17 Aralık 2013

Macera ve en iyi risotto için: Trattoria da Abele Temperanza

Milano'ya geçen gelişimde, havalı restoranlarda yediğim risottolardan hayal kırıklığına uğrayınca, bir gece, wi-fi sadece lobide mevcut olduğu için tek başıma lobideki bir koltuğa kurularak saatlerce araştırma yapmıştım. Bulduğum ve içime sinen adresi bir kenara not etmiş ve kendi kendime orada risotto yemeden dönmeme sözü vermiştim.

Ertesi gün Como Gölü ve İsviçre'nin İtalya sınırındaki outleti talan ettikten sonra, Milano'ya dönüş yolumuzda seyahate birlikte çıktığım adamın başının etini yemeye başlamıştım. Hadi hadi nolur orada yiyelim akşam yemeğimizi diye. Adam, salaş hiçbir şeyden kesinlikle hoşlanmayan, seyahate çıkarken spor ayakkabı bile getirmemiş ve ben "Seyahatte taksi kullanmak neyin nesi, her yere yürüyerek gideceğiz, keşfedeceğiz." inadımda baskın çıkmamış olsam her yere taksi ile gitmeyi tercih edecek biriydi.

İnadım tuttu mu fena tutar, bir şeyi yapmayı aklıma koymuşsam da illa ki yaparım, biliyordu. O yüzden biz başladık benim elimdeki adres tarifine göre istasyondan yürümeye. Biz yürüdükçe o güne kadar gördüğümüz Milano'dan başka bir şehre gitmiş gibi oluyorduk, sokaklar, yollardaki insanlar her adımımızda değişiyor ve varoşlaşıyordu.

Hava kararmak üzereyken vardık semte. Girmemiz gereken ara sokağa girdiğimizde, sokağın her köşesinde, korkutucu biçimde, İtalyan olmayan göçmenlerden oluşan gruplarla karşılaşıyorduk. Pasaportumuz, bütün paramız, her türlü elektronik eşyamız yanımızdaydı ve gözlerini üzerimize dikmiş bu gruplar haricinde kimsenin olmadığı karanlık bir sokakta yürümeye başlamıştık. İçimden "Eyvah! Gelebileceğim en yanlış yere, en yanlış insanla geldim." diyordum.

Sonunda restoranın kapısına ulaştığımızda restoran kapalıydı. "İyi bok yedin, getirdin beni buraya. Bir de restoran kapanmış gitmiş." azarını işiteceğim ana gelmiştik. Daha da fenası dönmek için aynı yoldan yürümemiz gerekiyordu. Kapanmış olamazdı. Olmamalıydı. Kapısını tıklamaya başladım, bir adam açtı. "Açık mısınız?" diye sordum heyecanla, "Hayır, sekizde açacağız." dedi adam. Ve bizi içeri buyur etmeden kapıyı tekrar kapattı.

Türkiye'de olsa, "Henüz açmadık, ama buyrun oturun şurada." filan derler ya, yok, baya kapının önünde kalmıştık. Saatin sekiz olmasına yarım saatten fazla zaman vardı ve oldukça korkutucu bir semtteydik. "Hadi dönelim." dedim. Korktuğum tepkinin yerine "Geldik buraya kadar bekleyelim." cevabını aldım.

Bekledik, saat sekiz oldu içeri girdik, bizden başka hiç kimse yoktu. Aradan bir saat geçtiğinde "Ben risotto sevmem zaten." diyen adam tabağında bir pirinç tanesi kalmayacak şekilde risottosunu yalayıp yutmuştu ve kocaman mekanda bir tane boş masa yoktu.

Milano'ya dair aklımda kalan hiç unutmayacağım bir anı olmuştu o gece ve o restoran.



Annemin buraya bayılacağına emindim, o yüzden akşam yemeği için rezervasyonumuzu oraya yaptırdım. Bu sefer bilinçli ve deneyimli olarak, başından peşin peşin, gideceğimiz yerin Milano'nun şimdiye kadar gördüğümüz yerlerine pek benzemediğini, o yüzden şaşırmaması gerektiğini; ama gecenin sonunda mutlu kalkacağından emin olduğumu söyledim.

Metronun kırmızı hattına bindik, Pasteur durağında indik. Henüz restoranın açılmasına yarım saat vardı, o yüzden birer kahve içmek için oradaki bir cafeye oturduk. Önyargısız olarak inceledik insanları. Evet, burası varoş bir semtti, şehrin merkezinde tutunamayan az gelirli göçmenler yaşıyordu. Ama aslında tehlikeli filan değildi. İnsanlar farklı olduğumuz için gözlerini üzerimize dikiyordu, yanınıza sahte çanta ve cüzdanlar satmak için yanaştığınızda kibarca teşekkür edersek, iyi akşamlar dileyerek gidiyorlardı.


Kahvemizi içtikten sonra Via Temperanza'nın önüne gittik, tam 20:00'de kapılarını açtılar. 21:00'de bir tane boş masa kalmamıştı.



Her gün yalnızca üç çeşit çıkan risottolar başka hiç bir yerde olmadığı kadar lezizdi, risottolarımıza eşlik eden şarabımız İtalya sınırları içinde içtiklerimizin en iyisiydi ve yemeğin sonunda sıcak kahvenin içinde gelen tatlımız bizim keyfimize keyif kattı.






Aynen tahmin ettiğim gibi, annem buraya bayıldı ve muhteşem İtalya gezimize yakışan bir son nokta oldu.


Ertesi sabah bütün valizlerimizi topladıktan sonra, son bir kere daha İtalyan kahvesi ve kremalı kruvasan ile kahvaltımızı ettik ve ben gece cesaret edemediğim kareleri gündüz gözüyle çektim.




Havaalanında saatlerce geciken uçağımızı beklerken leziz sandiviç ve şaraplar yuvarladıktan sonra İstanbul'a döndük.




İtalya serisi şimdilik bitti.
Umarım hiç aklında olmayanlara gitmek konusunda ilham, zaten hali hazırda planı olanların da listesine birkaç gidilecek adres eklemeyi başarmışımdır.

Kalemim, hayatımın hızına çoğu zaman yetişemiyor.
O yüzden gezdiğim pek çok yerde keşfettiklerimi yazamadan başka bir yere gidiyorum veya hayatımda odak noktam başka bir konuya kayıyor ve gittiğim yerlerin isimlerini unutmaya başlıyorum.
Artık kendime bir kural koydum: Gidip keşfettiğim şehri kayıt altına almayı bitirmeden, yeni bir yere gitmeyeceğim.

Çizmenin sol kısmını boydan boya kat ettim, aynısının sağ kısmını, yani deniz kıyısı hattını, 2014 yılının Ramazan Bayramı'nda kat etmek var aklımda.

İtalya seyahatimde gezdiğim noktalardan, tattığım lezzetlerden, kaldığım yerlerden, ulaşımı nasıl sağladığımdan yazıların içinde zaten yeteri kadar detaylı bahsettim. Gözünüze takılıp merak ettiğiniz birkaç minik detayın bilgisini de paylaşarak bu seriyi kapatayım.

1) Seyahatim boyunca giydiğim kıyafetleri beğenip gözünüze kestirdiyseniz tamamı Chucha Boutique üzerinden yeni sahiplerine doğru yol alıyor.

2)  Bütün o yoğunlukta tabii ki saçlarımı şekillendirmeye, cildime bakım yapmaya fırsatım hiç olmadı; ama şimdi fotoğraflara baktıkça kullandığım ürünlere teşekkür ediyorum. Saçlarım hiç delirmemiş, cildim hiç yorgunluğa isyankar pırıtcıklar püskürtmemiş. Şampuan ve nemlendiricim Topicrem'dendi. Dermotolojik ve çok kaliteli ürünler. Nasıl edinebilirim, derseniz ben kendi siparişlerimi alırken, size de beğendiğiniz ürünü indirimli getirtebilir, yanında deneme boyu bir sürü ürün jesti de yapabilirim. Web sitesinden beğendiğiniz ürünleri seçip, benimle veya doğrudan eczacı ile (ielalev@hotmail.com) iletişime geçebilirsiniz.

3) Her fotoğrafta görünen turuncu  sırt çantam da, İsveç harikası: Kanken. Spor ama herkeste olmayan bir çanta isterseniz, şiddetle tavsiye ediyorum. Üç ayrı boyu var, ben orta boyunu kullanmaktayım. İçine iPadim, kitaplarım, fotoğraf makinem, hırkam aynı anda sığabiliyor, çok fonksiyonel, ben kendisi ile aşk yaşamaktayım.

Seyahatle kalın, merak ettiklerinizi sormaktan da, herhangi bir konudaki tavsiyelerinizi paylaşmaktan da hiç çekinmeyin. Mushaboom8'in konsepti malum paylaşmak...

Sevgiler...

Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım