonra gemiyi terk ettim.

Yıllar önce bir AEGEE Summer University vesilesiyle Atina'da birkaç gün geçirmiş, yeni tanıştığım harika insanlarla, tarihi yerlerin neredeyse tamamını köşe bucak gezmiştim. Son gün Atina'dan Nafplio'ya yola çıkmadan önceki son saatlerde Syntagma meydanından bir çift ayakkabı almıştım, daha sonra parçalanana kadar giyeceğimi, herkesin nereden aldığımı soracağını bilmeden...

[Meraklıları için o günleri anlatan yazılarım: "Bira sponsorluğunda yaz üniversitesi başlarken", "Atina'yı görmeyen ne kaybeder?", "Gelelim geceler ve yemeklere" , "Tarihi yerler bahane, fotoğraflar şahane". O dönemlerde pek acemi bir blogger olduğumu göz önünde tutunuz :) ]

O yüzden geminin Atina'ya uğrayacağını öğrendiğimde, tek hedefim Syntagma meydanının karşı arasındaki ayakkabıcılar sokağına gitmekti. Hali hazırda hepsinde onlarca fotoğrafım bulunan, tarihi anıtlara ve müzelere karşı hiçbir hevesim yoktu.



Annem, babam ve kardeşimle birlikte Pire iskelesinden, metronun Pyraeus durağına kadar yürüdük, oradan tek bir aktarma ile Syntagma'ya ulaştık.


Syntagma Meydanı...

Yıllar yıllar önce Selanik'ten Atina'ya geldiğimde de ilk buraya adım atmıştım. Elimde valizimle... Summer University'nin organizatorlerinden biri olan ve daha sonraki günlerde yaz aşkım olacak adam beni orada karşılamıştı. Meydanda hangi cafede oturup frappe içtiğimizi hatırlamaya çalıştım. "Ne komik. Daha 25 yaşındayım ve şimdiden bir sürü şehirde nostalji yapacak kadar şey yaşamışım." diye düşündüm.


Ayakkabıcıların hangi sokakta olduğunu hatırlamam gerekiyordu. Oldukça kolay oldu. Sytytagma'nın parlamento binasına doğru olan değil, diğer tarafındaki caddenin üzerindeki büfenin yanından geçen sokağa daldık.


Öncelikle güzel bir cafede oturup sabah kahvelerimizi içtik. Sonra kardeşim ile babam tarihi kısımlara doğru yol aldı, biz annemle kendimizi alışverişe adadık. Sağlı sollu ayakkabıcılar, sokağın aşağı kısmına yürüdükçe güzelleşti. İstanbul'a kıyasla oldukça uygun fiyatlara (30- 60 Euro), kimsenin ayağında görmediğimiz ve çok beğendiğimiz bir kaç çift ayakkabı aldık.


Tabii böyle bir cümlede anlatılıyor ama, onlarca mağaza, denenen en az yirmişer çift ayakkabı var ortada. En az iki saat!


Ayakkkabı poşetleri ellerimizi doldurup, bebek elbiseleri satan bir dükkanın şıklığı karşısında büyülendikten sonra, sokağın sonundaki dizi dizi cafelerin önünde bir bira molasında karar kıldık.



Sokakta oturup, yerlileri izleyerek, lokal Alfa biralarımızı mideye indirdik.


Annemle ikimiz de bir yeni şehre gittiğimizde aynı kafadayız. Dokunmak istiyoruz o şehre. Turist kalmak istemiyoruz. Onların gittiği cafelerde oturmak, onların içtiklerinden içmek, onları gözlemlemek istiyoruz. Yoksa fark edemiyoruz farklı bir şehirde olduğumuzu.

Yaşlı teyzelerin sade şıklıkları karşısında büyülendikten ve biralarımızı mideye indirdikten sonra, biraz daha yürüdük şehrin sokaklarında. Akşam üstü gemi tekrardan harekete geçecekti, o yüzden çok fazla vaktimiz yoktu.


Bir taksiye atlamaya karar verdik, ben camdan kafamı uzatıp pazarlık yapmak için bir fiyat söyledim, taksici benim söylediğimden daha düşük bir fiyat söyledi. Şaşkınlıkla oturduk arka koltuğa, taksici "Where are you from?" klasik sorusunu patlattı. Birimizden "İstanbul", birimizden "Turkey" cevabı çıktı aynı anda.

Taksici tatlı bir kahkahanın ardından "Hoşgelmişsiniz. Ben unutuyorum Türkçeyi, konuşacak kimse kalmadı." dedi. Annesinin babasının nerelerden olduğunu anlattı, krizden yakındı, fakir olduk biz, dedi. Dayanamadım, "Hiç kriz varmış gibi değil. Herkes şen şakrak, kahkahalar yüksek ve her yerde" dedim.
"Her şeyimizi alırlar bizim, onu bizden alamazlar." dedi.

Hayran oldum.
Bizim de her şeyimiz var, bir neşemiz yok. Güzel İstanbul'umun dört bir yanı asık suratlı insanlarla dolu.


Duty free alışverişinden sonra, kendimizi direk geminin güvertesine havuz başına attık. Atina'dan yavaş yavaş uzaklaşırken, Duty Free'den aldığım minnoş şişedeki beyaz şarabı yudumlarken, bronzlaşmaya başladım. 

2 yorum:

Buket Altaç dedi ki...

Bi' dakika bi' dakika... Daha bayramda Midilli'deyken illet getiren siesta saatlerinden bahsetemişsin. Yoksa Atina'dakilerin aklı başına geldi de çalışır mı oldular:)

zillosh dedi ki...

Buketcim,
Bi dakika bi dakika da benden! Yok yok o ben değilim, bir yanlışlık var bu işte. Bu tatilde hiçbir şeyden illet olmadım, hem de Midilli'den bahsetmeye daha sıra gelmedi.

Yunanlılar çok çalışkan diyemem; ama çok keyifliler. Benim keyifli bir insana illet olmam çok zor zaten ;)

Pinterest'im

Instagram'ım